Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Temmuz '10

 
Kategori
Siyaset
 

Bu Toprakların Yasları Bitmez

Bu Toprakların Yasları Bitmez
 

Onyedi sene önce bu gün, Bakırköy sahilindeki çay bahçelerinden birisinde, birkaç arkadaş oturmuş sohbet ediyorduk. Havadan sudan konuşuyor, birbirimize takılıyorduk. Bir süre sonra çay bahçesinden kalktık ve Bakırköy’ün içerisine doğru salına salına yürüdük. Etrafa baktık, insanları izledik ve o her zamanki yemek yediğimiz, çorba içtiğimiz Çavuş’un lokantasına girdik. Nedenini bilemediğim bir sıkıntı vardı içimde ama nedeni hakkında bir fikrim yoktu. Birer çorba içtik ve tekrar kalkıp Bakırköy’ün cadde ve sokaklarında yürümeye başladık. Nedendir bilmem ama Bakırköy’ü çok severim. Caddelerinde, sokaklarında dolaşmak bana ayrı bir keyif verir. O yıllarda tamda tren istasyonunun yanında kaldırım kitapçıları vardı ve ben ne zaman Bakırköy’de dolaşmaya çıksam, mutlaka bu kitapçılara uğrar, kitapları seyre dalardım. Bir baştan bir başa o kitapçıların raflarını dolaşırdım. Belki birkaç saatimi alırdı bu aktivite ve sonrasında yine Bakırköy’ün o kendine has kalabalığının içerisinde, etrafı seyrederek yürümeye başlardım. Şimdilerde o kitapçılar kalkmış. Kitapçıların sokağı kelaynak kuşları gibi, sefil bir halde, öylesine bir sokak hali ile duruyor istasyonun yanında. Bu denli güzel bir sokak pazarının heba edilmesinin mantığı neydi, doğrusu hiç bilemedim. Benzer bir şey Antalya’da da yapıldı ve Cumhuriyet Meydanının hemen yanı başındaki kaldırım kitapçıları yıllar önce kaldırıldı. Oysa o kitapçılar kurulduğu mekâna müthiş bir canlılık, müthiş bir hareketlilik kazandırıyordu. Kentin kültür hayatına önemli katkılar sunuyordu. Şimdi ise anlamsız bir mekân haline dönüşmüş durumda Cumhuriyet Meydanındaki kitapçıların bulunduğu park. Belki de anlamını yitirmiş olmasındandır diye böyle düşünüyorum.

Onyedi sene önce bu gün...

Bakırköy’de dolaşıp durduk gün boyu. Ve bir ara aklımıza bira alıp, sahildeki dalga kıranların üzerine oturup, o sıcak havanın insanı kavuran haline inat biralarımızı yudumlamak fikri geldi. Ve bu fikri hemen uygulamaya soktuk ve o dalga kıranların üzerine tüneyen biz dört arkadaş, biralarımızın keyfini çıkarmaya başladık. Yorgunluk mudur, nedir bilinmez ama, üzerimde feci bir ağırlık, feci bir sıkılganlık var. Akşam saatleri iyiden iyiye kendisini gösterdiğinde o dalga kıranların üzerinden kalktık ve evlerimize dağıldık. O akşam ablamlara gitmiştim ve ölüm sessizliğinde bir ev hali vardı ortada. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Sivas’ta taş üstünde taş kalmamıştı. Ülkenin ne kadar değerli yüzü varsa ölüme kucak açmıştı. Hemde yok yere ve bir devlet, her dem laf ettiğinde mangalda kül bırakmayan o devlet, Sivas’ta ölümlere bıyık altından gülercesine seyirci kalmıştı. Bu ülkenin değerleri, dumanların arasında kalıp cayır cayır yanarken, bu ülkenin devlet idaresinden sorumlu ne kadar üst düzey ismi varsa, ülkenin tarihine kara bir leke olarak geçecek olan bu kanlı katliam olayını bıyık altından gülercesine seyrettiler. Ve 2 Temmuzlar bu ülke tarihinin kara günü olarak kanlı tarihimizdeki yerini aldı. Ben bu yüzden her 2 Temmuzda, elimde olmaksızın yas tutarım. O gün içimden bir şeyler yapmak gelmez. Sadece çalışırım, işimi yaparım ve o gün, yüzümde tebessüme dair her hangi bir ize rastlamak mümkün olmaz.

Ne yalan söyleyeyim, bu ülkenin her günü yas ilan edilse çok garip kaçmaz diye düşünüyorum. Yılın her günü, geride bıraktığımız her günün birer kanlı günü olarak anılsa yeridir. Zira o denli çok kitle kıyımları yaşamışki bu topraklar, o denli çok aydını, bilimi adamı bizatihi o devletin şevkatli! kollarında kara toprakların bağrına gönderilmişki, yılın 365 günü dahi yetmez bu kanlı tarihin sayfalarını karıştırmaya başladığımızda. Mazisi kanla yıkanmış olan bir toplumun ayakta kalma ihtimali var mıdır? Sanmıyorum. O kanlı tarihimizi bu günlere kadar hamasetlerle taşımışız. Baskı ve sindirme yollu, otoriter zihniyetli bir yönetim anlayışı ile bu günlere gelene kadar o denli çok kanlar akmışki bu topraklarda, sanki pamuk ipliği misali ayakta kalan bir topluma dönüşmüşüz. Oysa evet oysa çok çeşitliliği, çok kültürlülüğü, farklılıkları demokratik zeminler içerisinde, özgürce kendilerini ifade edebilecekleri bir anlayışı devlet kendisine ilke edinseydi, bu kanlar dökülür müydü? Pek tabiki dökülmezdi ve bu toprakların kendisine özgü olan o çok kültürlü hali dünyaya örnek olurdu. Bütün dünya imrenti duyguları ile bakardı bize. Ne varki dünya nezdinde değil imrenilmek, itici bir toplum olma hüviyetinde hızla ilerledik ve son kertede, kendi aydınları bir otelde yanarken, o insanları korumakla mükellef olan devlet, bıyık altından gülercesine izledi o kanlı katliamı. Daha ötesi yok.

Bu devlet aydın insanını hiç sevmedi zaten. Aydın olmak her zaman zor oldu bu topraklarda. Cumhuriyet tarihinden bu yana, işte Nazım Hikmet’in başına gelenler ortada. Sertellerin başına gelenler ortada. Sabahattin Ali’nin başına gelenler ortada. İşte Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Mahir Çayanlar, İbrahim Kaypakkayalar, Ulaş Bardakçılar ve daha niceleri. Az ağıtlar yakılmadı bu insanların ölümleri üzerine. Alın size tarihimiz. Bu tarihle mi övünç duyuyorsunuz çok sayın devlet sever arkadaşlarımız. Bu tarihle övünç duyulmaz, sadece utanç duyulur. Bu ülkenin darbeleri ile övünç mü duyacaksınız? Seçilmiş insanını dahi bir dizi usulsüz yargılamalarla ipe gönderen tarihimiz mi bize övünç veriyor? Aslında bu serzenişlerimi çok da tuhaf bulmaktayım. Zira bu ülke topraklarında darbe yapan bir kimsenin, ressamlığa merak salması kadar ironik bir durum olamaz herhalde. Ve biz, toplum olarak bu durumu kanıksamışız. Ben eminimki dünyanın hiçbir yerinde bu denli mizahi bir konu bulunamaz. Darbecisi, resim sever başka bir ülke var mıdır?

Rahmetli annem anlatırdı. Sivas’ta köylerinin üzerinden geçen uçakları gördüklerinde, dedem büyük bir hüzünle ve ağlamaklı bir halde “Dersim’i bombalamaya gidiyor bu uçaklar” dermiş. Gizli gizli ağlarmış dedem. Kimi zamanda ortadan kaybolurlarmış en büyük dayımla. Dersimlilere yardım götürürlermiş. Bu yüzden bir haylide işkence görmüş dedem ve dayım.

Hıfzı Topuz’un kaleminden okumuştum Sabahattin Ali’nin hayatını. Biyografiler her zaman hoşuma gitmiştir. Hele hele roman tadındaysa daha bir başka oluyor o biyografileri okumak.

Hıfzı Topuz’da, “Başın Öne Eğilmesin” kitabında Sabahattin Ali’nin hayatını nefis bir dille anlatmış. Sabahattin Ali’nin ince ve naif kişiliğini ortaya sermiş kitabında. Daha önce Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” romanını okumuştum. Yıllar önceydi ve bende hayli derin izler bırakmıştı. “Kuyucaklı Yusuf” romanı yüzünden merakıma girmişti Sabahattin Ali’nin hayat hikâyesi. Kimi kaynaklardan okuduysamda Sabahattin Ali’nin hayat hikâyesini, Hıfzı Topuz’un “Başın Öne Eğilmesin” kitabındaki kadar derli toplu bir şekilde okumamıştım. İlgili döneme ilişkin hem siyasal ve politik olayların yansıtılması ve hemde bu olayların içerisinde yazın hayatının, ülke edebiyatının hangi noktalarda olduğunun ele alınması ve basın dünyasına ilişkin birçok veriye rastlamak mümkün. Ve o yıllarda Sabahattin Ali’nin başına gelenler bir ibretlik vesikadır aynı zamanda. Cumhuriyet döneminin bu naif aydını, edebiyatçısı Sabahattin Ali salt komünist olduğu gerekçesi ile devletin gayet cömert bir şekilde ilgilendiği bir isim olmuş. Sürgünlere gönderilmiş, öğretmenlik yapamaz hale gelmiş ve yaşamının önemli bir bölümünü cezaevlerinde geçirmiş. En nihayetinde Istıranca Ormanlarında cesedi bulunmuş. Gözleri oyulmuş, kafatası parçalanmış, vücudunda kırılmadık kemik kalmamış bir vaziyette. Sabahattin Ali cinayeti, bu ülkenin kanlı tarihinden önemli bir kesittir aslında. Faili meçhule kurban gitmiş bir yazar Sabahattin Ali. Sabahattin Ali’nin şiirleri bu gün dinlediğimiz birçok güzelim şarkıların kaynağını oluşturuyor. Ve en nihayetinde geçtiğimiz yasama döneminde CHP milletvekili Mustafa Gazalcı, Sabahattin Ali cinayetinin tekrar araştırılması için meclise önerge veriyor ama ilgilenen kimse olmuyor. Aradan geçmiş 59 sene…

1992 yılının Temmuz ayında Antalya’ya tatil amaçlı gelmiştim. Antalya’daki evimize kapanıp, sürekli kitap okuyordum ve Erdal Eren’in hayatını okumaya başlamıştım bir ara. Derin izler bırakmıştı Erdal Eren’in hayatı benim zihin dünyamda. 17 yaşında, suçu dahi sabit değilken, yaşı büyütülüp idam edilmişti Erdal Eren. 1980 darbesinin en feci kararlarından birisiydi Erdal Eren’in idam kararı. Bu toplumun vicdanında ağır yaralar açmıştı. Devrimci, naif bir lise öğrencisiymiş Erdal Eren. Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği’ne de üyeymiş. O dönemi halen dün gibi hatırlarım. Erdal Eren idam edilmeden önce, darbe dönemi olmasına rağmen bu ülkenin vicdan sahibi insanları az mücadele etmemişlerdi. Ama kimsenin kulağı duymadı ve 17 yaşında bir çocuk göz göre göre yağlı urganın ucunda sallandırıldı. Aleme ibret olsun diye devlet bu cinayeti işledi. Devletin en yalın halini Erdal Eren cinayetinde görmüştüm.

Abdi İpekçi’yi öldüren Mehmet Ali Ağca’nın kim olduğunu, kime hizmet ettiğini artık bilemeyen yok gibidir. Yani efendim 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde sağ sol çatışmaları olarak ifade edilen çatışmaların aslında bir sağ sol çatışması olmadığını, devlet ile halkın çatışması olduğunu anlamak için, dönemin Ülkücülerinin kimlere hizmet ettiklerine iyi bakmak gerekir. Kimlerden nasıl destekler aldıklarına, kimlerle nasıl ve ne türden ilişkiler içerisinde olduklarını iyi gözlemlemek gerekir. Bizatihi devletin bu kesime nasıl yön verdiğini görmek için bilmemki kâhin olmak gerekiyor mu? Hani şu bakımdan bunu söylüyorum. Birçok kanlı eylemin altından sürekli Ülkücülerin çıkması bir tesadüf müydü?

Her biri birer provakasyon eylemi olan bu cinayetlerde devlet şüphesizki ülkeyi darbeye doğru taşıyacak kaldırım taşlarını döşüyordu. Benzer bir durumu sonraki yıllarda birçok defa gördük ve geçtiğimiz aylarda Uğur Mumcu’nun oğlu Özgür Mumcu, babasını öldürenlerin İslamcılar olmadığına dair vurgu yapmış ve bu işin altında kotrgerillanın olduğunu işaret etmişti. Zaten aklı başında olan herkes bu durumu fazlası ile algılıyordu ve 1993 yılın 24 Ocağında öldürülen Uğur Mumcu ve aynı yılın yedinci ayında İslamcılar tarafından bir kalkışma ile katledilen 37 aydın insan. Ve dahada önemlisi katliamı her ne koşulda olursa olsun seyreden bir devlet. Hakikaten bir şeylerin zihnimizi gıdıklaması gerekmiyor mu?

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..