Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Temmuz '08

 
Kategori
Dostluk
 

Cevriye

Cevriye
 

Bir siyah gül goncasıydı o; ender bulunan, açmadan solan, hüznü çağrıştıran...

Onu tanıdığımda 10 yaşımdaydım. 3. sınıftaki sıra arkadaşım, adaşım Tülin babasının tayini nedeniyle gitmişti sınıfımızdan. Zeten iki Tülin yanyana çok konuşup gülüyoruz diye ayırmak istemişti öğretmenimiz. Onun sıralarımızı ayırmasına gerek kalmadan ayrılmıştı yollarımız.

Dördüncü sınıfa hüzünle başlayacaktım. Belkıs, Ender ve Aysun olsa da, Tülin'in yerini tutamazdı kimse...Ta ki Cevriye'yi tanıyana kadar.

Siyah gür saçları, siyah, gülümseyen gözleriyle birden giriverdi hayatıma. 10 yaşındaki bir kızdan beklenmeyecek kadar güzel konuşur, şiir okurdu. Şiir okurken, şiirin anlamına göre hareketler yapardı. ' Arş ileri, marş ileri ' derken ayaklarıyla tempo tutardı, hayran hayran dinlerdik biz de. En güzeli bizim sokağın girişindeki eve taşınmış olmalarıydı. Okula gidiş ve dönüş daha da güzelleşmişti onunla. Bazı günler annesi benim sevdiğim yemeği pişirmişse, bırakmazdı beni, birlikte yerdik güle oynaya.

İlkokul çağımız çocukça sevinçlerle geldi geçti. Ortaokula başladık, yine yanyanaydık. Hem bu kez ilkokul arkaşlarımızın çok azı bizimleydi. Bu, birbirimizle daha da yakın olmamıza neden oldu.

Türkçe derslerinin gözdesiydik ikimiz de. Zaman ilerledikçe çok hoş bir yarışın içinde bulduk kendimizi; en güzel yazıyı kim yazacak yarışı. Öyle ki, evde boş zamanlarımızda sürekli yazılar yazıyorduk. Bir konu seçer, o konu hakkında yazar ve sonra okurduk birbirimize. Arkasından gülme krizlerine girerdik. Devrik cümle modaydı sanki o yıllarda. Devrik cümle kurunca büyümüş gibi hissediyorduk kendimizi.Kimi zaman da en uzun, en anlamlı, en süslü kelimelerle yazılmış yazı yarışması yapardık. Bir de eski kelimeleri kullanmaya bayılırdık. ' Samanyolu ' yerine ' Kehkeşan ' yazdığımızı hatırlıyorum. Vay be! Ne kadar da büyümüştük! Oysa henüz 13 yaşındaydık...

İlkokul ve ortaokulda hiç ayrılmayınca, lisede ayrı sınıfta olmak olmazdı. Bu kez özellikle seçtik aynı sınıfta olmayı. Büyümüştük, konuştuğumuz, yazdığımız konular değişmişti. Yaşama dair, büyümeye dair yazıyorduk artık. Cevriye'nin el yazısı çok güzeldi. İmrenir, ama bir türlü onun kadar güzel yazamazdım. Edebiyat öğretmenimiz şöyle demişti birgün; Cevriye'nin yazısı bulutlar gibi yuvarlak ve sevimli, Tülin'in yazısı ise bir kucak çalı çırpı gibi...

O yıllarda Edebiyat öğretmenleri sınıftan iki ayrı grup oluşturur, bir konu seçer ve münazara yaptırırdı. Bir konu üzerinde bir çeşit tartışma diyebiliriz buna. Meselâ; Sanat sanat için midir, yoksa toplum için mi? gibi...Öğretmenimiz mutlaka Cevriye'yi bir gruba, ben de diğer gruba alırdı. Ne olursa olsun o iki gruptan birinde biz vardık. Hangimizin kazanacağı önemli de değildi. Çünkü biz sonradan devam ederdik kendi aramızdaki münazaraya. Bir kez bile kızmaz, kırılmazdık birbirimize.

Lise 2'de sınıfta kalmıştım. Şimdi düşünüyorum da, o andaki karnemle teşekkür belgesi bile alabilirdim, oysa ben sınıfta kalmıştım. Bir an bile üzülmedim sınıfta kaldığıma. Sanki sınıfta kalmak beni bir anda büyütmüştü. Daha da önemlisi Cevriye hastalanmıştı. Sürekli bacağı ağrıyordu. Gitmediği doktor kalmamıştı Antalya'da. Ailesi Ankara'ya götürdü nedenini anlamak için. Döndüklerinde hemen yanına gittim, hastalığının adını söyledi; Sarkom. Hiç duymamıştım doğrusu, ne olduğunu sordum, kanser dedi.


Kanser nedir bilmiyorduk ki doğru dürüst. Zaten doktor da tekrar gelmeleri için gün vermişti. Yine gittiler. O yıllarda cep telefonu bir yana, başka bir şehiri aramak için santralı aramak ve bazen saatlerce beklemek gerekiyordu. Nasıl arayabilirdim onu hastaneden?

Ve uzun bir süre sonra döndüler. Bacağı artık ağrımıyordu Cevriye'nin, çünkü kalçasından kesmişlerdi...

Soru bile soramıyordum, donmuştum. Henüz 16'sında bir gonca güldü Cevriye, nasıl koparılırdı dalından? Ben soramadım ama, o hep anlattı. Nasıl bir duygu biliyor musun dedi, ayağım kaşınıyor sanki, elimi uzatıyorum ama ayağım yok. Susuyordum...

Bir kez bile isyan etmedi, bir kez olsun ağlamadı, hep gülümsedi.

Aylar sonra yine gittiler Ankara'ya. Protez takılacaktı kesilen bacağının yerine.

Döndüklerinde bambaşka bir Cevriye vardı. Artık sokaklara ve en önemlisi okula dönebilecekti. Hem ben sınıfta kalarak onu beklemiştim ya?

Protezini birlikte takardık kimi zaman. Acemice bir şey yaptığımızda yatağın üstüne düşerdi, gülme krizine girerdik çocukluğumuzdaki gibi. Bastonuyla gözdağı verirdi arada. Bir orkestra şefi gibi sallar, şiirimsi cümleler söyler ve kara gözleriyle gülerdi ışık ışık.

Ağabeyi çok güzel saz çalardı, Cevriye de çok heves eder, az da olsa bir şeyler çalabilirdi. Hastanedeyken bir gitaristle tanışmış, ondan çok güzel gitar çalmayı öğrenmişti. Bunun yanısıra iki de şiir getirmişti hastane günlerinden. Biri o gitaristin yazdığı şiirdi. Diğerini de sanırım o yazmış, ya da duruma uygun olduğu için aktarmıştı Cevriye'ye.

Perşeme günü müydü, neydi,
Gitar dersi verirken hani,
Yanında unutmuşum da kalbimi,
Lazım değilse eğer,
Postayla gönderiver, e mi?

Diğer şiir ise sanki bu şiiri destekleyen bir şiir.

Şimdi yalnız sen varsın, tatlım, küçüğüm
Ve senden bir şeyler var içimde.
Ne zaman gecelerim başlasa, koyu, zifir,
Mutlu bir sabah oluyor sende.
Sen pırıl pırılsın, güzelsin, iyisin,
Ben yılların ağırlığıyla yorgun,
Öldürdüler her şeyimi, tatlım, küçüğüm,
Beni varlığınla tek sen yaşatıyorsun...

O her zaman pırıl pırıl, güzel ve iyiydi zaten. Liseyi bitirdik. Sonraki yıllarda ben evlendim, 1 yılllığına İzmir'e gittim. Gitmeden önce de Konyaaltı'nda deniz kenarında vedalaştım onunla ve ailesiyle. Telefon olayını yazmıştım, postanede saatlerce beklemek gerekiyordu başka bir şehirden biriyle konuşabilmek için. Nasıl olsa annemden haber alıyordum.

Bu süreç içinde oğluma hamile kaldım. Aradan aylar geçmişti ve Antalya'ya dönmüştük. Anneme Cevriye'yi sordum, iyi dedi sadece. Ertesi gün ararım diye vazgeçtim akşam aramaktan. Sabah da eşimle çarşıya çıktık. Saat Kulesi'nin önünde ortak arkadaşımız Nuray'a rastladık. Özlemle sarıldık birbirimize. Hamile oluşuma güldü, öyle gençtim ki gerçekten, akranlarım üniversiteye gidiyordu, ben anne olacaktım.

Nuray aniden ' Cevriye'ye ne kadar içimiz yandı, değil mi? ' dedi. Bir an donup kalmışım. Ben hamileyim diye annem herkese tembihlemiş, Cevriye'nin öldüğünü duymamı istememiş. Şehir başıma yıkıldı sanki. Cümle bile kuramadım. Yürüdüğüm yolu göremedim. Nasıl olur da bir goncayı alırdı ölüm?

İlkokuldan lise sona kadar sadece bir kez yaş görmüştüm gözlerinde. Fizik öğretmenimiz Hakkı Motorcu bir soru sormuştu derste. Cevriye de oturduğu yerden cevap verince kızmıştı.Çünkü Cevriye'nin durumunu bilmiyordu sene başında olduğumuz için. Protezi kıvrılmadığı için ayağa kalkamıyordu sırada. Hakkı öğretmenimiz durumu öğrenince öyle üzüldü ki. Sonra okul bahçesinde bir fotoğraf çektirdiler, Cevriye'nin bastonu Hakkı öğretmenin elindeydi, ikisi de kahkaha atıyordu.

Hakkı öğretmeni de inanılmaz bir biçimde öldürdüler yıllar sonra. İnanıyorum ki Cevriye de, Hakkı öğretmenim de kahkahalar atıyorlardır cennette. Hakkı Öğretmenin elinde, yazılı yapmaması için sınıfın beni elçi gönderdiği, benimse en şirin sesimle sınıfın isteğini ileterek uzattığım kırmızı gonca gül duruyordur belki de. Cevriye ise zaten bir gonca güldü; siyah, ender bulunan ve hüznü çağrıştıran...

 
Toplam blog
: 261
: 2212
Kayıt tarihi
: 23.07.07
 
 

1954 Antalya doğumlu ve Antalyalı'yım. Ülkemin ve özellikle bu şehrin sevdalısıyım. Sanatın pek çok ..