Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Mart '18

 
Kategori
Deneme
 

Aysudem Naz... Deneme 8

Vahşi ve asi bir sessizliği vardı…
Gücü sadece kendi bedenine hükmeden…
Bütün olumsuzluklarını içine saklayan ve yutkunmalarla kendi kendinden hınç çıkaran…
Unutulmazlıkların ne kadar olumsuz etkenleri varsa sadece kendi sessizliğinin içine gömüyordu…   
Tek gücü el titremeleri ile kurumuş boğazında sadece yutkunmalarına yetiyordu…
Sadece zamandı bütün hınçlarının saklandığı yer…
 
Kendine yetmeyen bir bedenin, güçlü sessizliğiydi zamanı sürükleyip götüren…
 
Nerede ne kadar çözümlenmemiş sorunları varsa, bedensel olarak sessizliğine gömülüyordu…
 
Sorun kendi kendini kabullenememiş olmasıydı…
Sevdiği insan vardı…
Şimdi sahipsizliğe savurduğu duygularını kendi sessizliğinin içinde gizliyordu… Gizemli bir bakışın ardında kalan yegâne gerçek, kaybettiklerinin hesabını soramayışıydı… 
Hayatının en verimli olacak zamanlarını hediye ettiği insan, buna lâyık miydi? 
Kaç kişi lâyık olana hak ettiğini vermedi ve kaç hak eden vardı? 
 
Geçmişin hesaplanmasından ziyade gelecekteki ayakta kalma savaşıydı bu…
Geçmiş kaç kişiye kaybettiklerini iade etmişti… Bu sessizlik belki de bir şaşkınlık yaratıyordu…
Hak edenle hak edilen arasındaki ölçü neydi? Kaç kapıydı bu ki doğruya açılacaktı… Ve doğruyla kapanacaktı…
Sessizliğe saklanmak kaç kişiyi kayıplık zamanlarından kurtardı… 
Ve
vahşiydi sessizlik…
ve
asiydi sessizlik…
Bir bütünün parçalarıydı,
sessizlik…  
 
“Sanki düşüncelerim yanıyor, bedenimi dışarıda bırakarak…
Sadece avuçlarımın içi kızışıyor ve de derin bir sıcaklıkla uyuşuyor, kaşınıyor, donuklaşıyor…”
Kendi kendine “düşünce yanması nedir” diye sordu…
Bedenin dışta kalarak düşüncelerin bir birine sürtünmesiyle kızışmasıydı bu beyin denilen peltemsi yumuşaklığın.
Kaybolması gereken ve ağırlık veren, korkuların derinlerde kaybolmasıydı bu…
Hayatın zorlamalarına karşı kendi kendini zapteden bir beden…
Daha nereye kadar sürtünecekti avuçları birbirine, daha hangi zamana gidişe kadar parmaklarını birbirine karıştıracaktı iki elini birbirine dolayarak…
Ona bu acıları veren kimdi? Kendisi o acıların içinde nasıl yanmadan dayanacaktı yürek yanmalarına…
 
Girişi mutlulukla başlayan, çıkışı geciken bir insanla beraberliği her şeyi arkasında bırakarak bitmişti…
Hangi dağdan, hangi yaban çiçeği koparılmıştı da içindeki ovası boşlukta kalmıştı…
 
Sığınak yüreğim... 
 
Ve 
rüzgâr esiyordu, 
derinden gelen, 
uğultulara benzeyerek... 
 
Yokuş çıkılırken 
ağzımızdan fırlayan, 
boğuk bir yürüyüş... BU... 
 
Ve 
rüzgâr esiyordu, 
yapraklar uçuşuyor, 
dam, saçak üstlerinden... 
 
Esnek esnek camlar 
zorlanıyor... 
Kaçılacak tek yer, 
sığınak... 
Gömüleceğimiz, 
korunabileceğimiz, 
tek yer, 
sığınak 
ve 
yüreğimiz bu, 
paldır küldür, 
doluştuğumuz, 
yükünü taşıdığımız, 
hayat sığınağı, 
çekileceğimiz yer, 
sığınak yürek... 
 
“Yorgunluklarımın durmadan koşma çabaları bu peşine takıldığım anların perişan zamanları yudumlanması bu iç çekişlerim… 
Güneşin ışıklarına kısılan gözlerimin uykusuz sabahlarda titreten bedenlerle uzaması bu, iç dargınlıklar…
Sadece bir bakış kör bir karanlıklardan kaçış gibi ırgalanan bedenimin diz çökmesi… Bütün ayakta durma çabalarımın çöküşü sanki bu uyanış sonrası halim…
Sanki bütün düşüncelerim, düşlerim kısıtlanmış…
Sevmelerden sevilmelerden kopan çürümüş dalların durgun sulardan kayarak tepelerden derin vadilere düşüşü bu sakin akan nehrin… Köpük köpük hâyâllerim çarpıyor kayalıkların tortularına…
Pişmanlıkların fazlalıkları atılıyor bu sulara, geriye kalanlarsa sadece bir iç çekiş, söylenen şarkının hüzün sonu gibi son mısrası…
Bir zaman kesimi…
Sadece geleceğe dair…
Geçmiş zamansa kırık kırık parçalarla beyin diplerinde pişmanlıkları azalmış bir bakış bırakıyor arda kalan karelerle…
 
Aşk, sevgi neyse ki, 
içinde neleri barındırır ki, 
sadakat neresine kadar ki, 
ben mi bir fazlaydım ki, beni taşıyamadı…
 
Neden beni bana karşı kullandı? 
Neden sevgim dediğimi bana karşı kullandı? 
Neden bu sevgi bana fazla geldi ki? 
Artanınla beraber tamını da aldı…
 
Ben saygı duyamayacak mıyım, ben saygın sevgide de mi kalamayacağım, az biraz sevgili mi olmam gerekiyordu, az biraz vermemem mi gerekiyordu, vermenin bedeli bu kadar ağır mı ödetilecekti? 
Kopararak içinden sökülüp alınan sevgi hakkı verilirken ben onun içinde değil miydim? 
 
Sormak isterim yazan kalemime, bana verilen sevgi benim kaldıramayacağım, taşıyamayacağım kadar ağır veya çabuk kırılgan mıydı? 
Oysa ben ne efsane kahramanıydım, ne de özentisindeydim… Sadece hak ettiğimi sandığım, belki de yaşamımın son aşkını yaşamak istiyordum, doya doya, bezmeyesiye…
Belki de saçlarımın uzunluğu sıkıntı veriyordu, sevdim dediğim sevgiye… Bahanesi belki buydu… Bahane mi yoktu…       
 
Oysa biz şimşek çakmalarında kollarımızı havaya kaldırarak birbirimize sarılanlardandık, korkusuzca ve ıslak bakışlarla…
Gözlerimizde mutluluk bakışları damlarken, sesimizi var gücümüzle arttırarak isimlerimizi haykırırdık yıldırım ışıklarına doğru… Korkmadan… Korkutulamadan…
Yağmurlar üstümüzden düşerken çamurumsu toprağa avuçlarımızda topladığımız yağmur ıslaklığıyla yüzlerimizi okşardık…
Hepsi buydu sevgi yürek dolusu doyumsuz… Sanki bir tadımlık iç çekişmesiyle hepsi bir nefeslik bakış hazzı ile…
Bunlar çok görüldü yüreğimize, bunlar alındı ellerimizden, gözlerimizden, yüreğimizden parçalanarak, gıdım gıdım can çekişmeleri ile…
 
Bir sen bir ben sahipsiz kaldık artık bedenimin kırılgan belinde…  
 
Ne ben sana göre, ne sen bana göresin, biz birbirimize göre artık hiç kimseyiz…”
 
Başaltı bakışları sessizce derinliklere daldı…
Kaç zamanın yalnızlığıydı bu, bütün benliği ile bedenini bırakmışçasına yalnızlığının tüm birikimlerini üzerinde toplayarak bir iç çekişle “bana bunu yapmayacaktın” derken bile sadece şaşkınlığına dalıyordu… 
“Yıllarımızı omuz omuza verdiğimizden bu yana, birlikteliğimizi sakınan, saklayan bu çatı altı evimizin ışığını söndürüp, kendi ellerimizle dağıtmayacaktın, kendimizi” dedi… “Oysa sakınır, saklanırdım yüreğinle buralara…
Tozu dumana katıp, bütün odaları yalnızımsı yaşama terk ederek karanlıklaştırmayacaktın…” Dedi…
“Evet, hatalıydım bütün varlığımla bedenimi sana çakmayacaktım… Seni barklandırmamam gerekliymiş, oysa tırnaklarımı söküyordum bu ışıkları yanar tutabilmem için…   
 
Nerden bilebilirdim senin yarasalara özenerek karanlıklarda dağılmayı sevdiğini… Bu bir yalnızımsı hayatın yaşama çabası, buna da alışılır… Senin adını bu duvarlardan kazıyacağım… ismini yasaklayacağım bu duvarlarda yankılanmaya, gölgen karanlıklara karışacak ve ben umutlarımın tümünü zincirleyeceğim kendi kendime, senden dışlayarak…
 
Biliyorum hayat yalnızlık nefesleri ile zorlayacak beni… Ama gerekirse nefesleri dar edeceğim kendime.
Senin adını bu evin tarihi bile yazmayacak… Tek tek yok edeceğim senden kalan ne varsa, gölgeleri bile sinmeyecek bu evin zeminine artık bu evin kapısı seninle açılmayacak… 
Ve  
yalnızlığımı saklayacak bu dört duvar…
 
Sen hayatımın son kaderisin son nefesinle…
Üstüme sinen kokun artık ağırlığın oluyor…
Bir ben yalnızlığım, bir nefesim var artık son gonk sesine kadar…
Artık parçalanmış bir benliğim var… Kişiliğim bütününden ayrılmış, ayrı ayrı düşler kuran, ayrı ayrı umutları arayışta olan, belki de ayrı ayrı umutsuzlukların peşinde koşan, umutlanmaktan bile sakınan, yalnızlaşmış benlik yarılarıyla, bu yaşamın zorluklarına karşı koymaya hazırlanan, bir bütün benlikten parçalanmış, ikiye bölünmüş bir benlikle ayakta kalmaya çalışan bir tek yarım beden sanki ben…
 
Zorlu günler zorlu amaçlarla yaşar ve tek başa da olsa var olma savaşımı bu…”
 
Merak ettiği bir soru vardı kafasında…
“Sevgide sadakat neydi, neydi ki yıllarca açığa vermedi kendini? ”
 
Sadakat, takılıp kalan askıdaki bir kelimeydi bu kafasındaki…
 
“Sadakat sevginin ta kendisiydi…
Delinmez, açığa çıkmaz, kendini göstermez ve sevgi kaldıkça sonsuza saklanarak kaybederdi kendini…
Özlem yüklü, hasrete kilitli, ayrılığa ters bir yaşamdayken bile, hasreti içinde saklar…
Sadakat, sevginin ta derindeki kendisi, ben gibi sevgi, sevgi gibi ben, sen gibi sevgi, sadakatli gibi sendin düşsel yapıda…
Sadakat göz tarifiydi…
Sadakat mutluluk tarifiydi…
Sadakat sonsuzluk tarifiydi…
Ve
hepsinin içinde vardı…
Sadece kendini kendine saklardı… Sevginin içinde saklanan sevginin ikiziydi, tek kelimelik anlamıyla…”
 
İçinden korkunç bir hırsla ant içercesine yeminleniyordu, yaşamın başarılarına ulaşmak için tekrar…
İç uğraşları yaşam sıkıntıları ile kendi kendini boğmaya çalışıyor ve daha da perçinliyordu yaşama tekrar sarılma duygularını…
Zeka ve cesareti bu işe noktayı koyacak güçteydi… Ve
“hayat beni daha da zorlaman beni yaşama zorlu da olsam yakalayacağım” dedi…
 
Bir adanmışlıktı bu geçmişten geleceğe sevdiği insan adına atlamak acı duvarlarını yıkarak yeniden yaşama tutunmaktı…    
 
Mustafa Yılmaz
 
Toplam blog
: 53
: 110
Kayıt tarihi
: 21.10.11
 
 

Hayat mı hırçındı yoksa yazı mı? ..