Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Temmuz '08

 
Kategori
Aile
 

Cesuryürek ve sen / Babacığıma hasret mektupları-4

Cesuryürek ve sen / Babacığıma hasret mektupları-4
 


Sevgili Babacığım,

Sen aramızdan ayrılalı tam iki yıl oldu. Ve iki gün sonra da bir Temmuz sıcağında soğuk hastane morgundan beyaz yelken bezi gibi bir kumaşa sarılı olarak ellerimizle alıp, belediyeye ait metal bir tabut içinde ne yazık ki kalbi kırık, bedeni amansız bir hastalığa yenik düşmüş bir halde, seni o hüzünlü yolculuğuna uğurladığımız günün üzerinden sensiz geçen iki yıl... Ya da sensiz geçecek bir ömrün ilk iki yılı...

Sen benden çok uzaklarda sana reva görülen bir hayatınla özdeşleşmiş bir ölümü son nefesinle kucaklarken kaybettik seni babacığım. Defalarca zevkle ve ibretle izlediğim, Braveheart (Cesuryürek) filmindeki, İskoçların milli kahramanı William Wallace’ın mücadelesini hatırlatıyor senin yaşamın bana. Kendisine karşı yapılan bütün haksızlıklara, ihanetlere ve zalimliklere rağmen bileğinin gücünü, özündeki insanlığını ve vatanına olan aşkını son nefesinde de haykıran, paramparça edilen cansız bedeniyle bile zalim İngilizleri korkudan titreten ve kendinden sonrakilerin yaşamlarına ilham kaynağı olan, o William Wallace... Fakir bir aileden gelmesine rağmen son derece kültürlü, sanatçı ruhlu ve yaşamıyla ve alnının teriyle soylu olan bu cesur ve yürekli adamda, tıpkı sendeki haksızlıklarara karşı, doğruyu yapmak ve gerçeğe ulaşmak mücadelesini, aldığın gönül yaralarıyla sert bakışlarındaki derin şevkat ve insanlığı buldum hep. Senin hasta yatağındaki son yolculuğuna hazırlanırkenki çaresiz bakışlarında, William Wallace’ın yine bir ihanetle düştüğü tuzak sonrasında, halkın gözleri önünde bir celladın elinde işkenceyle ölümü karşılayışındaki o son bakışlarını gördüm babacığım. Bizim bir tanesiyle bile ayağa kalkamayacağımız yaradan düzinelerce almana rağmen hepimizi tek tek sırtında taşıdın, bütün şevkatinle yaralarımızı tedavi ettin, bizleri ayağa kaldırdın. Vefasızların dünyasında cesaret ve doğruluğun dalgalanan bayrağı oldun sen. Zalimler de korkardı senden. Sen yanımızdayken karnımız toktu, sırtımız pekti ve gönlümüz dostluğunla bayram ederdi. Velhasıl sen büyük adamdın, ama senin değerini asla bilemediler, babacığım.

Sana yıllarca “babam” diye hitap etmiştim, diğer türlü sen de ben de yapmacıklığı sevmediğimiz için bana biraz ters gelmişti. Ancak seni kaybedişimle yüreğimi saran hasret dolu düşüncelerimde seni “babacığım” diye kucaklamak istediğimi ve buna herkesten çok senin hakkın olduğunu, resimlerine bakarken, senden bir yerlerde bahsederken “baba” kelimesinin senin büyüklüğünde, insanlığında, dostluğunda ne kadar yetersiz kaldığını artık daha iyi anlıyorum... Sözlerden çok davranışlara değer biçen ve inanan bir insan olarak, şimdi diyorum ki, sen hayattayken seninle her kucaklaşmamızda keşke “babam” demekle doymayıp bir de seni “canım babacığım” sözcüklerinin coşkusuyla bağrıma bastırabilseydim. Her kucaklaşmamızda sana daha uzun sarılabilseydim. Gurbette sende ayrı geçen onca yılın ardından, “boşa geçen yıllar” demek istemesem de, artık sözkonusu sen olunca ve “senden uzakta geçen onca yılın boşluğu ve özlemi var içimde” diye içimden geçerken, bakışlarım pencereden çok uzaklara, denizin gökle birleştiği noktaya uzanıyor, iki damla gözyaşı yanaklarımdan süzülüyor. Yıllardır içimde kanayan bir yara olan o burukluğun sızısı olsa gerek bu buğulu gözler... Gönlümdeki bulutların hangi sağanağı nasıl indireceğini artık ben de kestiremiyorum... Hüzün yağmur olup yağıyor gönlüme, babacığım...

Gözyaşlarımı, seninle başbaşa kaldığım anlara saklayarak, , nadir de olsa, mutlu anlarından birinde seni Mordoğan’da o, kendi yaptığın kulübenin önünde, asma dallarından sarkan üzüm salkımları altındaki eski sedirde, tarlanı suladıktan sonraki yorgunluğunun huzurunu yaşarken yakaladığım resminle seni son yolculuğuna uğurlamıştım. Hep aramızda yadettiğimiz o günü sen de hatırlarsın. Sen ve ben, zenginin sadaka diye dağıttığından bile az bir emekli memur ikramiyesiyle, bir yağmurlu sonbahar günü, çöl misali, etrafında ve üzerinde hiçbirşey olmayan, cansız, killi, sert bir toprak parçasını görmeye gitmiştik Mordoğan’a. Karşısında şırılşırıl akan bir çeşmenin suyundan içip o kurak toprak parçasına gönlünü kaptırmıştın. Ben de seninle aynı duygular içinde böyle bir tarihi ana ortak olmanın çoskusu içindeydim. Emekli ikramiyeni sağdan soldan saldıran yamyamlara kaptırmamak ve biraz olsun huzur bulmak düşüncesiyle beraber gönül koyduğumuz o kurak toprak parçasının üzerine kendibaşına bir kulübe yapacağını, oranın köylüsünün bile yetiştiremediği en lezzetli domatesleri, biberleri ve dahası en büyük karpuzları yetiştireceğini kim bilebilirdi. Devletin padişah arazisi diye elinden zorla almaya kalkıştığı, ancak aylarca verdiğin hukuk mücadelesinden sonra büyük sıkıntılarla tekrar kendi cebinden parayla ödetilerek geri verilen, bin bir emek harcadığın ve dişinle, tırnağınla yeniden yarattığın o toprak parçasında yaşadığın mutlu anlarını unutamam, babacığım. Senin gibi bir şehir çocuğunun içindeki insan ve doğa sevgisiyle adını kazıdığı o toprağa seni vermek vardı gönlümde. Şimdi yerinde olmayan Rumlardan bugüne kadar sessizce akan çeşmenin yanında, İzmir’in melteminde serinleyen bir kavak ağacının altında sana dünyadaki Cenneti de yaşatmak vardı... Başına da mütevazi bir anıt mezar yaptırıp sana özel mutlu mutlu dalgalansın diye filamamsı bir bayrak dikmeyi de öyle çok isterdim ki o çok sevdiğin memleket bayrağının yanında... Olmadı babacığım, affet beni...

Hani, sen cami avlusundaki musalla taşında, üzerinde dua yazılı yeşil beze sarılı olarak belediye tabutunun içinde bir avuç insanın topluca kılacağı namazı hüzünle ve yalnızbaşına beklerken, o Cennetten bir köşe yaptığın kurak toprak parçasında, seni mutlu anlarından birinde gösteren resmini gurbet ellerden getirip koyuvermiştim yanıbaşına... Hatırlıyor musun, cami hocası avluda tam namazı başlatacakken, yanımda duran ensesi kalın bir yobaz senin resmine doğru yürüyüp hemen ters çevirmişti. Ben de, Tanrı’nın koyundan fazla akıl vermediği o yobazın, seninle yaşadığımız son anımıza karışmasına engel olmasına isyan ederek, öfkeyle bağırmış ve ardından yanıbaşına koşup fotoğrafını, tekrar tabutunun önünde namaz için ayakta duranlara dönük olarak çevirmiştim. Senin resmindeki kısa pantoluna kafayı takan ve o yaşamınla imzaladığın o eserden başka bir anlam çıkartamayan yobaza da, ‘eğer memnun değilse, aramızda yerinin olmadığını, çekip gitmesini ve bizi böyle bir günde rahat bırakmasını’ söylemiştim. Hoca bile, o yobazı azarlamıştı...

İşte, o anın benim için ne kadar büyük bir anlam taşıdığını sana kelimelerle anlatamam, babacığım. Çünkü seni, bu dünyada “sen” olarak anlayamayanlara, kabul edemeyenlerden gereken cevabı vermemin dayanılmaz coşkusu vardı içimde o an... Dini imanı para olan bir dünyada, Tanrı’nın adına, senin gibi namusuyla, şerefiyle yaşayan “insanlık abide”lerini yargılayanlara şamarı vurmuş olduğum şamarın dayanılmaz gururuydu içimdeki... Senin cevap veremediğin o anda, senin yetiştirdiğin evlat olarak, ben yanıbaşında gerekeni yapmıştım. Gönlün huzur içinde olsun, babacığım...


(Devam edecek...)

Alp İçöz, M.A.
Eğitimci Yazar

Copyright© ALP ICOZ-2008

JOURNALTA
The Journal of Turkish Americans
 
Toplam blog
: 52
: 1767
Kayıt tarihi
: 11.11.06
 
 

"İnsan, aslinda gönül gözüyle görmeli dünyayı. Herşey, o iç dünyanin merkez olduğu kişiliğine şek..