Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Nisan '14

 
Kategori
Deneme
 

Bir uzun Hikaye 'onun hikayesi' (yirmi ikinci bölüm - devam edecek)

Bir uzun Hikaye 'onun hikayesi'  (yirmi ikinci bölüm - devam edecek)
 

O çocuk


Aşçı da gençten biriydi. Lokanta kendilerinindi. Babası onu okutmak için okula yazdırmış ama o arkadaşlarıyla saklıca buluşup sigara içmek, oyun oynamak sevdasına dalınca babası onu okuldan almıştı. Şimdi yanında çalıştırıyordu.
 
Kendi yaptığı hatanın farkında olduğu için çocuğa “Okuldan gaytarma, oku.” diyordu.
 
Aslında yemek parası da seksen kuruş tutuyordu. Ama elli kuruş almış, otuz kuruşu çocuğa harçlık bırakmıştı.
 
Ama çocuk, aşçının bu iyiliğini hiç bilmeyecekti. Aklında aşçının en son “Oku adam ol” lafı kalmıştı. İçinden ‘Tabii okucen, hemi de kafalı adam olucen, hemi de çok kafalı…’ diye geçiriyordu.
 
Bu şekilde karnı dibek gibi doymuş; elinde çantası, içinde yeni kitap ve defterleri, kalemi, silgisi, kalemtraşı, pergeli, gönyesi, iletkisi, resim defteri, resim kalemleri; velhasıl okumak için ne gerekiyorsa bütün araç gereci, hevesle okula gidiyordu.
 
Zaten öğle paydosu bitmişti. Okula varınca hademe, dersin başlama zamanının geldiğini belli etmek için elindeki zili çalıyordu. Sınıfa girdi. Onu elinde çantayla gören arkadaşları imrenerek baktı. Diğer çantası olan öğrencilerle çantasını karşılaştırdı.
 
Okul başlayalı bir hafta olduğu hâlde dersler boş geçiyordu. Öğleden sonraki iki saat de serbest çalışmayla geçti.
 
Akşam paydos zili çalınca çocuk heyecanla evin yolunu tuttu. İçinden “Acaba Emine Nine gızar mıykı?” diye bir korku vardı. Bir yandan Emine Yenge’ye aldığı yeni çantasını, öteki aldıklarını da göstermek için sabırsızlanıyordu.
 
Eve vardı. Baktı Emine Yenge gözükmüyordu. Kapısının da kilitli olduğunu gördü. Sağa sola bakındı. Akşam da olmak üzereydi ve hava soğumaya başlamıştı.
 
Çok şaşkındı. “Acaba Emine Nine nereye giddiy ki?” diye düşünüyor, bir cevap bulamıyordu. Üşümüştü. Odasına girdi. Oda buz gibiydi. İlk kez kendini yapayalnız hissedip ürperdi. İçine bir gariplik çökmüştü. İçi ‘göğnüdü’, minderin üstüne kapanıp ağlamaya başladı. Ne kadar zaman geçti farkında değildi, çok üşümüştü. Kapandığı yerden doğruldu. Havanın karardığını fark etti, çok korktu. Ne yapacağını bilemiyordu.
 
Usulca ocağın yanına sürünüp el yordamıyla kibriti bulup yaktı. Kibrit alevinden çıra torbasını seçti, oradan iki üç çıra aldı. Kibrit sönmüştü. Tekrar bir kibrit yaktı çıralardan birini tutuşturdu, öbür çıralarla birlikte yanan çırayı ocağın içine düzgünce koydu.
 
Köyde anasına ocak yakarken çok yardım ettiği için elleri alışkındı. Gitti kök torbasından iki kök aldı. Bu sırada köklerin çok azaldığını fark etti. Kökleri ocağın içine, çıraların üstüne gelecek şekilde koydu. Ocaktaki aleve bakmaya başladı.
 
Bu sırada köyü aklına geldi. Emine Yenge’nin hâlâ gelmediğini düşünüp “Acaba nerdey ki?” diye merak ederek dışarı çıktı.
 
Dışarısını pancar lojmanlarından gelen elektrik ışıkları biraz aydınlatıyordu. Ama bu alacalı karanlık ilerdeki ağaçların, çalıların şekillerini acayipleştiriyordu. Esen sert bir rüzgârla o çalılar ve ağaçlar sallandıkça daha korkunç gözüküyordu. Rüzgârın sesiyle ağaç ve dalların görüntüsünden korkup odasına girdi. Tuvalete gidecekti, korktu, “Sabah giden.” dedi.
 
Çabucak soyundu, sonra gidip kapının ardındaki ‘tırkıyı’ geçirdi. İlk kez kapısını “dayaklıyordu”. Ocağa bir kök daha attı ve yatağın içine uzandı.
 
Gözü pancar lojmanlarına bakan penceredeydi. Dışarıda, hemen pencerenin önünde duvarın dibindeki çalılar rüzgârla arada bir cama vuruyordu. Belki daha önceleri de çalılar camda böyle ses çıkarıyordu ama çocuk korkuyla şimdi her şeyi daha iyi fark ediyordu. Uzunca süre gözünü camdan ayıramadı.
 
Neden sonra Emine Yenge’nin nereye gittiğini düşündü. İçinden ‘Herhal oturmaya gitti, geç vakit gelir herhal.’ diye kendini teselli edip biraz rahatladı. Bir süre sonra uykusu geldi ve uyudu.
 
Sabah yine ayaz çökmüş, oda bile buz gibi olmuştu. Yatağın içine gömülmüş olan çocuk, soğuğun etkisiyle uyandı. Gece Emine Yenge’nin olmadığı aklına geldi. Ocağı sönük görünce içini bir korku kapladı. “Emine Nine niye kalkmadı acaba?” diye düşündü. Titreyerek yataktan çıktı. Acele giyinip ocağın yanına gitti. Külün içinde çok az köz vardı. İyice azalan çıradan iki tane alıp geldi. Önce üfleyerek tutuşturacaktı. Köz çok zayıftı. Kibritle tutuşturup ocağın içine çapraz koydu. Çuvaldan bir küçük kök alıp bunların üstüne koydu.
 
Hareket edince biraz ısınmıştı. Tuvalete gitmek için dışarı çıktı. Emine Nine’nin kapısı hâlâ kilitliydi. “Neriye giddi acıba bu garı?” diye düşündü ama bir sonuca varamadı.
 
Çabucak tuvalete gidip işini gördü. Odasına girdi. Ocağın içine sokulu bakır ibriği alıp dışarı çıktı, yüzünü yıkadı. Su ılıktı ama dışarısı çok soğuktu. Acele içeri girdi. “Yiyecek bir şey var mı?” diye bakındı. Ekmek mendilinin içinden biraz kurumuş yufka çıkardı, çanağın içinde tozlanmış pekmeze o yufkadan banarak biraz ekmek yedi.
 
Nedense canı yemek istemiyordu. Hafiften de karnı ağrıyordu. Kravatını taktı, yeni çantasını eline aldı, şapkasını giyip okula gitmek için dışarı çıktı. Etrafa bakındı. Birini görse Emine Yenge’yi soracaktı ama etrafta kimse yoktu. Okula doğru yürüdü.
 
Okula vardığında çok durgundu. Aklında Emine Yenge vardı. “O olmudan ben nasıl ederin ki?” diye düşünüyordu. Bir başına, köyden uzakta yapayalnız kalmanın ürküntüsünü yaşıyor ama bunu kimseye anlatamıyordu.
 
Öğretmenler derslere girdi çıktı, onun durgunluğunu fark eden olmadı. Öğle paydosu verildi. Çantasını kilitledi. Dışarı çıktı. Gideceği bir yer yoktu ki.
 
Eskiden Emine Yenge varken “koşmacı eve giderdi”. O saatte Emine Yenge mutlaka yiyecek bir şeyi hazır ederdi. Şimdi o da yoktu, nereye koşmacı gidecekti ki? Döndü, sınıfa girdi. Sınıfta kimse yoktu. Sıraya kapanıp ağlamaya başladı. Epey ağladı, sonra gözlerini silip dışarı çıktı.
 
Karnı da acıkmıştı. Aklına dünkü aşçı geldi. Cebinde otuz kuruş vardı. Lokantanın önüne gitti. Kapıda yine o gençten aşçı vardı. Onu görünce gülümseyip “Ne o delikanlı, acıkdın mı?” dedi. Usulca “Acıkdım dayı” dedi. Aşçı ona “Gel baken buruya.” deyip içeri girdi. Çocuk da arkasından içeri girdi. Aşçı “Otur şöyle. Paran var mı?” dedi. Çocuk dünden kalan otuz kuruşu çıkarıp “Bu var.” dedi.
 
Aşçı “Sen nerelisin? Senin burada kimin kimsen yok mu?” diye sordu. Çocuk usulca “Emine Ninem var.” dedi. Aşçı “Ee eve niye gidmedin? Böyle her gün aşçıya gelesen evin yolunu bulumazsın.” deyince çocuk aşçı kızdı zannedip korktu, gitmek için kalktı.
 
Aşçı çocuğu korkuttuğunu anlamıştı. “Dur yavu korkma, ben senin eyiliğin için öyle dediydim. Emine Yenge evde yok mu?” dedi. Çocuk yine sandalyeye oturmuştu. “Yok” dedi. Aşçı “Neriye giddi?” deyince çocuk “Bilmeyon” dedi. Aşçı “Yumruk gadar çocuğu sorumsuz garılara bırakıp gidiyola, ne ana bubular var yahu, cık cık…” diye gidip bir tabak kuru fasulye, bir tabak da pilav getirdi.
 
Çocuk otuz kuruşu uzatınca “Goy onu cebine ama böyle her gün aşçıya gelme, buna para dayanmaz.” dedi. Çocuk parayı vermekte ısrar edince “Aferin, arlı bi çocuğa benzeyosun, bi daha gelince alen, sen şindi onu cebine goy.” dedi.
 
Çocuk usul usul karnını doyurdu. Sudan içecekti, utandı. Yerinden kalktı, ileride duran aşçıya “Ben gidiyon dayı.” dedi ve usulca çıkıp gitti.
 
Çocuğun aklında hâlâ aşçının “Yumruk gadar çocukları sorumsuz garılara bırakıp gidiyola.” lafı vardı. Aşçının o lafı Emine Yenge için söylediğini anlamıştı. İçinden ‘Emine Ninem bene bırakıp gidmez ki. Bi işi çıkmışdır, bugün gelir’ diye geçiriyordu. 
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..