Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ekim '12

 
Kategori
Edebiyat
 

Çer çöp

Okulumuzun yılların memuru Abdullah Bey, geçen hafta yıllardır kullandığı makam masasının çekmecelerini boşaltıp içinde ne var ne yok, çer olsun, çöp olsun tek tek elden geçirdi. Çekmeceye atılmış, birikmiş, unutulmuş ne varsa gözden geçirdi, tasnif etti; işe yarayanları, yaramayanları ayırdı, kimini çöpe attı, kimine anılarını ekledi, çekmecelerin içini yeniden düzenledi. Unutulmuş çokça tükenmez kalem çıktı çekmeceden, hepsinin mürekkebi kurumuştu. İçlerinde küçücük, görünümü güzel bir tükenmez kalem vardı ki; Abdullah Bey, onu Müdür Yardımcımız Yusuf Bey'e verdi. Hayret ki, o minik tükenmez kalem yazıyordu.

Müdür Yardımcısı Yusuf Bey bu küçücük, görünümü güzel tükenmezi çok sevdi. Tükenmezle çizikler çizdikçe çizdi, yazdıkça yazdı, sevindi ve dedi ki:

-Bu tükenmezin boyası ötekilerden kaliteliymiş ki kurumamış.

Kalite efendim kalite!.. Her eşyanın kaliteli olanı kıymetliymiş!.. Onca çer çöpün içinde bir küçük tükenmez kalem öz varlığını koruyarak kalabilmiş. Yiyeceğin, içeceğin de kalitelisi iyidir, faydalıdır; öbürü iyi olmaz, bir yarar da sağlamaz. Kalite deyince akan sular durur; hele de insanın kalitelisi!.. İyisi insanın, kalitelidir...

Abdullah Bey'in çekmecesinden bana ait iki vesikalık fotoğrafım çıktı. Yılda bir kez sanırım Müdürlerimiz, hakkımızda raporlar yazarlar, onlar için gerekli olur, kullanılmamış olacak ki öylece kalakalmış çekmece gözlerinde. Bir de küçücük bir el kitabı verdi bana Abdullah Bey; "Adabu'l Müslim Müslümanın Günlük Görgü Kuralları" isimli güzel bir kitap. Kitapçığın 48'inci sayfasından bir not yazayım: "Kişi haklı bile olsa münakaşadan ve tartışmadan; şakacı bile olsa yalandan uzak olmalıdır: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Haklı da olsa kim tartışmayı bırakırsa, ben, onun için cennetin kenarında bir köşkü garanti ederim. Şakacı da olsa, kim yalanı terk ederse, ben, onun için cennetin ortasında bir köşkü garanti ederim."

Abdullah Bey, on üç çocuk babasıdır. Elindeki siyah çantayla ağır ağır girer, okulun, koca giriş kapısından. Gözlükleri kalın çerçevelidir. Başı büyük, -kimbilir belki derdi de büyük- yüzü göz dolduracak şekilde irice, dalgın; ama ilk gördüğü insandan başlayarak hep güleçyüzlüdür. Eskiden her işini daktilo ile yapardı, şimdi ise bilgisayar ile... Daktilolar depolarda duruyorlar öylece sessiz, şakırtısızca... Bilgisayarın sesinden, tıktıkından ne olur ki; daktilonun o şakkır şukkur sesini bilenler için... Her daktilonun da sesi iyi çıkmaz; en büyüklerin sesi güzeldir.

Çağ efendim çağ!.. Teknoloji... Kimi çer çöp, kimi gözbebeği...

Abdullah Bey, eskiden çok da şiir yazardı. Ağır şiirlerdi bunlar; bir felsefe, bir serzeniş, bir hayat devinimi vardı şiirlerinde. O şiirlerden de çıktı çekmece gözlerinden. Onlar da benim payıma düştü:

"Gözleri gülmemiş gönlü perişan!                   Sevmiştim seni şartsız, kuralsız

Sevmiş, sevilmemiş kahır yaşayan!               Ebediyyen koydun beni kimsesiz

Nefretin yerine sevgi taşıyan!                           Lale ekmiştim senin için, hem de dikensiz...

Böylesine mahzun, kul sevilmez mi?!..         Ağlarsın İnşallah, hem sessiz, hem çaresiz...

Bu sabah da evimden çıktım, önce bir yokuş yürümem gerekiyordu; yürüdüm yokuşu. Yokuş bitip de sağdaki ilk kavşakta biraz durunca, tam sağımda iki bayanın olduğunu farkettim; biri telefonla konuşuyordu:

-Cenaze hastanede mi, evde mi?.. Peki cenaze ne zaman eve gelecek; öğlede mi, ikindide mi kalkacak?!.. Biz o zaman cenaze evine gidiyoruz...

Gün; her birimiz için bir başka türlü başlar; bir başka türlü biter, geceler de öyle...

Başka bir yokuşu yürümeye başladım. Yaşlıca bir anne, büyükçe poşetlere doldurduğu ekmekleri bana göstererek:

-Ağabey bak bunlar çavdar ekmeği, bunlar normal ekmekler... Dünden kalma ekmekler... Bak bunu beş yüze aldım, nasıl iyi mi, ucuz mu?!.. Kalabalık aileyiz, böyle geçiniyoruz ağabey...

Tanımıyorum bu anneyi... İçinden gelmişti, hayatının bir savaşını benimle paylaşmıştı...

Geçen hafta da çorap satan bir anneden çorap alamamıştım. Ben sağ kaldırıma geçmiştim, anne sol kaldırımdan hızlı hızlı yürümeye, bir yandan da önüne gelene çorap satmaya çalışıyordu. Tekrar geçtim, bu annenin yürümekte olduğu kaldırıma. Hızla yürüdüm, yetiştim bu anneye, elimdeki bozuklukları annenin eline tutuştururken:

-Al annem bunları, senden çorap alamadım; çünkü ben de senin gibi fakirim, dedim.

Bu sözlerim üzerine anne, elindekileri bana geri vermeye kalkarak:

-Verme!.. Verme!.. Verme!..  Sen verme!.. Sen verme!.. dedi.

Anladım ki, bu anne yoksulluğu çok iyi biliyor; kendi gibi olanlardan birşey beklemiyor.

-Verme!.. Verme!.. Verme!..

Günlerdir bu üç aynı kelimeyi, o annenin hızlı hızlı yürüyüşünü hiç unutamıyorum. Yoksulluğun sesi ve yürüyüşü kendine özgüymüş; bunu da yaşadım, gördüm...

Çer çöp!..

Hep iyi olmaya çalışmak; ama arada bir de kötülüğümüzden, kötü yanımızdan çer çöp kalmış mı diye bakmak lazım.

Burada yazmaktayız. Ben, yazar değilim. En azından şimdilik değilim. O yüzden de "Sevgili okuyucularım..." diyemiyorum. Yazarlıktan çok; en çok okuyanım, okuyucuyum. Yazdıklarımdan, dostluklarımdan, konuşmalarımdan çer de çöp de olabilir; hoşgörmenizi, ama uyarmanızı dilerim...

Bir gün çok uzun bir zamandır, hele de bir hafta... Haftalar bana yıl gibi gelir. Bu zaman içinde neler yaşanmıyor ki ve neler yazılmaz ki... Belki de yazarlık zamanla yarışmayı başarmaktır. Tembelden hiçbir şey olmaz; yazar hiç olmaz!..

Çer çöp!..

Çerden çöpten nerelere geldik!..

Kendimizdeki çer çöpleri temizlemek gerek, sıklıkla ama...

Bir törpü gibi, zımpara gibi; kendi kendimizin törpüsü, zımparası olarak, dosdoğru, dümdüz eylemeliyiz kendimizi...

Başarabilir miyiz derseniz?!..

Acı olanı söylemekten çekinmeyen dostlarımız varsa başarırız...

Çer ve çöp... Yazının başlığı "çer çöp" idi, sonu da "çer çöp" olsun, noktamız da burada hazır olsun.

 

 

 

 
Toplam blog
: 323
: 2029
Kayıt tarihi
: 04.09.06
 
 

Yaşanan her hayat en iyi hayattır; yeter ki içinde kötülük olmasın!.. ..