Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Aralık '09

 
Kategori
Aile
 

Babadan Nefret Etmek

Babadan Nefret Etmek
 

Öncelikle bir kaç kısa açıklama yapayım:

Bu tamamen kişisel bir yazıdır, yaşanmışlıklardan yola çıkmıştır ve genelleme yapılması doğru değildir. Çevrenizde gördüğünüz babaların çoğunun, bu satırlarda anlatılacaklardan farklı olduğunu göreceksiniz. Eh, bizimkisi gibi baba gerçekten ama gerçekten zor bulunur. Zaten bu satırları okuyup da "Acaba?" diye kendi kendine soracak babalar, baba adayları, hiiiiç korkmayın, siz o adamın yanından bile geçecek kişiler değilsiniz tanım olarak.

Başlık, Ekşi Sözlük'teki bir entry başlığındandır.

Gelelim sadede...

Ülke bölünmenin eşiğinde, sancılar içinde. İşsizliğim henüz bitmiş değil, işsizlik param özel sigortadan bir türlü bağlanamadı. Havalar soğuk, gitgide kış bastırıyor ve yeni yıl kapıda. Ama yeni yıla kaçımız umutla bakabiliyor acaba bu ekonomik ve siyasal koşullarda? Şimdi tüm bunlar dururken, baba işi de nereden çıktı diye soruyorum kendime. Yaşam devam ediyor diyerek avunuyorum, "Bölünme üzerine, parti kapatmalar üzerine söylenecek çooook şey var!.." diyorum, "Ben zaten daha iyi söyleyenlerin yanında ne kadar başarılı anlatırım ki bu konuları?" diyorum. Neyse, tutup da halacığımız yıllar sonra yeğenleri olduğunu hatırlayıp da mesaj atmaya başlayınca, "Zamanı gelmiş." dedim. Bu satırlar, bu nedenle yazılıyor. Dolmuşum a dostlar, hem de ne dolmak!..

Biz iki kardeşiz. Kardeşim şu an başarılı bir doktor ve de 3 aylık baba. Ben 9, o 7 yaşlarındayken annem boşanma kararını uygulamaya koyarak, yaşantılarımızın kötü gidişatını değiştirdi. Kötü gidişatın tanımını yapmak için geçmişi anlatayım.

Ben kendimi bildim bileli evimizden kavga eksik olmadı. Babam, köklü bir bankada çalışırmış ben doğduğumda. Veznedeymiş. Annemse matematik öğretmeni. Trende gidip gelirken anneannemle babaannem tanışmışlar, böyle yarım görücü usülü bir evliliğin kapısı açılmış. 23 yaşında, fidan gibi bir kızken annem, evliliğinin yılında ben doğmuşum. Nişanlılık döneminde babam efendinin dangalaklıklarını gördüğü halde o bildik yanılgıya düşmüş annem ve ailesi, "Evlenince akıllanır." demişler. Sonra "Baba olunca akıllanır." denmeye başlamış. Nerdeeee?!? Adam o sırada 32 yaşında, aklının zaten başında olması gerekli. Eh, evin bir oğlu diye şımartılmış durmuş, ablası ve kızkardeşinden değerli tutulmuş. Ailesinin ekonomik durumu iyi olsa, hadi belki diyeceğim. Ama öyle bir durum da yok ortada. Erkek sanat okulundan (lise yani) mezun, kendinden başka kimseye değer vermeyen hayta birisi çıkmış ortaya işte.

Adam daha evde bebeği varken işten atılmış. Neden mi? Şubedeki bir oksijen sarısı bonbon şekeri ile fingirdemek için Ayvalık pavyonlarına gittiğinden, eh, maaşı da yetmediği için kasadan para tırtıkladığından!.. (Yıllar sonra büyük oğlu, babası gibi şerefsizleri tespit edip gerekli cezalara çarptırılmalarını sağlayan banka müfettişi oldu. İronik mi? Sanırım)!.. Annemin öğretmen maaşıyla bir süre geçinmişiz. Nihayet yeniden bir yere kapağa atabilmiş de iki maaşa dönülmüş. Çok değil, 20 ay sonra kardeşim doğmuş. İlk çocuk olduğumdan mıdır nedir, babamın ilgisi bana hep daha fazla oldu. O zamanlarda da bunu belli etmiş ilk günlerde.

Tayinle İzmir'in Bergama ilçesine taşınmıştık, hatta bu nedenle ilkokula başka bir yerde başlayıp, 2. dönemde Bergama Zübeyde Hanım İlkokulu'na devam etmiştim. Bunun hemen öncesinde aklımda hayal meyal kalanlara bakıyorum da, dayımın ve teyzemin gelip evden eşyaları toplaması ve ana ocağına dönüşümüz, sabah ezanı okunurken "Allahım babam gelsin ne olur." diye ağlamam filan var. Bir kaç ay ayrılık yaşandıktan sonra yeniden bir araya gelmiş bizimkiler, tayinler yapılmış, Bergama'ya yerleşilmiş. Kardeşim ve ben yeni evimize girmiş, odamıza kavuşmuştuk. Çocuk aklı, evde olup bitenleri o zaman çok fazla farketmemiştik ama çok değil, 2-3 yıl sonunda boşanmayla sonuçlanacak süreç o sıralarda hızlanmıştı. Nitekim babamız efendi maaşını alır almaz belediyede, özel bir otobüs firmasında şoför olan arkadaşlarıyla bir kaç gecede tüketiyor, buna karşılık annem her masrafa yetişmeye çalışıyordu. Maaş birahanede biterken iyiydi de(!), parası kalmayıp eve erken gelmeye başladığında kızılca kıyamet de kopuyordu. Türk erkeğinin en büyük sıkıntılarındandır, aşırı şişirilmiş egolarımız her yerde bizleri izler. Sorumluluklarından kaçan bir adamda, bu daha da feci sonuçlara yol açıyor. Kendini aile babası / reisi olarak kanıtlaması gerekirken, o işin kolayına kaçıp dayak atmaya çalışıyordu. Yukarıda Allah var, ben babamdan tokat yediğimi bile hatırlamam ama annemin maruz kaldığı şiddeti bu satırlarda tarif etmeye elim varmıyor. Yalnızca şu kadarını söyleyeyim, bu herif annemi ütü yaparken kordonla boğmaya kalkacak denli gözü dönen biriydi. Yok, içiniz rahat olsun, annem öyle altta kalır biri olmadığından fazla zarar görmedi bu eylemin sonunda. Herif boğmaya kalkarken, annem boş durmadı, ütüyü yapıştırı yapıştırıverdi. Ertesi gün dairede yanıkları nasıl açıkladığını her zaman merak etmişimdir.

Araya girenler oldu, çalıştığı devlet dairesindeki büyükleri, hatta o içkiler ısmarlayıp durduğu şoför arkadaşları nasihat etti; anneme tokat attı tüm tarak kemikleri kırıldı ama gerek kuldan, gerekse haktan gelen bu uyarılar adamı hiiiiç etkilemedi. Ben babama çok düşkün olduğum için aklım başına gelene dek bekleyen annem, en sonunda dayanamadı ve boşanma davasını açtı. Bir yıl süren dava sürecinde babamın "Alırım çocuklardan birinin velayetini, veririm yurda, o da görür gününü!.." konuşmaları yüzünden anneciğimin hiç rahatı huzuru olmamış ama çok şükür, hakim kardeşimin de benim de velayetimi anneme verdi. Haftasonlarında ve yılda on gün bizi yanına alma hakkı vardı peder beyin ama annemin zorlaması sonucunda bir defacık kullandı bu hakkını. Taş bitti, inşaat paydos!.. Sanki bizden de boşanmıştı İhsan efendi!..

Sonrası... Defalarca "Gelcem oğlum, Ankara'ya gitçez oğlum, lunaparkta minyatür trene bincez oğlum, zırt yapıp pırt pırtlatacaz oğlum!.." Sonu gelmeyen ve gerçekleşmeyen vaatler silsilesi. Bir defa Ankara'ya alıp getirdi, yukarıda Allah var şimdi, doğruya doğru. Onda da halarımız mutfakta karşılarına almış, "Anneannen şöyle, annen böyle, teyzen böyle..." diye diye zorla ağlatmışlardı bizi. Rükrük'ün (halamın minnoş ismi olur bu laf) "Ah yazık, bak çocuklar da annesinin aslında kim olduğunu duyunca bak nasıl üzüldüleeeer!.." demesi tuz biber ekmişti bunun üzerine, çocuk aklımla bir şeyler gevelemiştim gözyaşları arasında. Nasıl öfkelendiğim hâlâ aklımdadır.

Adamla yollarımız neden sonra yeniden Ankara'da kesişti. Hani nasıl olsa orada öğretim görevlisi bir halam var, babam da var; üniversite için destek olurlar dedik. Çıktım geldim yanına. Meğer halamlar da başlarından atmak için fırsat kolluyorlarmış. Batıkent'te bir ev kiralandı, bizi eski bir kaç parça eşyayla yolladılar. Konfor isteyen yok, evden okula kadar da 1.5 saat sürüyordu ama tek otobüsle gidiyordum. "Çok iyi yemek yaparım ben." diyen adamın tek numarasının da çalıştığı yerin kantininden el kadar biftekler alıp ocak üstü bir ızgarada pişirmek olduğunu gördüm ama dert değil. Bu sayede annem ilk yemek tariflerini yollamıştı mektupla bana, yemek yapmaya başlamıştım. İlk tarifleri kurufasulye ve pilavdı, sonra da karnabahar yemeği tarifini göndermişti canımın içi. Dediğim gibi, sorun yoktu benim açımdan. Ara sıra arazi görevlerine gidiyordu, evde bir hafta kadar tek başıma oturuyordum. Siyah beyaz bir televizyon, kör topal bir radyo, bir de kırmızı bir walkman... Batıkent'ten başlayan uzun yürüyüşler, zaman zaman Kızılay'a, zaman zaman Çiğdem Mahallesi'ne kadar... Haftalık alınan mizah dergileri, Gırgır, sonrasında Avni. Bunlar bana yetip de artıyordu. Tek bir kriz yaşadık, o da saçma bir şeydi zaten. Bir gece eve dönerken blokların arasına oturmuş üç gencin önünden geçiyordum. "Lan yaz gelmiş, bu kalın giyiniyo!.. Hoh hoh haa!.." gibisinden laf attılar, ben de önemsemedim yürüdüm. Babam da yine o eski arkadaşları gibi birilerini bulmuş, onlarla oturuyor. "Arkandan kim geliyor lan?" dedi biri, döndüm baktım. "Ahahah haha hah!.. Döndü baktı yaa!.." diye gülüştüler. Ayıların da şaka anlayışı olduğunu böylece bir kez daha görmüş oldum. "Şurdan geçerken üç kişi laf attı, onlar sandım!.." dedim. Hay demez olaydım, bunların zaten kafalar iyi, tuttular çocukları dövmeye gittiler. Az sonra geldi eve, burnundan soluyor!.. "Lan sen başıma bilmem ne mi olucan?!?" diye bas bas bağırıyor. Üçü de çocukmuş, neden kafa göz girmemişim, ben yeterince erkek değil miymişim, o beni böyle mi yetiştirmiş!.. Bu son lafını duyunca zaten gülmeye başladım, döndüm yattım. Hey Allahım!..

İki yıl iyi kötü geçti. Baktım, bir hareketlenme başladı bizim peder beyde. Meğer buna Samsun'dan birini bulmuşlar, 45 yaşında bir yaşlı kız. Ben yoktum, bir ara evlenmiş, kadını alıp gelmiş. Kadın da başta iyi gibiydi ama ortak bir tanıdığımız "Oğlum, o biraz delidir." diye uyarmıştı. Ben de doğrusu inanmamıştım. Neyse, 10 gün kadar kaldı evde, bir akşam "Ben seni çok sevdim. Evim Samsun'da filanca yerde. Gelirsen beklerim evladım." dedi kadın; ertesi gün akşam fakülteden döndüm, baktım ki eşyalarını toplayıp gitmiş. "Yapamazmış böyle, evine dönecekmiş. Biz gene beraber kalırız oğlum." dedi babam. Ben de eh dedim geçtim.

Yazın kamptan bir arkadaş edinmiştim, bir de İzmir'den bir arkadaşımız daha vardı. Üniversiteye yeni başlayacaklardı, yer olarak bizim evi teklif edince sevindiler. Babama da söyledim, "Tamam, ben Firdevs'le yeniden barıştımdı zaten. Evi size bırakırım, ben de Samsun'a giderim." dedi. Geldik Ankara'ya, evde 4 kişi yaşamaya başladık. Babam efendi gitmeye hazırlandığı ve bu arada ben de söylediklerine pek güvenemediğim için gidip evsahibini bulalım dedik. Evsahibi ateş püskürüyor. Meğerse İhsan efendi 7 aylık apartman aidatını ve 6 aylık kirayı vermemiş. Adam "İcraya verdim, çıkın evimden!!!" diyor, başka bir şey demiyor. Soluğu dairesinde aldım, "Baba neden haber vermiyorsun? Eve icra gelmek üzereymiş?" dedim. "Tamam, siz ev bulun, ben de eşyaları arkadaşın boş inşaatı var, oaraya bırakırım." dedi. 3. arkadaş "Ben yurda çıkıyorum zaten." dedi, ertesi sabah ayrıldı. Halamlar o arada İstanbul'a taşınmış olduğu için, diğer arkadaşla kişisel eşyalarımızı toplayıp bir başka arkadaşımıza bıraktık. Bu konuşma salı akşamı yapıldı, biz perşembe sabahı ev bulup eşyaları almak için haber vermeye dairesine gittik. Aldığımız yanıt: "E siz dün gelmediniz, ben de eşyaları sattım. Bu akşam Samsun'a gidiyorum."

Dairenin kantininden iki tane yaylı yatak aldık aceleyle, Kasım sonu Ankara soğuğunda çantalarımızı da alıp kiraladığımız eve götürdük. Yeni inşaat, asansör çalışmıyor, 9.kattayız ve sobamız filan da yok. Yerleri bile silip süpüremedik, yatakların ambalajlarını altlarında bırakıp, arkadaşla sokulduk birbirimize yattık uyuduk. Ertesi gün annem yorgan, battaniye gibi artık aceleyle ne lazımsa Ankara otobüsüne verip yolladı, biraz olsun ısınalım diye. Birkaç geceyi kamptan tanıştığımız bir başka arkadaşın bekar evinde geçirdik. Doğumgünümü kutlamıştık hatta, unutmuyorum. Yorganlar filan gelince artık kendi evimize geçtik. Ev arkadaşım eşyalarını biraz daha toparladı ama babacığım yine kayıplara karıştığından, benim de girdiğim işler yeterince kazandırmadığından annemden gelen parayla ancak karnımı doyurabildim, zar zor kiramı ödedim. Finaller biter bitmez de evden ayrıldım, yurda yerleştim.

Okulu uzattım, ilk yurt kapandı, başka bir yurda zar zor geçtim. Mezun olacağım yıl harç kredim kesildiği için yatırmam gerekiyordu. Çalıştığım radyoda maaşların üzerine yatmışlardı, annem zaten hem kardeşime hem de bana zar zor yetişiyordu; tuttum babamdan yardım istedim. Annem derdi, "Bu adam sana para verir gibi yapar, bir bakarsın, sen ona para veriyorsun." Babam "Oğlumu açıkta mı bırakacağım?!?" dedi, atladı geldi Ankara'ya. Eksiğim şimdinin 300 lirası gibi bir şey, babam tuttu bana 800 lira kadar para verdi. "Baba, bu kadarına gerek yok." diyorum, o ısrarla veriyor parayı. Neyse, iki gün sonra dönecek, "Oğlum, o paradan acil bir iş için lazım oldu. Ben senden şimdi 600 lira alayım, sonra Samsun'a varınca havaleyle göndereyim." dedi. "Baba," dedim, "harç için zaten bana 300 lira kadar lazım. Ben sana 500'ünü geri vereyim, kalanı zaten bana lazım olmaz." O ısrarla 600 gerektiğini, gider gitmez yatıracağını söyledi, hesap numaramı aldı, gitti. Bir gün oldu, iki gün oldu ses seda yok. En sonunda aradım artık, ertesi gün harcın son günü, sınavlara almayacaklar. Gayet bozuk bir sesle göndereceğini söyleyip kapattı. O gün akşam saatlerine doğru 100 lira gönderdi de harç paramı tamamladım. Sonrasında teşekkür etmek için aradım ama açan olmadı telefonu. Uzun bir zaman yine ses çıkmadı. Meğer o havale için yaptığımız görüşme son görüşmeymiş.

O arada prostat olmuş, yıllar yılı görmediği ve de aramadığı kardeşimin intern olduğu, doktorluğa adım atmak üzere olduğu aklına gelmiş beyefendinin. İstanbul'a gidip halamlar sayesinde bulmuş kardeşimi. Ağlak sızlak ifadelerle aslında onu ne kadar sevdiğini ama yıllardır arayamadığını anlatmış. Neyse, kardeşim mezun oldu ama tabii peder tedavisini olduktan sonra gene arayıp sormamıştı tabii. Hiç arayasım yoktu ama "Bak küçük oğlun doktor oldu, üstelik de 6 yıllık fakülteyi şanssız bir uzatmayla hepi topu 1-2 ay gecikerek başarılı bir biçimde bitirdi. Bir ara da kutla, sonrasında gene hasta olursan aramaya yüzün olsun." diyebilmek için aradım. Cici annemiz Firdevs çıktı telefona. "Firdevs Abla, babam orada mı?" demeye kalmadı, kadın açtı ağzını yumdu gözünü. "Düşün artık bu adamın yakasından!.. Daha ne kadar taşıyacak sizi?!? Ayıp sizin yaptığınız!.. Arayıp da rahatsız etmeyin artık bizi, o benim kocam!.." diye bağırıp kapattı.

Beyefendi o sırada yanındaymış. Karıcığının bağırıp çağırdığını görünce sormuş, o da benim aradığımı ve küfürler edip kapattığımı söylemiş. Adam olan "Sen benim karıma nasıl küfredersin lan?!?" diye hesap sormak için arar değil mi?!? Nerdee!.. Dedim ya, adamla son görüşmemiz olmuş meğer. Aramadı sormadı. Evimizin son derece kolay numarasını bildiği halde. Ha, kanser olduğu zaman gene kardeşimin kapısına salya sümük ağlayarak dayandı, o ayrı.

Yok, ölmüş değil. Kanser konusunda yanlış tanı konmuş, 6 ay ömür biçilmişti ama bir akrabamız 2 yıl sonra "Yok, İhsan ağbi sağlığına kavuştu, karısıyla mutlu mesut yaşıyor." dedi. Umrumuzda da değildi doğrusu, o adamdan kalsa kalsa borç kalacağı için zaten mirasında filan değildik. Mutluysa mutlu, aman bizden uzak olsun da diyorduk. Bunca zaman ölüm haberi gelmedi. Bir ara banka kayıtlarından baktım, yeni kredi almış, onu ödüyor. Hatta yeni bir ev almışlar karısıyla. Sonra halamızdan bir mesaj geldi. "Babanız iyi bir koca olamadı ama iyi bir babaydı. Şimdi boşandı, çok hasta. Belki siz onu sahiplenseniz tekrar iyileşir." (Bunu Papatyam'da da mı görmüştük)? Kısacası hanımefendi, "Ağabeyime bakmak zor geldi, alın başımdan!.." demeye getiriyor. Mesajların geldiği adreslere bloke koyduk biz de.

Acımasızlık mı? Hayır. En azından benim bakış açımdan değil. O adamdan artık nefret bile edemiyorum. Kabahat en başta onu yetiştirenlerde. Sorumluluk duygusunu hiç vermemişler, sonuçta hem annemin, hem benim, hem kardeşimin, hem de kendinin başı yandı. Ben de isterdim babamız başımızda olsun, bizim de diğer memur aileleri gibi emeklilik öncesi evi arabası olabilsin, annemle farklı soyadımız dolayısıyla neredeyse 30 yıl sonra bile sıkıntı çekmeyeyim. Ama olmadı. Boşanmak doğal, en az evlilik kadar. Ama boşanma sonrası ilgi göstermemek, bu doğal değil. Bu zamanla nefrete dönüşen bir sürece yolaçabiliyor. Nefret de bitiyor bir zaman sonra, hiçliği getiriyor.

En başta da dediğim gibi, böylesi numunelik oluyor, az bulunuyor. O nedenle kimse korkmasın. Ama lütfen unutmayın, bir sperm verilince baba olunmuyor. Sorumluluk ortak, uzun zaman da sürüyor. Kardeşim kötü örneği görüp, akıllı bir insan olduğu için ne yapmaması gerektiğinden yola çıkarak iyi bir koca oldu, iyi bir babalık yolunda da emin adımlarla ilerliyor. Sizler iyi bir baba olun ki, oğlunuz kızınız doğrudan sizi örnek alsın.

Mutluluk getirecek bir yıl dilerim!.. 2010'da sevgiyle!..

 
Toplam blog
: 39
: 2139
Kayıt tarihi
: 05.03.07
 
 

Bankacılığı bırakıp kendini reel sektörün kollarına atmış bir adamım... Kitaro başta olmak üzere ..