Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '11

 
Kategori
Felsefe
 

Aşkograf

Aşkograf
 

Net'ten kolaj...


Doğu’daki kadim aşk bütüncüldür; eril, dişil, yersel, göksel diye ayrılmaz, çünkü her şey Hak’tan gelir, Hakk’a gider, yani şeylerin hepsi O‘nun evrendeki tecellisidir, sıfatıdır. Aşk da... Aşk da ilahîdir ve duyguların en yücesidir! Hâl böyle olunca, Leyla ile Mecnun’un, Ferhat ile Şirin’in, Kerem ile Aslı’nın bireysel aşklarına dahi birer yücelik, birer erişilmezlik, birer “acıların en yücesi” sıfatı verilmiştir. Yusuf tanrısal bir güzelliği ve şefkati temsil eder, Züleyha ise o güzellikle tanışmak için her şeye katlanan bir âşığı...

Batı’daysa, Avrupa’nın coğrafî güzellikleri ve yağışlı ikliminin yarattığı fiziksel olanakları sayesinde göklerden fazlaca bir şey beklenmemiş, bulutların ötesindeki tanrılar ideal insan imgeleriyle algılanmış. O nedenle de inançların, duygu ve düşüncelerin neredeyse hepsi zihinselleşmiş! Çünkü Batı dünyası -Antik Yunan’dan bu yana- beş duyu ile algılayabildiği her şeyi önce parçalarına ayırmış, sonra o parçaları birleştirerek bütünü anlamayı yeğlemiş.

Böylece tarihsel süreçte, Batı'daki kültürel öğeler beş duyunun algılayamayacağı bir öteâlem zemini üzerine değil; tanrıların birbirleriyle savaştığı ve seviştiği Yunan Mitolojisi üzerine inşa edilmiş. Birkaç filozof haricinde her düşünür kendi kavramlar dünyasını somut zihinsel ve toplumsal temeller üzerine oturtmuştur.

Ve Batı ancak o sayede somut dünyanın ve evrenin fiziğini ve kimyasını tahsil edebilmiştir. Sonuçta, hem atom altı parçacıkların kimliğini, hem evrenin karmaşık yapısını Doğu’dan daha iyi anlamış; elde ettiği somut gerçekliği kendi refahı uğrunda kullanabilmiştir. Peki ya aşkı?.. Batı kültürü aşkın kimyasını ve fiziğini de iyi anlamış mıdır?.. Evet... Aşkı da beş parçaya ayırarak, Doğu’dan daha detaylı çözümlemiştir; ama kimyasını çözerken simyasını bozduğu için de aşkı “beş paralık” etmiştir!..

Önce ruh ile aşkı özdeş kılmış ve ancak ondan sonra tanrıyı aşkın kendisi yapmış (God is love.). Hıristiyanlığı kabullenince de, tanrısını üç parçaya ayırıp baba-oğul-kutsal ruh üçlemesine hapsetmiş (Holy Trinity) ve sonra da tablolara, mozaiklere, heykellere ve kiliselere nakşedip neredeyse taşlaştırmıştır. Bu bir...

Eros'u keşfetmiş... Eros ve Piske (Psyche) arasındaki aşkın o düzeyli ve derin parçasını.

Sonra Filya'yı (Philia), yani dostluğa, arkadaşlığa, hümanizmaya yakın bir sevme biçimini.

Agape ise bir başka parçası yapılmış aşkın... Karşılıksız, nalıncı kesersiz, çıkarcılığa değil vericiliğe dayalı bir sevme biçimi.

19'uncu Yüzyıl Batı kültürü ise, aşkın son parçası olarak Libido'yu kabul doğurmuş. Yani cinsel arzuyu veya cinselliği tatmin etme dürtüsünü...

Evet, “aşk kokteyli"ni hazırlarken aklı baştan alan beş tür “içki” kullanmış Batı kültürü. Alışkanlık bu ya; onları da ayrı ayrı damıtmış, ayrıştırmış, betimlemiş ve anlaşılır birer “katkı maddesi” olarak günlük yaşamında ve edebiyatında kullanmış, hâlâ da kullanıyor. Ama aşkın büyüsünü ve otantik kimliğini fena hâlde bozduğunu fark edemeden!.. Fark edememiş; çünkü “Bir bütün, kendisini oluşturan parçalardan daha büyüktür.” gerçeğini unutmuş; bütünü bozunca da aşkın sırrını yitirmiş Batı kültürü. (Bkz: Kritik Kütle Gizemi)

Şimdi biz de -son 150-200 yıldır o kültürü yüklene yüklene- aşkın son dört parçasını arar olduk ya... Ve üçüncü Binyıl’a girdiğimizden bu yana, tekrardan bir kültür devrimi yaratmaya, kimine göre “Öz’e Dönüş”e başladık ve dördünü birden unutup birinci parçasını, tanrısal aşkı aramaya geri döndük ya... Acaba 2023’ten önce içimizden birileri “beşi bir yerde”yi bulur da, aşkı bütüncül olarak ve simyasıyla duyumsamayı/yaşamayı bizlere de öğretir mi dersiniz?!

Belki de o “beştaşlı aşk” asla bulunmayacaktır. Belki hiç bulunmamıştır. Eğer asla bulunmamışsa, acaba bitip tükenmeyen bir enerjiyle aşkı sürekli arama, aşkı betimleyememe, aşkı tam bir tatminle yaşayamama o bulunmayıştan kaynaklanıyor olabilir mi? Yoksa Libido ile Filya’yı, Eros ile Agape’yi birlikte yaşatamadığımız için mi tüm bu aşksal doyumsuzlukları yaşıyor, aşka biçilen ömürlerin kısalığından şikâyet ediyoruz!? Mutlu aşkın olmamasının nedeni bu bölünmüşlük, bu temel taşlarıyla oynanmışlık mı, ne?..

Belki de altıncı, yirminci, kırkıncı boyutları vardır aşkın! Olamaz mı?.. Acısı bir boyut, kederi bir boyut, kıskançlığı bir boyut, bırakacağı yara korkusu bir başka boyut... Acaba aşkların giderek azalıp bozulması bu boyutların duygusal ağırlığından mı, o yoğunluktan korktuğumuz için mi?.. Aşkın bizi savunmasız, güçsüz veya bağımlı kılacağından korktuğumuz için mi yaratıyoruz bunca aşkı bereketsiz yılları, ıssızlaşan yürekleri, yalnızlıktan buz kesmiş bir yanı boş yatakları?..

Biz aşkı disiplinli sevgiye mi dönüştürdük yoksa?.. Define avcıları gibi aradığımız şey kontrollü, vitesli, direksiyonlu bir tür libido ve ten tatmini mi? Hayatımızın bir parçası yapmak istediğimiz şey istediğimiz zaman parka çekebileceğimiz bir aşk türü mü yoksa?

Aşkın bütünlüğünü parçaladık ve simyasını bozduk ya... Sanki içinde yabancılığı ve alıştığımız yalnızlığı da barındıran bir ucube, kördüğüm olmuş bir duygu yumağı istiyoruz adı aşk olan... Bir zamanlar yüreğimizi titreten o aşk sözlerinin edilmediği, duygularımızı kabartıp abartmayacak, ilk yağmurun ilk damlaları arasında eriyip iz bırakmadan kendini toprağın bağrına gömecek aşklar...

Biz var ya biz; hepimiz aşk korkağıyız!!! Ruhumuzu soyup göstermemek için, bedenimizi soyacağımız sözde aşklara kaçışlarımız ondandır mutlaka...

Dip not: Cem Mumcu’nun “Kendine Bakma Kitabı”nın daha ilk çeyreğini okumuşken aniden gelen bir esinle yazdım bu satırları. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Psikoloji sevenler bu kitabı okumalı bence.

Günün sorusu: “Hepimiz ‘O’nu ararken, neden kimse kimseye ‘O’ olamıyor; bu da ‘O’ değil, dedikçe, bir başka ‘O’ olma olasılığını kolaylıkla bulup onu da tüketebileceğimiz için mi?” CM

Günün sözü: “Aşk mı; bize sormadan gelen, bize sormadan giden, hiç yaşlanmayan saygısız misafiridir yüreğin... Kalbe kazınmış bir aşk simgesiyle doğanlarsa, hiç eskimeyen bir acının masal kahramanlarıdır.”

Kendi aşkografım: Aşk; gözlerin birbirini beğenmesi değil, sevmeye ve sevilmeye susamış iki yüreğin gönül enerjisiyle bağlanışıdır.

 
Toplam blog
: 147
: 2923
Kayıt tarihi
: 05.05.07
 
 

İngilizce öğretmeniyim, çevirmenim, dilmaçım, araştırmacıyım. / Beş kitabım var: Beynin Kimliği, ..