Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mart '08

 
Kategori
Öykü
 

Binmesine oynayacağız

Binmesine oynayacağız
 

Ağabeyimin güdüp getirdiği öküzlerimizi derede sulamış, koca cevizin dibine bağlamıştım. Öğleden sonra onları ben güdecektim. Ağabeyim ise Çakır Deresi’ndeki değirmenden bulgurluk sarı buğday almaya gidecekti. Elimde sapı koç boynuzundan yapılmış bıçağımla, yürüdüm dere boyunda. Böğürtlenlerin sardığı duvarı geçince iniliyordu suyun kenarına. Küçücük kumsallıktaki atkuyruklarından hemen sonra bir söğüt yükseliyordu. Tırmandım ağaca, bir dal kesmek için. Yaşlı söğüt tepeden bakıyordu dereye. Şırıl şırıl akıp giden suyun burgacında, yaprak ve yongalar dönüp duruyordu. Çıktığım dal büğetin hemen üzerindeydi. Korktum bir an ya dal kırılır da düşersem büğete diye. Daha önce iki can almıştı burası. Yıllar önce bu söğüdün dibinde iki sevgili buluşmuş. İki taze. İki mahcup. Delikanlı kıza, “Şu dala bir bak hele, nasıl da öpüp duruyor suyu, ”demiş. Kız da bakmış dala. Üzeri yapraklı kol eğilmiş, beyaz bıyıklar oluşturarak yüzüp duruyormuş suda. Kaptırmış kendini gidecekmiş ama kopamıyormuş gövdesinden. “Eyi de ne olmuş, yani” demiş, kız. Delikanlı bıyıklarını burmuş ve “Sen su olsan, ben de söğüt dalı” diyerek sarılmak istemiş yavuklusuna. Kız yerinden bir tavşan çevikliğiyle kalkmış ve “Olmaz. Düğünden önce asla olmaz” diyerek koşmaya başlamış. Oğlan da onu yakalamaya çalışırken ikisi birden düşmüş büğete. Kız sarılmış oğlana, sulara gömülmemek için. Delikanlı da onu kurtarmak için çabalarken olan olmuş. Gidiş o gidiş. Dikkatli basarak en düzgünlerinden bilek kalınlığında bir dal kestim. Boş kaldığım zamanlar oynayacak arkadaş bulamazsam, bu dala binecek, sol elimle ucundan tutup diğer elimdeki sopayı da ona “Deh, deh” diye vurarak koşacaktım toprak yollarda. Bu yaz belki de son kez binecektim söğüt tayıma. Ortaokula başlayacaktım çünkü.

Kasabamdan ilk kez uzakta yaşayacak olmanın mutluluğu içerisindeydim. Ne ahır temizleyecektim ne de hayvanlara saman verecektim. Eşeğe heybeyi atıp çarşıdan testiyle su da taşımayacaktım eve. Kente gidecektim, yeni arkadaşlarım olacaktı. Onlardan belki yeni oyunlar öğrenecektim de yazın yaylada arkadaşlarımla oynayacaktım.

Öküzleri çözüp saldım dere kenarına. Onlar yayılırken ben de söğütten atımı hazırladım. Sarmaşıktan bir de ip yapıp bağladım ucuna. Koşturdum birkaç kez ark boyunda uzanan yolda. Gölge iki yakayı da sarana kadar güttüm öküzleri ve ardından sürdüm onları ta yukarıdaki evimize kadar.

Öküzlerden birini boz armuda diğerini ise ayvaya bağladım ve evimizin arkasındaki bozuk bağda tayıma binmiş yalınayak başıkabak, koşturup dururken güneş, Alıç Dağı’nın arkasından kaybolmuş, yatağını hazırlıyordu. Anam, “Oğlum! Haydi, gel artık” diye seslendi. İkiletmek olmazdı anamın sözünü. Söğüt dalını bağladım balasıra, evimizin duvarının dışında kalan merteğine.

Anam, “Oğlum, nerde kaldın” deyince hemen koştum yanına. Tek gözlü bir taş evde oturuyorduk. Önünde de talvar denilen ağaç dallarıyla örülmüş bir gölgeliği vardı. Ocaklıkta yanmakta olan birkaç odunun sardığı sacayağının üstündeki külleri kararmış tencereden o nefis güz fasulyesi kokusu geldi burnuma. Anam, yerdeki çulun üstüne bir iteği sermiş, ekmek suluyordu. Tam o sırada, karşı yakadaki bayırdan bir çakal pavkırması duyuldu. Çömeldiği yerden hışımla kalkan anam, yanmakta olan bir odunu aldı ocaktan ve “Belan veresice, uzak dur bizden” diyerek fıcıttı onu sesin geldiği tarafa doğru. Odlu eğsi, kayan bir yıldız gibi düştü bağın içine.

Bu sırada “Çüş” dedi ağabeyim, eşeğin yularından asılarak. Çuvalı sardığı ipi çözdü, seklemi kucaklayıp indirdi ve dayadı duvara. “ Haydi, gülüm; bağlayıver eşeğimizi de” dedi bana sevecen bir ses tonuyla. Götürüp bağladım onu diğer hayvanların yanına. Boynuna da torbasını geçirip döndüm talvara. Taze fasulye, bulgur pilavı ve salata vardı sofrada. Yemekte annem bana, “Yavrum, ağabeyinle ikimiz yarın bulgur pişireceğiz; öküzlerimizi sen güdeceksin, istersen Başara’ya götür belki orada arkadaş da bulursun kendine” dedi.

Anam, şafakla uyandırdı beni. “Azığını hazırladım” dedi “tereyağında ekmek kavurup koydun yufkanın içine. Birkaç tane de yanal elma var azığında. Kabağa da su doldurdum.” Kahvaltı sonrası bindim eşeğe, öküzler önümde tuttum Başara’nın yolunu. Geniş bir alandı burası. Oraya ekilirdi nohut ya da buğday. Çamların arasından, uzunca bir yokuştan sonra varılırdı. Beleni aştığımda yayılmakta olan hayvanları gördüm. Bir arkadaş bulacağım için sevinmiştim. Tepikledim eşeği.

Güneş bir minare boyu yükselmişti vardığımda. Bir çamın dibinde komşu köyden Güllü oturuyordu. Helkeyle evlerine su götürürken görmüştüm onu, anamla köye gittiğimiz zaman. Kovalarını bırakıp koşup gelmişti yanımıza. O zaman tanışmıştık. Benden birkaç yaş büyük gibiydi.

“ Merhaba, Güllü Abla” diyerek indim eşekten. Hayvanın yularını çıkardım, onu da saldım boş tarlaya. Güllü, suratı asık “Abla lafı da nerden çıktı” dedi “biz akranız, sen bakma benim böyle serilip serpildiğime.” “Kızma, ben de sana şaka oldun diye abla dedim” sözü üzerine, kalktı yerden ve “Hoş geldin. Bizim oğlan” diyerek sarıldı bana ve öptü yanaklarımdan. Dağ başında, bir kız sarılıp öpmüştü beni. İlk kez böyle bir iş gelmişti başıma. Şaşırıp kaldığım için kollarım gitmemişti onu kucaklamaya. Ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemiyordum. Heyecanlanmıştım, kalbim küt küt atıyordu. Kızarmıştım kulaklarıma kadar. “Şuna bak, pancara kesti yüzü” dedi gülerek. Tuttu beni elimden, çekip oturttu yere. “E, anlat bakalım. Ortaokula gidecekmişsin bu sene. Şehirli kızlar tanırsın gayrı orada” diyerek başladı söze. Güllü’nün sorularını yanıtladıkça rahatlamıştım. Çeşitli konulardan konuştuk uzunca bir süre. Hayvanlarımız da gözden ıraklaşmamışlardı.

“Ne oynayalım, kapma taş mı attırık mı” diye sordu. Attırık, dedim. Güllü de bana iki sopa kesip gelmemi söyledi. Çevreme şöyle bir baktım. Az ilerideki tespih çalısı ilişti gözüme. Gidip oklava kalınlığında ve bir metre uzunluğunda iki dal kestim. Düzledim onları ve iki sopayla döndüm Güllü’nün yanına. O, sığırkuyruğu ile çamın dibini süpürmüş, bir elinde bir kazık diğerindeyse irice, yeşil bir kozalak vardı. “Deliğin darını mı yoksa genişini mi seversin” dedi. Dara sokması zor olur ama oyuna heyecan verir, dedim. Güllü, elindeki kozalağı yere koydu. Enini, boyunu çizdi ve kazmaya başladı. Ben de yardım ettim. Çukur açıldı. Güllü, kozalağı enlemesine sonra da boylamasına sokup çıkardı. “Evet, şimdi tamam” dedi. Ben de on ya da on beş metre ileriye gidip bir karış boyunda toprak yığını yaptım ve üzerine kozalağı yerleştirdim.

“Nesine oynayacağız” dedim. “Binmesine” diye yanıtladı Güllü. Kozalağı devirmek için önce o attı sopasını. Yıkamadı ama oldukça yakınına düşürdü. Sıra bendeydi; nişan aldım ve attım sopayı. O da gidip devirdi kozalağı. Ebe ben olmuştum. Getirdik sopalarımızı ve yeşil topu. “Ebe sensin. Sen sokmak isteyeceksin, ben de sokturmayacağım” diyordu Güllü. Kozalağı yere dikti ve sopasıyla vurdu. Kozalak havada uçuyordu. Ben hem ona bakıyor hem de koşuyordum. Yeşil yuvarlak düştü çakıllı kırmızı toprağa. Güllü yarı yola dek koştu ve durdu. Beni bekliyordu. Bense sopamla kovalayıp getiriyordum topu. Güllü’nün sağından atıp solundan geçtim. Kozalağı soktum deliğine. “Birrr” deyince o da “ Vay be! Şaşırttın beni, geçirebileceğini sanmıyordum” yanıtını verdi. Oyun yeniden başladı.

Bir Güllü ebeydi bir ben. Oyunumuz, güneş tepeye varıncaya dek sürdü. Bir sayıyla Güllü kazanmıştı. Geçti çukurun başına fırlattı sopasını. O da bir hayli uzağa düştü. “Gel bakalım” dedi “belini iyice eğ.” Atladı sırtıma. İki elimle arkasından iteleyerek biraz daha yukarıya aldım Güllü’yü. Gururuma dokunmuştu bir kızın bana binmesi. Düşeceğini söyleyerek ellerini omuzlarımdan sarkıtıyor, göğüslerimden tutunmaya çalışıyor, çimdikliyordu da ara sıra. Yol bitip tükenmek bilmiyordu, sanki bir kilometre götürmüştüm kızı. Dinlenmek için duraklayınca “Deh” diyor ve tıpışlıyordu sağımı solumu. Daha hızlı gitmem için de sürtünüp duruyordu üstümde. Sinirlerim tepemde vardık sopasının yanına. İndirdim. “Sağ ol, delikanlı ” diyerek bir de şapur şupur öpmez mi!

“Haydi, bir daha oynayalım” dedim. Başını sağa sola salladı. “Elime geçen fırsatı niye tepeyim ki” yanıtı üzerine nasıl yani, dedim. Bastı kahkahayı. “Sana bindiğimi köyde herkese söyleyeceğim, sen de el âleme rezil olacaksın. Düşün bir kere seninle nasıl dalga geçecekler.” Elim havada yapamazsın bunu yoksa gebertirim seni diyerek yürüdüm üstüne. Kaçmadı bile. Ben iyice yaklaşınca kolumu tuttu, dikti gözünü gözüme. Pırıl pırıldı badem gözleri. Bakışıyorduk öylece. “Söylememi istemiyorsan, şu iki şartımı yerine getireceksin: Birincisi, sığır gütmeye yarın da buraya geleceksin. İkincisi, sırtıma bineceksin ve ben de seni çukura kadar taşıyacağım. İstersen, hayvanları sular gelir sonra da evcilik oynarız.”

Ne yapacaktım şimdi? Gerçekten söyler miydi ki bana bindiğini. Şartların kabul dedim ama kesinlikle kimseye söylemeyeceksin. Haydi, dön de bineyim. İyi de ya yarın anam sığıra beni yollamazsa, o zaman ne olacak? Aman söyleyecek olduktan sonra nasıl olsa söyler diye düşündüm ve Güllü’ye binmeye kararlıydım. O da çoktan hazırdı sanki, hemen eğildi. Bindim. “Kollarını omzundan aşağı sarkıt ve iyice tutun, koşturacağım seni.”

Bir iki adım ya atmıştı ya da atmamıştı. “ Oh olsun, sana Güllü! Hep sen binecek değilsin ya” diyen bir ses duydum. Hemen indim. Baktım tanıdık birisiydi. O da Güllü’nün köyündendi; sığır gütmeye gelmişti az ileriye.

“Güllü’yü oyunda yıktım. Binerek geldim, binerek de dönüyordum” deyince Güllü de “ Heye, ya öyle oldu” dedi “ haydi, toplayalım hayvanları. Suya götürme zamanı geldi.”

Ağzım kulaklarımda, koştum çamın dibine azığımı ve sukabağımı almak için…

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..