Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Mart '10

 
Kategori
Deneme
 

Aydınlık Sabaha Kapıyı Aralarken

Aydınlık Sabaha Kapıyı Aralarken
 

Kapılar size itilirken;kapının içinden süzülürsünüz aydınlığa...Bilirsiniz ki;"yük, taşıyanındır!.."


Aslında, bu şehir bitmez; şehrimdeki oyunlar da; şehrin renkleri ve şehrin anlatacakları da… Üstelik, her şeyi anlatmamak gerek! Bazen anlatılmayan, anlatılamayan; anlatılmaya uğraşılandan kat be kat gerçek, kat be kat renkli ve kat be kat güçlüdür… Bazen asıl vaki olan, dışta inatla duran değil; içte şefkatle kurulandır. Bu bakışla, anlatılmaya zorlananı değil de anlatılmayanın tadına bakalım hepimiz… İşte bu yürekle…

Ey Hay-i Hakk!...

Bizde bazı gelenekler vardır; güzel, asil ve her mekanda, her zamanda, her gönülde nesilden nesile akan… Bizde bazı gelenekler vardır; yaşatılması yaşatanlara bile acı veren, yük olan, yaşatmayı uğraşanı en başında öldüren…

Yıllardır şunu gördüm: Hangi şehirde hangi okula (hepsi olmasa da, çoğunluğuna) giderseniz; siz, yabancı olduğunuz ve yeni geldiğiniz için “test edilirsiniz”… Siz, yabancı olduğunuz ve henüz gruba sahip olmadığınız, tek kaldığınız için- yaşınız ne olursa olsun- en zor ya da en lüzumsuz işlere koşturulursunuz… Siz, yalnızca “tek”liğinizin bilinciyle bütün rüzgarlara, bütün ayak sekmelerine inat, yürek, bilek, birikim taşıdığınıza inanmışsanız; “geldiğiniz mekana”, her varlığa ışık dağıtacağım iddiasıyla yola çıkmışsanız; mutlaka biri ya da birileri (ve çoğunlukla da birileri) ya sizi “bereketsiz yalnızlaştırır”; ya bereketinizi kendi bahçesine döndürürken sizi bahçe dışına atmaya yeltenir ya da “bin bir kapıyı” çeşitli Bizanstan bozma oyunlarla kapatmaya –boşa zaman ve ter akıtarak- uğraşır; sizi, “tek”likte “yalnızlaşmaya” iter… Adım attığınız her yerde olmasa da, iki üç adımdan birinde bu tarzdaki “varlık”larla(!) karşılaşırsınız; çeşidi ne olursa olsun!

Ne yazık ki; ben, birçok okulda “ben”i ben olarak anlatana kadar (yalnızca, ben değil; bu acıyı / zorluğu yaşayan binlerce can var, biliyorum…) hemen hemen hep aynı yollardan geçtim, geçirildim; ya da yolda torbamı çalanlar, omuz omuza birbirine güç verirken birinin omzuna vurma cesareti gösterdiğinizde anında tuzla buz olan, halkası dağılanlar gördüm… En komiği de ne idi biliyor musunuz? Engel olarak yolun önünde sürünenler ve yolda gerekli gereksiz konuşmalarıyla “suyun akışını” kesebileceğini sananlar…

Bütün bu sizi, yalnızlaştırma, bereketsiz ya da amaçsızmış gibi gösterme, güçsüleştirme ya da sizin yaptığınız yemeği son dakikada “uyanıklıkla” elinizden alıp da “altın tepside” sunma taktiklerini bir bir yazmayacağım… Yazmayacağım; neden mi? İki sebebi var bunun: Birincisi, bunca taktiği öğrenen genç taktikçiler tembelliğe alışır ve yeni engel üretmezler; bu işte tecrübelileri de yenilerini aramaktan(!) yorgun düşerler… Bu telaşlı çabalarının içinde, beni daha da üzeni şu olur: Ya rehavete ya da aşırı yorgunluğa düşer de uyurlarsa(!) Üzülürüm… Onların bizim gibi “tek yürekli”, “tek bilekliler” için uykusuz kalmaları gerek… Yorulmalılar… Bana yorulsunlar ki hep aynı noktada; ben, fersah fersah yol alayım… (Neyse, toparlanmalıyım. Bugünlerde yine lüzumsuz ayrıntılarda takılmaya başladım…)

Ben’e dönmeliyim… Ben’e gelmeliyim… Ben’e gitmeliyim…

Demem o ki; bir öğretmeni engellemenin iki klasik yolu vardır; eğer engel illaki yetkili yöneticilerden gelecekse… (Yetkisiz yöneticileri kendi haline bırakıyorum!…Kendilerini bile yönetebilecek yetkileri yok, sanırım.) Ya öğretmenin haftalık ders programları kötü hazırlanıp da eline verilir; ya da öğretmenin, yöneticilerce keşfedilen yeteneklerinin(!) aksine öğretmene –alakasız- görevler verilir.Ve ümitlenilene göre; öğretmenin verilen görev altında ezilmesi ihtimali için daha baştan, peşinen gülünür.:)

Pekiyi, bu kemikleşmiş, kronikleşmiş ve uygulananlarca tedavülden kalktığı görülememiş engel mekanizmalarında “ben” neredeyim? Önce birinci taktiğe bakarsam;”haftalık ders programı” ile ezme politikası… Belki memur zihniyeti içinde olanlar için bu yöntem tam bir eziyet olabilir… Fakat, nacizane bencileyin gibi yaptığı görevin, üstlendiği misyonun farkında olarak “kendinin kendini memur” ettiği hayatî görev çizgisini taşıyanlar için; hayat dersinin program süreleri, mesai limiti olmaz, olamaz… Hele ki, “Edebiyat Hayattır”ı yaşamayı seçmişseniz; size dayatılan çalışma programı size az gelecektir zaten:)… Biz, sonsuz gülümseriz… İkincisi, daha da komik, hatta traji komik bir engel taktiğidir… Ezberlenmiş hayatlarının dışına çıkamayanlar başkalarına da ezberlenmiş hayat paketlerinden birini dayatırlar…Ve bu sevimli paketçikten korkutmasını umarlar!

Ezber nedir? Bir Edebiyat öğretmenine verilebilecek Kulüp ya da Kol çalışması belirlidir: Kültür ve Edebiyat Kulübü, Kütüphanecilik Kulübü, Yayın Kulübü, Tiyatro Kulübü… O halde, eziyet planına göre, öğretmene “alanı dışında(?)” bir uğraşı verirseniz; onu ağır bir yükün altına sokarsınız ve “Hani, iddialı gelmiştin? Ne oldu iş çıkaramadın?” sorularının yanında, öğretmenin “iş çıkaramaması” adına, her gece ona birtakım engeller bulabilmek için, kendinize –hayatınıza yük- işler çıkarırsınız(!) En fazla, bu engelle karşılaştığım okullarda eğlenmişimdir. Hem de bir gurur sarar benimi, o anlarda.”Yine denenmemişi deneyeceğim. Gidip de, bana şu görev vereni kucaklasam mı?:)” Benim için, fazla mesai yapanlar, burada da var, demek ki?… İki atasözü geliverir böyle “engel komedileri” seyrettiğim durumlarda hemen aklıma: “Atı alan Üsküdar’ı geçti”… “Meyve veren ağacı taşlarlar…”

İşte, 5 Edebiyat’ı okuttuğum o yerde de, bana ilk geldiğimde verilen Eğitsel Kol (O zamanlar eğitsel koldu; şimdi adı Sosyal Etkinlik Kulüpleri oldu) Yeşilay Kolu oldu… Yoo, yanlış anlaşılmasın; bu görev bana verildiğinde bu bir engelleme miydi ya da bir itimat mı? Ne o zamanlar ne de şimdi çok da kafa patlatmadım açıkçası… Farz edelim ki, benimkisi bir deneyim olsun…

Yeşilay Kolu bana verildiğinde içerledim, önceleri. Daha sonrasında, “görev görevdir” dedim. Bir hafta on gün, kısa bir müddet işi askıya aldıktan sonra, neler yapabileceğimi tasarlayarak, bir gün bir öğle arası, 5 Edebiyat’ın hemen karşısındaki bir sınıfa girdim; yanılmıyorsam 6 Edebiyattı… Sınıfta oturanlar vardı. Kol öğretmeni ve öğrencileri olarak, bir öğle arası bir sınıfı işgal ettiğimizden, bizi seyretmeyi / dinlemeyi seçenlere bir itirazımız olmadı. Kol çalışmamızla ilgili kendi planlarımı öğrencilerime anlattım bir süre…

Ben anlatırken, kol dışındaki iki öğrencinin beni çok dikkatli dinlediğini fark ettim… Fark ettim ama ses çıkarmadan planlamalara devam ettim… Bir zaman sonra dinleyen o iki kız öğrenciden birisi parmak kaldırdı:

“Afedersiniz Hocam, siz ne öğretmenisiniz? Okulumuza yenimi geldiniz? Sesiniz değişik geldi de…!?”

(Bendeki sessiz ve şaşkınlık…….”sesiniz değişik geldi de?”…Sonra topladım kendimi…)

“A, evet yeni geldim. Edebiyat Öğretmeniyim…”

“Edebiyat Öğretmeni mi? Zaten, deminden beri sizi dinliyorum “acaba” diyordum da…”

“?…”

(Konuşanın diksiyonunun, üslûbunun, edebinin güzelliği yanında “görmeyişini” de fark etti Edebiyat Öğretmeni… Tekrar topladı kendini…)

“Neye acaba diyordun?”

“ Edebiyat Öğretmeni olup olmadığınıza… Yani Hocam, doğrusunu isterseniz; birkaç şeye şaşırdım; ama, deminden beri anlatışınıza ve öğrencilerinize, kolunuza yaklaşımınıza baktım sizinle paylaşmaya karar verdim hislerimi..”

“Memnun olurum. Merak içinde kaldım…"

“Hocam ben yedi yıldır buradayım. Yeşilay Kolunda “Zararlı Alışkanlıklar” konferansı verilir, bir pano çıkarılır ve yıl biter… Hatta, yıllardır başka kollardan bile bir Tiyatro eseri görmemiştir, bu okul… Tabii, ben hiiç görmedim:) (Edepli bir gülüş…)

“Anladım, Yeşilay Kolu olarak bir oyun sergileme planımız ilginç geldi sana. Ne yaparsın Edebiyat Öğretmenleri başka etkinlik bilmez. Bak, sen de bunu bugün gördün:) (Edepli iki gülüş ve bir dokunuş. Öğretmenle öğrenci el sıkışır.)

İşte böylelikle anlaşılır ki, okulda (okullarda) yapılabilecek çok şey var. Önce Yeşilay Kolunda ufak bir uyarı piyesi ile başlayalım. Seneye Allah Kerim; Tiyatro ekibimizi kurarız. Ve yapılabilecek şeyleri görebilmek için de; mutlaka, iki çift gözün bulunması (büyüklük ya da küçüklükleri bile fark etmez, gözlerin!) gerekmez; dış gözler kapalı da dursa da hayata; yalnız bir iç gözün, o kocaman gözün açık olması yeter…

Ve öğretmen, her Yeşilay Kolu toplantısını 6 Edebiyatta yapar; iki, dışı görmeyen ama içindeki kocaman yürekle “dünya âlemi” gören kız kardeşlerin tanıklığıyla…

Evet Hocam! Yapılacak çok şey var; bırak “açıkgöz” olarak anılanlar gönül gözlerini kapatarak bizleri engellemek için uykusuz kalsın; sen gece mışıl mışıl uyu da, aydınlık günler için “gönül gözleri pırıl pırıl öğrenici-ler”le tüm sabahlarda çalış….

Artık, “Gelincikler Narindir” oyunu için günün ışımasını beklemek gerek… Çabuk olalım; yapılacak çok şey var; fakat zaman akıp gidiyor… Aman, Gelincikler solmasın…

Ülkemin her köşesinde dişini tırnağına katarak; ördüğü her tuğlada gönül gözünü harç yaparak aydınlık günler için etrafını ışıtan öğrenci, öğretmen, yönetici, personel ve veli var… Değil mi ki; “Güneş balçıkla sıvanmaz”… Herkes kendi seçtiği güzergahta “uyumasın” ki; aydınlık, hak eden yüreklerin olsun… Benimkisi, gözlerimin acı tatlı gördüğü yalnızca…

Ne yaparsınız? Ne şehir biter, ne de şehirden şehire uçup konabilen gönül köprüleri… Anlatılandan çok, anlatılmayan kalıcıdır… Fakat, bazen aydınlığı anlatabilmek için karanlık kapıları görebilmek gerekir… Ve kapıyı, güçlü yüreklerle aralamak…

Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..