Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Haziran '07

 
Kategori
Öykü
 

Bir uzun günbatımı

Bir uzun günbatımı
 

I.

- “Aaanne!”
- “Aaanne!”
- “Aaanne!”......

Sokakta, başını evlerinin balkonuna doğru kaldırmış yedi sekiz yaşlarında bir kız annesine sesleniyordu. Ama bunu ani bir istek ya da ihtiyacını dile getirme amacıyla değil de sırf canı sıkıldığı için yapıyor gibiydi. Kızın “anne” çağrısındaki vurgu ve uzatma istek durumlarında olması gerektiği gibi ikinci hecede değil birinci hecedeydi. Çağrısı aynı zamanda sıkıntı verici biçimde tekdüzeydi, bozuk bir musluğun düzenli fasılalarla damlattığı suyun bir kapta oluşturduğu birikintinin yüzeyindeki zara çarptığı andaki çıkardığı ses gibi...

Komşu evlerden birinde, hafiften göbekli bir adam küçücük odasında volta atıyordu saatlerdir. Voltanın her turu gidiş - geliş toplam on sekiz adımdan oluşuyordu. Kızın sesini duyuyordu. Önceleri bu sesi önemsememişti ama sonu gelmeyen çağrı, zaman ilerledikçe beyninin çeşitli noktalarına dübeller ve vidalar yerleştirmek üzere delikler açan bir matkaba dönüşmüştü. Ya da Çinlilerin su işkencesine benzer bir işkenceye. Hani, mahkumun tepesinde bir noktayı traş ederler, kafasını sabitleyip o kazınmış noktaya gelecek biçimde ağır bir tempoyla su damlatırlar. Ya da damlatırlarmış. Önceleri biraz serinlikten başka bir etki yaratmayan su damlacıkları, zamanla zavallı mahkumun kafasına inen tonlarca ağırlıkta bir çekiç darbesine dönüşürmüş. Adam bunu bir yerden duymuştu zamanında. Çinlilerin birçok şeyde olduğu gibi işkence yöntemlerinde de çok yaratıcı ve usta olduklarını bir kez daha kabul etti. Kızın sesini duymamamak için kulaklarını parmaklarıyla ya da küçük birer top pamukla kapatmak istedi ama yapmadı. Voltasına devam etti. Garip ve anlam veremediği bir şekilde, yürüyüş temposuna bağımlı hale geldiğini hissetti.

Yukarıda, sesin ulaşmayı amaçladığı balkonun arkasındaki mutfaktaki kızın annesi çok uzayan tırnaklarına bir kez daha baktı. Bakmakla kalmadı, uzun uzun incelemeye koyuldu onları. “Kessem iyi olacak” ya da “kesmeliyim artık” diye geçirdi içinden. Dün de aynı yere bakıp aynı şeyleri düşünmüştü. Tırnakları iyice uzamış, dokunduğu yerden kir parçaları toplayan becerikli, yan yana bir ahenkle çalışan on parçalık bir küreğe dönüşmüştü. Eşyaların yerini değiştirme, bir şeyi unuttuğunda hatırlayabilmek için istem dışı olarak alnına dokunma ya da kimsenin görmediği bir anda kaçamak biçimde kasıklarını kaşıma gibi faaliyetlerden kaynaklanan koyu siyah renkli kir parçaları... Kızının “aaane” diye çağıran künt darbeli sesini duyuyor ama cevap vermekte acele etmiyordu. Tıpkı tırnaklarını kesmeyi ertelemesi gibi, balkona çıkıp onun çağrısına cevap vermeyi de bilmediği bir sonraya bırakmıştı. Eve dönmekte çoğu zaman olduğu gibi bugün de geciken kocasını düşünüyordu tırnaklarına bakarken....

Biraz ötedeki bir binada bir adam can çekişiyordu. Ölümün onu unuttuğu yakıştırmalarına konu olacak derecede yaşlıydı; gövde kesitindeki yaş halkaları sayılamayacak ölçüde çoğalmış ağaçlar kadar yaşlı. Ölmeyi, yıllar önce kaybettiği yakınlarına kavuşmayı artık bu dünyada yaşamaktan daha çok ister duruma gelmişti. Ölümü özlemişti. “Bugün hergünkünden daha kötüyüm; bu iyiye işaret. Belki bugün giderim artık” diye umut etti zorlanarak nefes alırken. Zaman tuttu; bine, onbine, yüzbine kadar saydı, ama olmadı.

Kadının kocası, kızın babası ya da balkonlu evin sahibi, arabasıyla hızla yol alıyordu evine bir an önce dönebilmek için. Yorulmuştu, uykusuzdu, evini, eşini, çocuğunu ve gizlemeyi başardığı sevgilisini özlemişti. Gaza sonuna kadar basarken yorgun gözkapaklarını açık tutmaya çalıştı. “İki saatte varırım” diye geçirdi içinden. “Hemen bir duş alır, yemeğimi yer, pijamalarımı giyip uzanırım.”...

Sokakta bir başka evdeki bir yazar, yıllarca kafasında yazıp nihayet kağıda dökmeyi başardığı romanını tamamlamak üzereydi. Romanında karakterleri iyice ete kemiğe büründürmüş, gerilimi, esrar perdelerini, olayların gelişimini ustalıkla düzenlemişti. Okunacağı, en azından okuyanların çok beğeneceği kesindi. Artık son sayfaya gelmişti. Bir kitabı bitirmenin heyecanı içinde gayretle çalışıyordu. Evi, kızın sesini duymayacak kadar da uzaktaydı çok şükür.

Uzakta bir yerlerde, bir haham, bir papaz ve bir imam Tanrının işleri üzerine tartışıyorlardı günlerdir. Çok şeyi sonuca bağlamış, birçok şey üzerinde ise kadim çağlardan bu yana olduğu gibi yine anlaşamamışlardı. Tartışma, Tanrının tatile ihtiyaç duyup duymayacağı üzerinde düğümlenmişti. Ve düğüm çözülmüyordu. Her din adamı, kendi inanç sisteminden ve felsefeden ve teknolojiden tumturaklı kanıtlar getiriyor, ötekiler bir an ikna olur gibi oluyor ama öyle davranmaları gerektiğini hatırlayıp o kanıtlara karşı kendi zorlama kanıtlarını sunuyorlardı. Tartışma, sonsuza dek, Tanrının nihayet gerçek yüzünü onlara göstereceği ana kadar sürecek gibiydi.

Duraklarda yolcular birikiyordu. Otobüsler bir türlü gelmiyordu. Öte yandan yoldaki otobüsler, ya da minibüsler ne kadar yol alırlarsa alsınlar bir türlü duraklarına varamıyordu. Trenler, bitip tükenmez tüneller içinde gidiyor, yolcularını indirecekleri ya da yeni yolcular alacakları istasyonlara ulaşamıyorlardı.

Zaman, hem geçiyor hem geçmiyor gibiydi. Lineer çizgiler sonsuza uzuyor, çemberler tam kapanmak üzereyken kapanmıyor, döngüler bir türlü tamamlanamıyordu. Ve bütün bunlar olağandışı biçimde uzayan bir günbatımı sırasında oluyordu...

II. ve III. bölümler sonraki blogda
 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..