Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Eylül '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Bursa'da ulu on gün

Bursa'da ulu on gün
 

www.bursayg21.org


 

Ulucamii, Uludağ, Uluyol, Uluçınar…

Şayet ulu bir kent hayal ettiysen burası Bursa olur…

Otoyoldan şehre yaklaşıp da; Uludağ eteklerindeki manzarayı gördüğünde, kent sana hâlâ Osmanlı’yı anımsatıyorsa gerçekten de ulu bir kente misafir olduğun için şanslı say kendini…

O kadar şanslısın ki, nerdeyse Yarhisar tekfuru Mihalis’in kızı Holofira’nın (Nilüfer Hatun’un) henüz Orhan bey’le evlendiğini düşünürsün.

Çok mu tarihe daldım?

Tamam, o zaman çıkalım tarihin derin sularından. Kendimizi yeni yapılmış modern otobüs terminalinde bulalım. Otobüs terminalleri… Ayrılıkları da kavuşmaları da aynı anda yaşatan zıtlıklar mekânı. Bu mekânda inmek için herkes bir an önce sabırsızlanır. Otobüs hızını düşürüp nazlı nazlı terminale doğru ilerlerken yolcular, sabırsızca üst bagajlardan el çantalarını uyuşmuş bacaklarına rağmen alırlar.

… işte kent merkezi. Eskidendi çok eskiden, burası otobüs terminaliydi, şimdiyse “kent merkezi alışveriş merkezi.” Zamanın acımasızlığı bir kez daha yüzüne çarpar. “Ne kadar çabuk burası kent merkezi oldu” dersin. Oysa buralar nasıldı? Hoppss yaşlanıyor musun ne? Yok yavvv?

Zamana inat; Bursa’da zaman içinde zaman; Osmanlı’yla birlikte Türkiye’nin yozlaşmış apartman kültürünü de aynı anda yaşarsın.

Türkiye’de bu kent mimarisi kimin tarafından yaratılmış diye sürekli sorguladığım –bir cadde, caddeyi kutsayan sağlı sollu ikinci sınıf apartmanlar ve caddenin ortasında heykel. Arka sokaklarda ne var, diye sorma bana? Bilirsin işte üçüncü veya dördüncü sınıf apartmanlar.

Oysa Bursa’da; Uludağ’ın eteklerinden mi, yoksa Osmanlı’nın ilk başkenti olmasından kaynaklanan müthiş bir kent hazinesi olan tarihi eserlerinden mi; ne kadar sanayi şehri olursa olsun yok edilemeyen, yok olmayan muhteşem yeşilliği mir, Bursa’yı diğer kentlerden ayrı bir yere koyar.

Burada “aynılık” yoktur. Hani bazı insanlar için nev-i şahsına münhasırdır, deriz ya, Bursa’da böyle nev-i şahsına münhasır bir kenttir.

Kapalıçarşı, Aynalıçarşı, Kozahan…

Peki; Yeşil Türbe, Yeşil Camii, Ulucamii, Murat Hüdavendigar Camii, -Osmangazi, Orhangazi, Yıldırım Beyazıd Türbeleri,- Süleyman Çelebi Türbesi, Karagöz, Karamustafapaşa Hanı, Atatürk Evi, Atatürk Av Köşkü, Somuncu Baba Türbesi, Tezveren Hazretleri, Kent Müzesi, Irgandı Köprüsü, Bizans Mağaraları, Cumalıkızık, İnkaya (tarihi çınar) desem, yeterli mi?... Tamam, ne dediğini işittim…

Ya ilk yerleşim alanları; Pınarbaşı, Tahtakale, Tophane, Muradiye, Gökdere… Bursa’ya gidip de, buralara gitmemişsen, Bursa’yı gördüm sanma kendini.

Bursa’da dolaşırken acıktıysan doğru Şehreküstü semtindeki Reyhan çarşısında, köfteci Kemal’de al soluğu. Mekânın salaşlığı düşündürmesin seni. Leziz köfteleri midene indir afiyetle. Yok salaş yerlerden hoşlanmıyorum, ben lüks ve fena halde hijyenden hoşlanıyorum dersen, o zaman meşhur İskender kebapçısına gideceksin. İstersen üstüne kestane şekeri de yiyebilirsin.

Sizin şehirde görünümü lahmacuna benzeyen ama adı “cantık” olan bir yiyecek var mı bilmem? Burada çok meşhur. Peki tahanlı çörekleri. Çarşı dönüşü ikindi çayının yanına ya da sabah kahvaltıya da alabilirsin. Benden söylemesi.

Eeee demlenmeyi sevenleri de unutmadım elbet. Arap Şükrü desem, Arap Şükrü sokağı desem, “vayyy” dersin. Bu sokağın önünden dahi geçerken için şenlenir, “yahu gidip şurda iki tek atsam n’olur?” dersin. Arap Şükrü’nün önündeki balıkçı tezgâhlarını Bedri Rahmi Eyüboğlu görseydi mutlaka “oyy anam oyy Bursa’da balık” temalı bi tablo bi de şiir patlatırdı.

İnkaya’ya gidip 600 yıllık Uluçınar’ı mutlaka görmelisin. Çınar’ın ulu gölgesinde doğanın huzurunu duyumsayarak, aceleci bir sincabın koşmasını izlemek sana da büyük heyecan verir eminim.

Eğer Bursa’yı bir ağaçla eşleştirmek gerekirse bu ağaç çınar ağacı olur, kesinlikle. Her mahalleyi bir çınarın gölgesi serinletir, yaprakları da yerleri süsler.

Peki konfeksiyona inat hâlâ kumaşlara tutkuyla bağlıysan ve herkesle bir örnek giyinmek istemiyorsan, hemen İpekiş’e git. Ağaçlar içindeki bahçesinden girip de sağa kıvrıldığında 60’lardan kalma modern vitrinine vurulursun benim gibi “vintage” düşkünüysen. Vitrin camının dışa doğru açısı, kumaşların taş mankenlerin üzerinden dökülmesine mest olursun, baştan söyleyeyim. Harika rengârenk kumaşlara bakmaksa seni bilmem ama bana çok güzel gelir. Hele ki sempatik tezgâhtarıyla (inadına satış görevlisi değil) hem sohbet edip hem de bir şeyler kestirmek ruha nasıl iyi gelir. Sanki o anda çocukluğumdan beri geldiğim Bursa’da ve İpekiş mağazasında Nilüfer’in 12 yaşındaki halini görmüş de, o sevinci yaşıyorumdur.

Bu kadar ipucundan sonra buraya çocukluğumdan beri geldiğimizi anlamışsındır. Ehh çocukken bu diyarlara gelip de lunaparka gelmemişsen, çocukluğunu eksik yaşamışsındır. Dönme dolabın en tepesinde elektirikler kesildiğinde, yükseklik korkumu orda şehre avaz avaz bağırarak ilan etmişimdir…

Yükseklik korkusu deyince aklına ne gelir? Elbette Uludağ ve teleferik. Karlı bir güne inat, ağustos ayının ılık bir günü teleferiğe Arap diyarlarından gelen insanlarla beraber çıkıyoruz. Aman Allahım, zirveye doğru baktığında sanki bir ağaç denizi, aşağıya Bursa’ya baktığındaysa bina ovası. Binaların işgaline yüz çevirip, gözümüzü zirveye ve ormana dikip bu güzel manzarayı içime çekiyorum. Bi yandan da teleferikteki diğer insanlarda aynı heyecanı yaşıyoruz. İlk durak Kadıyayla, sonrasında ikinci teleferiğe biniyoruz. Hani bazen denir ya, cennet böyle bir yer olmalı. Evet biz o mutluluğu, sevinci içselleştiriyoruz. Yüz kaslarımıza baktığımda bu güzellik bize çokk iyi gelmiş, belli…

İşte zirvedeyiz. Bırrrrr. Ne soğuk. Anlamsız ıvır zıvır satan hediyelik eşya dükkânından bir hırka almak geliyor içimden. Anlamsız ama hediyelik eşya satan dükkânlarının neden var olduğunu da anlıyorum. Çok küçük paralarla eğlenip kahkahalar atmak için. Neyse sonrasında nefis bir bitki örtüsü içine doğru yürüyoruz. Etraf kendin pişir kendin zıkkımlancılarla dolu. Duman duman. Zıkkımlanmayacağız işte. Yürüyoruz. Heyttt o da ne? Salıncaklar. Zaman bize oyun oynuyor burada. 12 yaşındaki gibi bin salıncağa ve önce yavaştan sonra uçarak sallannnnn…. O ne uçmak öyle kardeşim? Nerdeyse dairesel bi şekilde döneceğimi hissediyorum. Zirvede, adrenalinde zirvede…

Bu kadar sallanmak, ciğerlere oksijen çekmek yeter. Hepsi birbirine benzeyen Çinliler gibi hepsi birbirine benzeyen altın dişli, ve konuşmaları “yallah yallah” tan ibaret olarak algıladığımız Araplarla teleferiğe binmece. Ne kadar kalabalık…

Hani yokuş aşağı hızla inerken içinden bir şeyler boşalır gibi olur ya, teleferiğin geçiş yerlerinden geçerken bunu fazlasıyla hissediyorsun. Eğer daha da eğlenmek istiyorsan, utanma. “Haeyyyyyyy, vaaaaaa” diye bağır gitsin. Sanki işaret fişeği atmışsın gibi diğer insanlar da senin gibi bağırmaya başlar. Ve kahkahalarrr… Araplarla birbirimizi ne tanıyoruz, ne de aynı dili konuşuyoruz, ama insan olmamız ve insani özellikleri taşımamız hepimizi orada birleştiriyor. Birbirimize bakıp keyifle gülüyoruz.

Peki son bir soru? Bir yerden ayrılmadan önce ne hissedersin? Biliyorum, hüzün diyorsun. Sanki daha önce ayrılacağını bilmiyormuş gibi eğlenerek geçirdiğin nefis günler bittiğinde, gitmek günü gelip çattığında hüzünlenirsin işte…

Biz de öyle olduk...

 
Toplam blog
: 246
: 1012
Kayıt tarihi
: 15.02.08
 
 

..