Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ocak '07

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Aşk üzerine küçük bir deneme

Aşk üzerine küçük bir deneme
 

Hikaye her geçen gün başka boyutlar kazanıyor, ben yazmaya oturmadıkça da önceki boyutlar gökkuşağının renkleri gibi önce soluklaşıyor, sonra yitinip gidiyor.
Kız kocaman bir odada yapayanlız oturuyor. Oda değil aslında burası dev bir ofis gibi. Her yerde boy boy şişeler ve ne işe yaradığı ilk bakışta belli olmayan makineler var. Bilgisayardan hafif hafif gelen "Çalıkuşu" ezgisi, çalışmakta olan makinelerin sesleri derinden derinden ve musluktan demir lavaboya çarpan su damlası, ha bir de hiçbirşeyin sesi. Yani boşluğun çok uzaklardan gelen o garip sesi. Bir tek canlı o, ama onun da gözleri artık eskisi kadar canlı değil sanki. Boynu bükük biraz. Düşünüyor, bir sonraki saniye ne düşüneceğini bilmeden. Kim ister böyle düşünceli olmayı ama hayır; onda garip bir şekilde, istekli bir kendini bırakış var sanki. Hani neredeyse zevk alıyor bundan diyeceksiniz. Dudaklarının bir kenarına yerleşmiş belli belirsiz bir kıvrım; "aşk kıvrımı" demek istedim buna ben. Yerleşti oraya kısa bir süre önce; ince yüzünün en üzgün halinde bile gösterecek kendini.

Hadi buluşken onu böyle, biraz inceleyelim. İlk bakışta üzgün dersiniz onun için, ama ben daha da kurcalamak istiyorum inceden ruh halini. Farkındalık ifadesi var gözlerinde. "Ben biliyordum" diyor bakışları; "farkındayım ve gelecekte olacakları da biliyorum, ama ne fark eder ki?". Ne mi düşünüyor? Ne düşündüğünü ben biliyorum; hepsinin deli saçması şeyler olduğunu da, ama o henüz farkında değil. O aşık olduğunu daha birkaç gün önce itiraf etti kendine. Şaşkın hala o yüzden. Bilmiyordu aşkın böyle müthiş bir hızla, insanı bir kum torbası gibi alıp bir duygu selinden diğerine fırlattığını, düşüncelerine girdiğini, orada kök saldığını, onları kanserleştirdiğini. "Aşk bu mu" dedi içinden, "kendimi hiç bu kadar savunmasız hissetmemiştim". Günün her saati daha düşünceli artık o. Ama düşünceler arapsaçı. Birlikteliği yaşarken aşkın acı vermediğini zannediyordu, yanılıyordu. Onunla ol ya da olma farketmiyor. Çünkü, hani dedik ya, düşüncelerin kanserleşmesidir aşk; sapıyorlar sürekli, kontrolsüz büyüyorlar. Bazen bakışlarını bir noktaya odaklıyor, onun artık kendisini eskisi kadar sevmediğini düşünüyor. Çeşit çeşit yol arıyor ilgisini çekebilmek için. "İşe yaramaz" diyor, hepsini boş veriyor. Bir başka akşam, sevdiği adamın kollarına giderken; durup, dünyaya öylesine yaklaşmış olan kızıl dolunayın güzelliğine ve ışığının yaladığı, yeryüzüne ait herşeye böylesine tılsım katmasına şaşırmış, gözlerini kocaman açmış, ve sormuştu kendine; "yoksa dev bir tiyatro sahnesinde miyiz, farkında olmadan üzerimize düşen rolleri oynadığımız?". Kendini çok sevdiği bir romanın kahramanı gibi hissetti. Adımlarını hızlandırdı o sıcacık, minik eve doğru. Bazen ondan gelecek telefonu beklerken, uykudan uyanmış gibi sallıyor başını, parmaklarını söz dinlemez saçlarına daldırıyor ve isyan ediyor; "aşk normal bir durum değil, patolojik bir şey, psikiyatrik bir hastalık..." Gülüyor sonra, farketmez ben biliyorum yeniden dalacak o uykuya...

***

Islanıyor sessiz Ankara; sokaklar yanlız. Bir tek yağmur dolaşıyor yokuşlarında. Uyumak üzere şehir. O da şehir gibi yanlız. Alnını dayamış cama, karanlık evi, odası; birtek şehrin ışıkları aydınlatıyor yüzünü. Vazgeçmek istiyor herşeyden. Zamanı durdurmak istiyor hatta. Yağmurda ıslanmak, sonra güneşte ısınmak, rüzgara bırakmak kendini; sonra biraz annesinin sıcaklığını hissetmek, sonra koşmak, yok olana kadar koşmak...

***

Koyu mavi bir battaniyenin doğayı, betonu, gördüğü herşeyi örttüğü bir saatte yürüyor şimdi ayaklarını yere sürterek. Gözlerinin önünde sevgilisinin, sadece acılarını unuttuğu o çok kısa anlarda çakmak gibi parlayan gözleri...Gerçeklerin insanı bu kadar acıtabileceğini bilir miydi eskiden, hatırlamıyor. Sevgilisinin gerçekleri, hayatın gerçekleri. Kendi gerçekleri yok, o onları aşık olurken bıraktı gördüğü ilk kapının önüne. Geriden son bir kez baktı, sonra sırtını döndü ve yürümeye başladı. Kalbi göğüs kafesine dar geliyor, canı acıyor ama ağlamıyor. O düşüp dizini kanattıktan sonra sular seller gibi gözyaşı döktüğü, çığırtkanlığıyla bütün ev ahalisini birbirine kattığı günlerini özlüyor.

***

"Büyümüşsün sen!". İrkiliyor annesinin sesiyle. Dönüp bakıyor onun şaşkın yüzüne. Susuyor, artık daha az konuşuyor. Gözleriyle soruyor annesine; "neden büyümek için acımak gerekli? Peki ya ben büyümemeyi tercih etseydim?". Cevabı annesi de bilmiyor. "Boşver anne" diyor yine gözleriyle. Pencereye yöneliyor. Yine yağmur yağıyor. Deli deli hem de. Gözlerinin yağmurları bitti de, gökyüzünün gözyaşları bitmek bilmiyor...

 
Toplam blog
: 4
: 456
Kayıt tarihi
: 23.01.07
 
 

Ankarada yaşıyorum. 27 yaşındayım. Moleküler biyoloji ve Genetik bölümünde doktora yapıyorum, akadem..