Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mayıs '11

 
Kategori
Felsefe
 

Din mi önce gelir ahlak mı?

Din mi önce gelir ahlak mı?
 

Bu sorunun kendisi epey sorunlu. Öncelikle birinin diğerinden önce gelmek zorunda olduğunu kanıtlamadan, öyleymiş gibi kabul ettiği için sorunlu. İkinci olarak din dediğimiz mutlak bir şey yok. Birbirinden çok farklı dinsellikler var. Din deyince sanki tek tip bir şeymiş gibi bir indirgeme var. Üçüncü olarak ahlak kavramı da son derece müphem. Çünkü tek bir ahlaklılık olmayacağı gibi varolan ahlaklar da toplumsal içeriklere sahip, yani Kant'ın bir kavramına başvuracak olursak, koşulludur, koşulsuz değildir, yani saf değildir deneyseldir, o nedenle mutlak değildir. Ahlak dediğimiz de aslında bir tür din gibidir. Şöyle ki; din her ne kadar bir kutsal kitaba dayandırılsa da ama dinsel inanç olarak daha geniş bir çerçevede baktığımız zaman insanların toplum hayatındaki çeşitli inanış, bakış, davranış yol ve yöntemini içerir. Ahlak da tıpkı öyledir. O da insanların toplum içinde nasıl davranması gerektiğini, bir ölçüte göre belirleme niyetini içerir. 

Bu giriş başlıktaki soruyu yerinden eder. Ama yine de soruyu sorduysak, onun kabul edilebilir bir zemini olduğu için. Bu girişin amacı, aldığımız yolun farkındalığını göstermesi. Yolda gidiyoruz ama asfaltta mı gidiyoruz, patikada mı, yoksa yardan mı iniyoruz ona işaret ediyor. 

Okuyucu, yardan inerken asfaltta yol aldığımızı sanmasın. Şimdi yardan asfalta doğru yola çıkmaya çalışalım. Yar diyorum çünkü soru indirgemeci ve karikatürize idi. 

 

Din mi önce gelir ahlak mı? sorusuna şerhlerimizi koyduk. Önemli olan asfalttan mı yardan mı yola çıktığımız değil, yolu nasıl katettiğimizdir. 

Ahlak dediğimiz şey bir tür dinsel inanç gibi kullanılıyor olmakla ve toplumsal çıkar dengelerine dayanıyor olmakla birlikte özce dinden farklıdır. Çünkü ahlaklı olmayı istemek için dinlere ve tanrının varlığı iddiasına inanmanız gerekmez. Tanrının var olduğunu ve onun peygamber ve kitap gönderdiğine inananların iddialarına inanmayan akılcı kişiler için de ahlak vardır çünkü.. Bu nedenle ahlak ne kadar toplumsal olsa da kökeninde rasyonel temeller vardır. 

Din ise tamamiyle farklıdır. O varsayıma dayanan bir Tanrı ve onun peygamberi ve kutsal kitabına dayanarak toplumsal bir yapı ve buna göre bir yaşam tarzı oluşturur. Buradaki ilkeler kutsal kitaptan çıkar. Yani iyi kötü güzel çirkin ahlaklı ve ahlaksız bu kutsal kitaba bağlıdır. (Tabi teorik olarak böyledir, çünkü belli ölçülerde, insanlar ne kadar tanrıya inansalar da kutsal kitabın öngörmesinin imkansız olduğu tonla şey için rasyonel temeller arar ve zaten yazımızın kabulüne göre de dinselleştirmenin kökeninde bir rasyonellik vardır) 

Şimdi din ve ahlak kavramına yaptığımız şerhleri paranteze alarak, konu dışı bırakarak ve dini tanrının koyduğu bir ulvi düzen olarak, ahlakı da, tanrıcılığa karşı hümanizmin bakış açısı olarak, yani kutsal bir gücün dışında insan aklının bir gereği olarak ortaya çıkan düzen olarak alırsak, yani yöntemli bir indirgeme yaparsak, soru, 'ahlaklılığın kökeninde ne olduğu' sorusuna dönüşüyor. 

Ahlaklılığın, iyinin kökeninde ne yatar, tanrı ve dinler mi, yoksa bunların dışında sadece sahip olduğu doğasal özellikleriyle insanın kendisi mi? 

Bir dine inanan kişi her şeyi yaratan mutlak bir güce inandığı için ahlaklılığın, iyinin kökeninde tanrının ve onun insanlara sunduğu kitap ve dinin yattığını düşünür. Bu eğer tanrı ve din olmasaydı biz ahlaklı olamazdık demeye gelir. 

Bendeniz gibi bir mutlak gücün varlığını iddia edenlerin iddialarını makul ve akılcı bulmayan kişiler ise ahlaklılığın ve iyinin kökenini insanda bulur. 

Ve şöyle derim: ahlaklılık olduğu için din ve tanrı kavramı vardır, tanrı ve din kavramı olduğu için ahlaklılık yoktur. 

Bu sözümü daha da ileri götüreyim: doğruluk ve adalet olduğu için tanrı vardır, tanrı olduğu için doğruluk ve adalet yoktur. İşin aslı, bu kavramlar üzerinden yürüyen iktidar mücadelelerini ve insan sömürülerini paranteze alsak, onların yarattığı kötülükleri kenara bıraksak, tanrı, adalet, doğruluk farklı bağlamlarda aynı şeyin adıdır. 

Yani insanlar adalet ve doğruluk kavramlarına başka bir bağlamda tanrı demişlerdir. 

Analitik düzeyde bu böyledir. Ama bu böyledir diye dini sömüren, dini siyasallaştıran insanlar için 'oh ne güzel ne adil insanlar, ne doğrucu insanlar' denmesi sözkonusu olamaz. Dinler hiç kuşkusuz ezelden beri iktidar mücadelesinin araçları olarak iş görmüştür. Kendi varsayımlarını toplum düzeni kurmak için bile harekete geçmesi zaten onun siyasallaşması demektir. Bu nedenle analitik düzeyde köken olarak insanoğlunun görünüşte karşı olan bazı kavramlarıyla akraba olsa da, pratik düzeyde, onlara karşıttır. 

Biz doğruluğu ve adaleti ararız, bunu bin türlü şekilde yaparız ve din bunlardan en yanlış olanlarından biridir. Altında yatan niyette akrabalık vardır, ama sonuçları bakımından amaca aykırı ve yanlış yoldur. Anlatabiliyorum sanırım 

Dinlerin hiç mi işe yarar yanı yoktur bu bakımdan? Dinlerin iyilği ve güzelliği rastlantısaldır. Yukarda dediğim gibi, insanoğlunun ilk hareket noktası olan doğruluk ve iyilikle biçimlendirdiği bu yapı, rastlantısal olarak bu amaca hizmet eder. Ayrıca ahlak da dinler de saf homojen değildir. Dinler teorik olarak salt kutsal kitaba bağlıyken aslında pratikte kitabı erişemediği sayısız alanda toplumsal rasyonaliteye ve onun çıkar dengesine bağlı demiştim. Yani işte dinlerin içine bu tür şeylyer girer ve dini bir yaşammış gibi sanılırken bu dışardan etkilenmeyi içinde taşır. Yine insan adalet ve doğruluk peşindedir inançları ve dinleri yaratır. Yarattığı bu kurumlar, bu adalet ve doğruluktan pay alır. 

Hayat sarmaldır ve yaşam sürdükçe yeni konular girdikçe, dogmalar yetersiz kalır ve insanoğlu ilk noktasındaki adalet ve doğruluk anlayışı ile inanç alanında yeni revizyonlar yapar. Ama sonuçta bütün bunları bir kutsal güce dayandıran bir teoriye dayandığı için hayatı baskıya alan ve onu kendi kalıbına göre biçimlendirmeye çalışan bir baskı aracı haline dönüşür. Hele ki bu siyasal dincilik, insanları sömürme aracı olarak da kullanılıyorsa tehlikeli bir yapıya dönüşür. 

Dinlerin iyilği ve güzelliği rastlantısaldır. Ama zararı ve kötülüğü iyiliği yanında çok daha fazladır. İnsanı robotlaştırır, özünü, ruhunu, tinini, aklını alır. Onun yerine yanlış bilinç, yanlış anlamlandırma ve robotizm koyar. Bütün bunlar da iş görür aslında. Çünkü bütün bunlar kültürellik yaratır, bir dil, bir bakış, ortak kodlar yaratır. Sonuçta insan plastik bir canlıdır. Toplumsaldır. Başka bireylerle uyumlu ve uzlaşımlı ilişki onu memnun eder. Bunun nasıl gerçekleştiği önemli değildir. Grup dinamiği, kitle psikoloji bu olgunun kavramlarıdır. Kişi bir gruba ait olsun, orda korunup kollansın, övülsün, sevilsin yeter ona. Bu tür bir kültürel yapı salt dinsellikler için yoktur. Etraf kravatlı insanlarla doludur. Kravat takmanın ulvi ve mutlak bir nedeni mi var? Yo, ama işte kitle psikoloji bir sürü saçma şeyi iyi ve güzel hale getirir. Din de bu bakımdan başka pek çok şey gibi toplumsallaşma kaynağıdır. (Alman nazizmi, felsefenin, edebiyatın, sanatın en ileri olduğu bir toplumdan çıktı.) 

Ama tabi insan salt psikolojik bir varlık da değil. Aynı zamanda akıl varlığı, o doğruluğu, iyiliği ve güzelilği ararken, tutarlılığı, denetlenebilirliği, temellendirilebiliriği hesaba katıyor. İnsanoğlu tür olarak saf akıl varlığı olmadığı için, yüzyıllar süren zaman dilimleriyle insanoğlunun akılsal birikimleri sonuçlar yaratıyor .Bu uzun zaman dilimlerinde insanoğlu daha çok psikolojik bir varlık olarak plastik bir canlı olarak, iştahlarının peşinde koşan bir varlık olarak yaşıyor. 

'Dinler ve tanrı insanın doğruluk ve iyilik anlayışından sonra, onun sonuçları olarak vardır' dedik. 

Ama konu burda kapanmaz. Çünkü bu sefer, tanrı ve dinden önce gelen doğruluk ve iyilik nerden çıkıyor diye sormak gerekir. 

Bunun cevabı ise insanların, varolanlar olarak varlıklarını sürdürme dürtüsünden ve bu nedenle kendileri gibi olan insanlar arasında kurdukları uzlaşım arayışlarından çıktığıdır. Yani bir varolan, diğer varolanla adalet ve doğruluk üzerinde anlaşmaya varmak ister, bunu yapmazsa savaşmak zorunda kalır. Bu nedenle ister ki bir varolan olarak varlığını riski en aza indirerek devam ettirebilsin. Böyle bakınca barış savaşın bir tür halidir. Adalet ve doğruluğın kaynağı insanların varolan olarak varlığının sürdürmenin riski en az yollarından olmasından çıkar. Yoksa başka bir numarası yoktur bunların. 

İnsanoğlu dünyayı, doğayı, hayvanları kendi türdeş varlığı için de yok eder, onlara karşı her türlü pisliği yapar. Ama kendi toplum düzeninde adaleti ve doğruluğu arar, insan hak ve özgürlüklerini arar. 

İnsan hayvandır. Yani varolmak için yok edecektir. Kendisini yok etmek isteyenlere karşı da adalet ve doğruluk ve eşitlik kavramlarını üreterek uzlaşımlar arar, yani barış arar. 

Biz bu nedenle belki de, her gün sorarız birbirimize "Nasılsın?" diye. 

İnsan aklı insanlar arasında uzlaşıma gitmeyi, eşit davranmayı ve davranılmayı, bunun uygulanmasına adalet demeyi ve bu sonuçların çıkartılmasına doğruluk demeyi söyler. 

Peki tanrı yoksa varolan alarak varolanların nedeni nedir diye son bir soru sorarsak. Her şey doğadır, Aslında doğa da değildir. Ama insan olduğumuz için ve bir dil kullandığımız için ona doğa diyorum. Denebilecek şeye en yakın şey olduğu için. Bu anlamda bu düşünce ne panteizm ne de panenteizmdir de. 

Doğa olarak adlandırdığım şey, neyse odur, ne iyidir, ne doğru, ne kötü, ne güzel, ne çirkin hiçbir şey değildir. Bu anlamda o aslında yoktur da. Ya da vardır. İkisi arasında fark yoktur. Ölüm ve doğum, ölüm ve doğumu algılayanlar canlılar için, yani böyük ölçüde insanlar için vardır. Özünde doğum da ölüm de yoktur. İnsan olduğumiz için bunları kendi varlığımızla ölçütlendirdiğimizde ortaya koyuyoruz. 

Böyle bir şey de yoktur bu varlık için. Varlık diyorum çünkü ona işaret etmem lazım, susmaktan sonra ilk gelen yol bu. 

 

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..