Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Haziran '09

 
Kategori
Güncel
 

Cehenneme giden yol

Cehenneme giden yol
 

“Bu ülkede Kürtlere kalan” sorusu ciddi bir tartışmanın kapılarını açtı. Geç fark ettim ve uzaktan takip ettim. Bir yanıyla sosyal bir olguya diğer yanı ile siyasal bir soruna tekabül eden gündem, her zamanki gibi, birbirine karıştırıldı ve sağlam bir altyapı ile tartışılmadı.

Bölgeler arası gelişme farkı nerdeyse dünya üzerindeki tüm ülkelerin sorunudur. G-8 üyesi İtalya’da Kuzey İtalya’nın gelişmiş sanayi şehirleri ile güneydeki tarımsal üretime dayanan toplumları arasındaki fark tahminlerin ötesinde bir farktır. Ya da ABD’de içinde en yüksek artı değer üretimlerini barındıran Kaliforniya eyaleti ile en fakir Mississippi arasındaki fark da kayda değerdir.

Gelişme farkı olarak tanımlanan şey kısaca kişi başına düşen gelir. Ancak elbette, kişi başına gelir düştükçe sosyal yaşama yansımaları da beraberinde yaşanıyor. En basitinden doktor ya da yatak başına düşen hasta sayısı, eğitim çağındaki çocukların sayısı ile derslik sayısı arasındaki oran, kentlerdeki kütüphane sayısı, tiyatro, sinema salonları sayısı, hane başına düşen ev araç ve gereçleri vb gibi şeyler toplumların yaşam kalitelerini ve dolayısı ile medeniyet ile kurdukları ilişkiyi belirliyor.

Türkiye'de iller bazında kişi başına geliri illere ya da bölgelere göre değerlendirdiğimizde, ülkenin batısında yer alan İstanbul, Ankara, Kocaeli ve İzmir'le, ülkenin doğusunda yer alan Diyarbakır, Hakkari, Van ve Muş arasındaki kişi başına düşen gelir farkının, tüm ülkeler içinde, bir ülke içindeki en büyük farklardan birisi olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Örneğin 2000 yılı verilerine göre en düşük kişi başına gelire sahip olan Ağrı'da rakam 824 dolar iken, en yüksek kişi başına gelire sahip olan Kocaeli'nde bu rakam 7556 dolardır.

Yaşama eşit şartlarda dahil olmayan ve dolayısı ile hayata bakış açıları çok farklı gelişen insanları karşılaştırmak ve az gelişmiş coğrafyadan gelenleri uyuşturucu kaçakçısı, kayıt dışı ekonomisinin sahipleri, tembel, maganda, servet düşmanı, hak ve hukuk tanımayan insanlar olarak tanımlamak doğru bir yöntem değildir. Ama bu tarzda tanımlamakta ısrar edilirse, akılcı insanın olaylara sosyal ve ekonomik temelde bakmasının sınırlarından çıkar, insanları genetik kodları ile ayrıştıran bir zihniyetin sınırlarına tabi olursunuz.

Ayrıca bu ülkede Kürt kökenliler ile Türk kökenliler arasındaki tek sorun ne yazık ki bölgesel kalkınmışlık farkı değildir.

İki halk ülkenin 1920’lerdeki işgal sürecinde beraber hareket etiler. Lozan’da İsmetpaşa tarafından aynı kaderi paylaşan iki dost halk olarak tanımlandılar. Üstüne üstlük Ankara Hükümetinin Türklerin ve Kürtlerin ortak hükümeti olduğu dile getirildi.

Ama Cumhuriyetin kurulmasından itibaren işler değişti ve 1990’lara kadar Kürtlerin varlığı reddedildiği gibi, dilleri yasaklandı, toplumsal değerleri yok sayıldı. Bu sürecin geldiği noktayı ve yaşanan şiddet sürecini hepimiz biliyoruz.

Yani sorunumuz ülkenin batısı ile doğusu arasındaki basit bir kalkınmışlık farkından öte bir durum. Geldiğimiz noktada düzenin milliyetçi ve otoriter dili ne yazık ki kendisini aydınlanmacı hisseden bir çok insana sirayet etti. Ve milliyetçi siyasetin vazgeçilmez politikası olan ikiyüzlülük, seçmeci bir algı ve düz bir mantıkla bu tip insanları sarıp sarmaladı.

Karşı taraftan yükselen şiddet olgusunu farklı bir noktada değerlendirmek kaydıyla, bugün bu ülkede halen ciddi bir nüfusa tekabül eden Kürtlerin sistem tarafından varlığının kabul edilmesi, bunun kanallarının yaratılması ve etnik değerlerini, dillerini ifade etmesini talep etmek mi milliyetçiliktir, yoksa Türk çoğunluğun ifadesi olan devletin Kürtler üzerinde baskı kurmasını istemek, taleplerini bastırmasını savunmak ve Kürtleri gayrı-medeni, az gelişmiş, kültürden, hukuktan yoksun ve kanundışı olarak tanımlamak mı milliyetçiliktir? İlk adım demokratik bir zihniyete tekabül ederken, ikinci seçenek otoritenin zemini güçlendirir.

Bu noktada neredeyse iç içe geçen iki farklı duruma dair demokratik, özgürlükçü ve akılcı çözümler;

1- Toplumların mevcut ve ağırlıklı profillerinin onlara ait bir kimlik, genetik bir kod olduğu yanılgısına düşmeden, güneydoğu coğrafyasının sahip olduğu ekonomik ve sosyal koşullar iyileştirilerek, toplumun o kesiminin de medeniyetten faydalanabilecek yetenek ve kapasitede olduğunu düşünmek. Ve bu doğrultuda toplumun ekonomik ve sosyal imkânlarından en az istifa edenler için pozitif ayrımcılığı savunmak.

2- Üzerinde yaşanılan topraklarda şekillenen idare biçiminin, etnik içerik kokan söylemlerden ve politikalardan arındırılarak, idare biçiminde vatandaşlık temel alan ama beraberinde sivil toplumda etnik değerlerin özgürce var olabildiği demokratik kanalların yaratılmasını savunmak.

3- Şiddete ve şiddetle doğrudan bir bağ kurmuyor gibi gözükse de özellikle devletin otoriter bir zihniyetini besleyen her söyleme ve özellikle ırkçılığa karşı durmak.

Ne Türk toplumunun Avrupa coğrafyasındaki toplumlardan geri kalmışlığı onun genetik kodlarında yazılıdır, ne de Kürtlerin batılı Türklerden geri kalmışlığı ve bunun yarattığı profil onların tercihidir.

Cehenneme giden yolu olduğu gibi, ırkçılığa giden yolu da aslen iyi niyet taşları döşer. Hiçbir kişi ya da fikir kötü ve yanlış olmak niyeti ile yola çıkmaz. Her fikrin ve değerin, kişide ve toplum gruplarında doğruya ve iyiye tekabül eden noktaları vardır. Örneğin Almanya’da Nazilerin peşine takılan sivil Almanların neredeyse çoğu son derece saf, iyi niyetli insanlardı. Ünlü barışcı değerleri savunması ile tanınan Alman yazar Günter Grass’ın dahi SS Tank bölüğünde görev aldığını düşünecek olursak, iktidar erkinin sivil toplumu galeyana getirmesinin hiç de zor olmadığını görebiliriz. Mesele, bireylerin kendisini erkin gücünden ve hegemonya araçlarından sıyırabilip, demokratik ve insancıl değerleri üretebilmesidir.




* Sayın Gökerman'ın yorumuna vermek istediğim cevabın uzun olacağını düşündüğümden, çok adil bir yöntem olmasa da buradan yanıtlamak istedim;

Sevgili Gökerman, bence sorun gayet güzel. Yazımda gördüğün bir mantık hatasını mı ortaya çıkarmak istedin, yoksa yazıya aynı anlamda biraz daha geliştirebilmem için mi sordun bilemiyorum. Evet Hakkari ile Trabzon ekonomik anlamda çok farklı iki il sayılmayabilir. Özellikle orta ve doğu Karadeniz Bölgeside gelişmişlik sorunları yaşayan coğrafyalar. Ancak buradaki farkın ekonomik değil, siyasal alandan çıktığını hepimiz gayet iyi biliyoruz. Hakkarili genç için, annesinden edindiği dil ne yazık ki yaşamın belirli bir noktasında kendisi için bir engele dönüşüyor. Hatta engelden öte kendisine yönelik bir baskı oluşmasına neden oluyor. Bir başka etnik kimliğin hegomonyası karşısında kendi etnik değerlerini yok sayması isteniyor. Kendisini tanımlaması yasaklanıyor. Ekonomik altyapı ile siyasal süreçler birleşince, karşımıza, üzerindeki gerek militer gerek ideolojik hegemonyaya karşı şiddete bulanan bir direnç üreten bir genç çıkıyor.

Peki, Karadenizli ya da Trabzonlu genç ne yapıyor? Trabzon’un ya da Doğu Karadeniz’in karmaşık etnik yapısını bir tarafa bırakıp hâkim olan dile bakacak olursak eğer. Doğu’da otoriter bir dil ve araç kullanan sistem, ülkenin geri kalanında da bu dili şoven bir tarza büründürüyor. Ülkenin ekonomik gelişme göstermiş alanlarında bu şoven dil çok fazla karşılık bulmuyor ama güneydoğudan sonra ekonomik anlamda en geri noktası olan Karadeniz’de de bu şoven dil fazlası ile tutuyor. Bu nedenle karşımıza 2005 yılında Trabzon’daki linç girişimi, Ogün Samast ve Yasin Hayal’le özdeşleştirebileceğimiz Hrant Dink vakası, Trabzon maçlarında beyaz bere ile şovenist dili meşrulaştırmaya çalışan gençler çıkıyor. Yani onların verdiği tepkide ters yönde işleyen bir milliyetçilik oluyor.

Yani geri kalmışlık, bir şekilde karşılığını şiddet ya da şiddete hizmet eden bir düşünce yapısı ile kendisini dışa vuruyor. Ekonomik geri kalmışlık üstüne işlenen otoriter bir sistemin ise 40.000 bin kişinin ölümüne kadar giden bataklığın oluşumuna sebep olduğunu görmek gerekiyor.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..