Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ağustos '07

 
Kategori
Çevre Bilinci
 

Doğa dostu bir insanlık arayışı -2

Doğa dostu bir insanlık arayışı -2
 

Bir önceki yazıda doğa dostu bir insanlık için etik modelden bahsetmiştim; bu yazıda biyoloji, teoloji ve sosyoloji modellerini de arayışımıza katarak devam edelim.

Biyolojik Boyut

Biyoloji, yeni modeller kurmak ve test etmek için çok zengin bir kaynak. Sizi bilmem ama ben genellikle bu tür arayışlarda biyolojinin bu zenginliğinden faydalanmayı tercih ediyorum. İsterseniz, bu zenginliği biraz hissetmek için hücre ile başlayalım:

Bedenlerimizdeki hücrelerden hangileri kıtlık içindedir? Hangileri, bolluk içindedir? Tabii ki, böyle bir şey söz konusu değildir. Hepsi, kanda dolaşan değerden adil faydalanır… Değer, kan içinde her zaman kullanıma hazır ve homojen olarak, tutulur. Buna, bilimsel dilde homoestatis denir. Homoestatis kelimesi içindeki homo, hücrenin ihtiyaç duyacağı malzemelerin kanda homojen olduğunu ve eşit dağılım gösterdiğini anlatır. Statis, ise bu malzemelerin miktarlarının statik ve değişmez olduğunu anlatır. Canlılık için çok önemli bir kavramdır. Günlük hayattan bir örnek verecek olursak, homoestatis, hücreler için bir çeşit açık büfe mantığıdır. İsteyen, istediği kadar tüketir. Fakat tabii ki, ihtiyaç fazlası tüketim, arzu edilen bir şey değildir. Bu sağlığa zararlı, aşırı yağ stoklanmasına neden olur. Yağ hücreleri haricinde sağlıklı hücrelerde yağ stoklanması, ancak yağlı karaciğer hastalığında olduğu gibi hasta hücrenin içinde meydana gelir. Normal bir hücre yağ depolamaz. İhtiyaç fazlası olacak malzeme talep etmez. Bu ihtiyaç miktarları DNA tarafından belirlenmiştir. Fazlası talep edilmez. Ancak bir DNA sorunu varsa, başka. O zaman metabolik bozukluk oluşur. Bu da sağlıklı hücrede yağ birikimine neden olabilir. Ne olur? Sonuç olarak, o hücrenin sağlıklı çalışması ve sağlıklı bir şekilde hayatını sürdürmesi, imkansız hale gelir. Buna tıp dilinde inflamasyon ya da yangı denilir. Böyle sağlıksız durumlar dışında ihtiyaç fazlası tüketilen gıdalar, yağ hücrelerinde depolanırlar. Bu da sağlıksızdır. Çünkü kanda ihtiyaçtan fazla alınan yağlar ve ihtiyaç fazlası olduğunda zararlı olabilecek diğer maddeler dolaşmaya başlar ve bu maddeler de sağlığımıza ciddi zararlar verebilirler. Tüketimden başladık.

İsterseniz, üretimle devam edelim ve bedenlerimizdeki üretim boyutuna ışık tutacak birkaç soru soralım: Örneğin, bedende işsiz hücreler var mıdır? Üretime katılmayan işlevsiz hücreler? İşsiz hücreler için programlanmış hücre ölümü, apoptasis vardır. Bu nedenle işsizlik diye bir şey söz konusu değildir. Aslında, programlanmış hücre ölümü, işsizliği ortadan kaldırmaz. DNA’nın kodunda hayat koşullarına dair bir vizyon saklıdır. Bu vizyon milyonlarca yıl içinde deneme yanılma yoluyla elde edilmiş sağ kalmaya dair son derece kıymetli bir bilgidir. DNA sahip olduğu bu vizyon bilgisi ışığında ve bu vizyona uygun kendi misyonunu gerçekleştirebilecek özellikte hücreler üretir. DNA, misyonuna uygun hücre özelliklerini planladığı gibi, bu hücrelerin sayılarını da planlar. İşte, DNA’nın bu planlaması, bir tür kalkınma ve nüfus planlamasıdır ve istenilen özellikte ve istenilen sayıda eleman üreterek, tam istihdam yaratır.

Buna rağmen, programlanmış hücre ölümü diye de bir şey var. “Madem, ihtiyaç yok diye öldürecektin, neden ürettin?” değil mi? Fakat böyle bir kapasite de, esneklik sağlamaktadır. Örneğin: Doğum öncesi ve sonrasında milyonlarca beyin hücresinin, belli bir zaman aralığında bilgisayar ağlarının kabloları gibi bir birine bağlanmayı başarması gerekir. Başaramayan hücreler, işlevsiz kalır ve programlanmış hücre ölümüne tabii tutulur ve ölürler. Fakat hücrelerin bu buluşma eylemi esnasında öngörülemeyen bağlantılar da kurulabilir. Bu öngörülmeyen yeni bağlantılar, bizlere yeni özellikler kazandırabilir. Müthiş bir müzik yeteneği veya resim yeteneği veya ana konu olan sağ kalmak için bambaşka bir şey… Programlanmış hücre ölümünü gerektiren, DNA’nın ihtiyaç fazlası üretimi değil, yine DNA’nın bütünü sağlıklı kılmak için uyguladığı fire ve arıza yönetimi için bir önlemdir. Sonuç olarak, DNA için özellik, işgücü ve nüfus planlaması böyle bir şeydir ve hayati öneme sahiptir.

Şimdi de arz ve talep ilişkileri açısından bedenlerimizdeki iktisadi hayata şöyle bir göz atalım: Hücreler, topluma arz edecekleri iş için gerekli malzeme ve enerjiyi sistemden talep ederler. Sistem de bu talep karşılığında gerekli arzı sunar. Arz edilecek iş, sistem tarafından talep edilen iştir. Sistem, bir işin yaratacağı faydayı evrim nedeni ile öğrenmiştir. Bu fayda hayatta kalma faydasıdır. Nüfus, en önemli konudur. Çünkü DNA kodu ile hücre nüfusları oransal olarak sabitlenmiştir. Karaciğer hücre nüfusu alabildiğine artamaz. Belli sayıda kalır. DNA kodu, üretici ve tüketici nüfusları için bir tür nüfus planlama kanunudur. Bu DNA kodu ise, nüfus, üretim ve tüketim miktarları için evrimin yönlendirdiği bir merkezi planlamadır. DNA kodu, iç ve dış etkilerle değişebilir. Bu değişim, sistem içinde ve dışında arz edilen iş ve talep edilen iş uyumsuzluğu yaratmadığı sürece hayatta kalabilir… Bio-sistemlerde, kimlik bazında takas, tek değişim aracıdır. Beyin, ne üretir? Kas, ne üretir? Mide, bağırsak ne üretir? Kalp, ne üretir? Bütün bu üretimler kendi aralarında takas edilir. Bir sistemin arz ettiği bir değerden faydalanmak için, talep edenin o sisteme ait olduğunu gösteren kimlik bilgisi yeterli olur. Paraya benzeyen soyut bir değişim aracı yoktur. Para yerine kimlik bilgisi vardır. Bio-sistemler, kimlik bazında tanımlanabilecek mikrodan makroya, bir cemiyet, bir ulus veya tüm ekosistem olabilir.

Hücre zarı, gümrük duvarları gibi zarın içinde kalanlar için bir kimlik, dışında kalanlar için bir pasaport yaratır. İçerdekiler ve dışarıdakiler… Ya da, biz ve onlar mı desek? Bir biyolojik etikten bahsedilecekse, şöyle bir örneğe de bakabiliriz: Bedenlerimizde özelleşmiş hücreler arasında hiçbir uyumsuzluk gözlenmez. Örneğin, kemik hücreleri, kas hücrelerine; kas hücreleri, beyin hücrelerine kıskançlıkla bakmaz. DNA tarafından bu uyumluluk kesin bir şekilde sağlanmıştır. Zaten bedendeki tüm faaliyetler DNA’nın emrindedir. DNA’daki bilginin faydası evrim sürecinde ölçülmüş ve değerlendirilmiştir. Hiçbir hücre bu bilgiyi sorgulamaz. Bütün hücreleri oluşturan ve birlikte çalıştıran ve paylaştıran bu evrimsel olarak doğrulanmış bilgidir. Bu nedenle özelleşmiş hücreler arasındaki farklı yaşam biçimleri DNA bilgisinin ürünleridir. Plan dahilinde hayatlarını sürdürmektedirler.

İnsanlardan oluşan toplumlarda ise, özelleşmiş insanların farklı yaşam tarzları diğer insanlar tarafından kıskançlık, korku ve/veya garipseme ile karşılanmaktadır. Toplumsal bir DNA mevcut değildir. DNA bilgisi daha çok bedenleşmede işe yaramaktadır. DNA kodunun toplumsallaşmada bir etkisi gözlenmemektedir. Evrim sürecinde toplumsallaşma bilgisi de DNA’da kayıt edilecektir.

Yukarıda ifade edildiği gibi, etik anlamda olduğu kadar teknolojik anlamda da yeni ihtiyaçlar, DNA’nın elde edeceği yeni bilgiler ışığında çevre dostu teknolojilerle karşılanacaktır. Her türün işlevsel ihtiyaçları DNA tarafından üretilen organlar sayesinde karşılanmaktadır. Uzun zamandır insanlar yeni organlara ihtiyaç duymaktadır: Barınaklar, ulaşım araçları, iletişim araçları, bilgi işlem araçları, vs… Eğer biz insan türü olarak, DNA’dan yeni bir işlev için yeni bir organ üretecek olsak ve bu yeni işlev uçmak olacak olsa, bu yeni işlev için gerekli olacak organ, bir uçak olacaktır. Bu uçak, bu organı üretecek olan insanların ortak DNA’sından oluşabilmelidir. Her türlü makine, araç ve gereç DNA tarafından üretilebilmelidir. İnsanların ihtiyaç duyacağı her işlev, hücreler gibi DNA’dan türeyen özelleşmiş organlar olmalıdır. DNA, beden içi çevreyi ürettiği, çalıştırdığı ve paylaştırdığı gibi, beden dışı çevreyi de üretmeli, çalıştırmalı ve paylaştırmalıdır. DNA kodundan üreyecek yeni organlar, organik olacağı için besin zincirinde yerlerini alacaklardır. Yani, hurda değil, diğer canlılar için gıda kaynağı olacaklardır. Bir kez üretildikten sonra, otomasyon anlamında kendi kendine belli sayıda çoğalabileceklerdir. Fakat mevcut DNA, bu işleri yapabilecek kapasitede değil henüz. Buna rağmen, diğer taraftan da, DNA’daki bilginin evrimi sürmekte. Yarın neler olacağını bilemiyoruz değil mi? Yarın DNA bu kapasiteye ulaşana kadar, bugün neler yapılabilir diye olaya baktığımızda, farklı fırsatlarla karşılaşıyoruz. Örneğin: Çevre dostu bio-nano teknoloji… Bugün bu teknoloji sayesinde mevcut atıklarımızı dönüştürecek yapay enzimler üreteceğiz. Bilim ve teknolojide çevre dostu insanlık arayışı için daha yapacak pek çok şey var…

Teolojik Boyut

Dünya üzerindeki semavi dinlere toplumsal açıdan kısaca bir göz atıldığında görülür ki, semavi dinler kendi içinde yukarıda anlattığımız biyolojik modele benzeyen bir etik modele sahiptir. Biyolojide insan bedenindeki tüm hücreler zaman içinde özelleşir. Yani, özel bir işlevi(düşünme, yediklerimizi öğütme, güç ve dayanım yaratma, inşa etmek veya yıkma gibi) yerine getirebilir. Tüm insan toplumunu tek bir beden ve o bedenin her bir hücresini de bir insan olarak kabul edecek olursak, her bir insan da etik faz veya seviyesine göre özelleşmektedir.

Özellikle, bu semavi dinlerde cennet, araf ve cehennem metaforları, etik seviyelendirme açısından nihai öneme sahiptir. Her birey, etik seviyesine göre, cennet, araf ve cehennem gibi bir etik varoluşun farklı bir seviyesinde yer alacaktır. Etik seviyesine göre farklı bir toplumsal düzenin üyesi olacaktır. Dünya veya okul sonrasında herkes tercih ettiği toplumsal düzende yaşayacaktır. Hangi toplumsal düzende yaşayacağımıza etik seviyemiz karar verecek. Etik seviyemizin temel ölçü birimi ise, egoism ya da bencillik olacak. Yani, insan merkezli bakış açısını üreten ben merkezli bakış açısı… Eğer bencilliğimiz akıl dışı seviyelere ulaşmışsa, örneğin trafikte kırmızı ışıkta geçmek gibi, bir kazanın olması ve acıların yaşanması ve/veya yaşatılması kaçınılmazdır. Örneğin, duraklarda sıra hak hukukuna uymamak gibi… Toplumumuzda görülen bu gibi arızalara rağmen, biyolojik hücrelerde benzer akılsız bencilliklere rastlanmamaktadır. Bunun yerine oldukça akılcı bir bencillik gözlenmektedir. Her bir hücre, kendi varlığının sürebilmesi için kendini daha büyük bir yapının parçası haline getirir. Kendini alabildiğine çoğalıp, çevresini tüketmekten alı koyar. Kandaki malzemelerden ihtiyacından fazla alarak, biriktirme veya stoklama yapmaz. Kıskançlık göstermez. Hücre, içinde yaşadığı bedenin(çevrenin) kuralları ve nizamları karşısında tam bir uyum içindedir. “Hep bana, hep bana, Rabbena…” demez. Nalıncı keseri gibi hep kendine yontmaz…Hücreyi etik anlamda değerlendirecek olursak, hücrenin akılsız egoism veya bencilliği ya da ben-insan merkezli bakış açısını oldukça aşmış olduğunu görürüz.

Semavi dinlerde dünyadaki varoluş, anne karnında henüz organları teşekkül etmemiş cenin gibi görülür. Dolayısı ile bu cenini oluşturan biz insanlar, daha henüz etik seviyelendirme sınavını bitirmediğimiz için etik anlamda özelleşememiş durumdayız. Fakat bu okul veya sınav sonunda etik seviyemizi ölçmüş olacağız. Bu ölçüm de, okul sonrası hangi toplumsal düzende yaşayacağımıza karar verecek. Semavi dinlerde etik seviyelere karşılık gelen, Cennet, Araf ve Cehennem’de de sonsuz seviyeler vardır. Biz hangi etik düzeydeysek, o düzeye uygun Cennet, Araf ve Cehennem’de varolan toplumsal seviyede varlığımızı sürdürürüz. Örneğin, Yunus Emre’de, maddi ve tüketici tutumlar karşısında “Cennet, cennet dedikleri birkaç köşk, birkaç huri… İsteyene ver gitsin. Bana seni gerek, seni!” tavrının işaret ettiği etik seviyeyi görebilmekteyiz. Bu tutum, biraz önceki örneğimiz olan beden için ele alınacak olursa, Yunus o bendeki tek bir hücredir. Ve o bedenin maddesine değil, ruhuna aşıktır. O bedenin kimliğindeki isme aşıktır. Onunkisi madde tüketim tutkusu değil, mana paylaşım utkusudur. Ve bu mana ile tam bir uyum içinde olmaya çalışmaktadır. Zaten Yunus’un da kendi kimlik bilgisi bu aşkın isimde gizlidir. Bu nedenle basit anlamda maddi tüketim, Yunus’un bu sözlerinde işaret ettiği etik seviyeden farklı bir etik seviyedir. Mal mülk şehveti ile yanıp tutuşturan bir etik seviye değildir onunkisi.

Bir de ilahi düzlemde bu etik seviyelere karşılık gelen toplumsal düzenlerin mekanlarının düzenlenişine kısaca bakalım. Her etik seviyeye karşılık gelen mekan, tıpkı hücre zarı gibi bir duvarla sınırlandırılmıştır. Bu duvarların arkasına oraya ait olamayan alınmamaktadır. Bu seviyeler, tıpkı hücreler gibi de işlev görürler. Her seviye hücresinin duvarlarında bekçi reseptörler vardır. Uygun olanı içeri kabul ederler. Bu sistem Hindistan’daki Kast sistemi gibi kast değiştirmenin imkansız olduğu bir sistem değildir. Herkes zaman içinde farklılaşabilir. Bu fark neyi gerektiriyorsa, kişinin o hücreye nakli yapılır. Böyle bir teolojik örneklemeye neden gerek duyduk. Çünkü çevreci iktisatçıların önerdiği gibi, parayı değişim aracı olmaktan çıkartır. Yerine, SSK numarası gibi kimlik bilgisini geçirirsek, herkesi herkesin ürettiğinden serbestçe bedelsiz tüketmesine izin verirsek, bazı insanlar bu durumu suiistimal edeceği, ihtiyaçlarından fazlasını sistemden çekecekleri ve sistemi çökertebilecekleri gerçeğine karşılık bir önlem arayışı içinde gerek duyduk. İhtiyaçlarından fazlasını sistemden çekmemelerinin tek yolu ise, etik seviyelerinin yükseltilmesidir. Bütün dert, ben-insan merkezli egoist ve bencil bakış açısını aşabilmiş, evren merkezli bütüncül bakış açısına ulaşmış etik olarak olgunlaşmış bir toplum yaratabilmektir. Fakat bütün insanlığın aynı etik seviyeye aynı anda ulaşabileceğini beklemek pek doğru olmayacak. Bu nedenle etik seviyelendirme yapmak gerekecek. Ve bu seviyeleri de mekansal olarak birbirinden ayırmak gerekecek. Fakat bu ayrım tam olacak. Yani, en üst etik seviye ülkesinin vatandaşları estetik ve bilim seviyesinde de en ileri olacakları için bu seviyenin ürünlerini alt seviyelerle paylaşmayacaklardır. Az tüketecekleri için şişman da olmayacaklardır. Nüfusları da artmayacaktır. Dışardan bakıldığında fakir, içerden bakıldığında zengin oldukları görülecektir. Ve bu iç zenginliği koruyabilecek vicdan, zeka ve güce sahip olacaklardır. Bu duruma iyi bir örnek, Hindistan’nın efsanevi lideri Gandi ve onun Güney Afrika’daki yanarak kendi küllerinden tekrar tekrar doğan Zümrüdüanka adındaki efsane kuşun ismini taşıyan çiftliği olabilir.

En üst etik seviyedekilerin ürünlerini alt seviyedekilerle paylaşmama nedenleri ise, en üst seviyeye ait bilginin alt seviyelerin eline geçmesini engellemektir. Çünkü bu bilgiyi, alt etik seviyedekiler ömürlerini ve nüfuslarını ihtiyaçtan kat be kat fazla artırmak için kullanacaklardır. Bu da kaynak israfına neden olacak ve doğal dengeyi bozacaktır. Buna benzer bir söylemi, evrende başka akıllı canlıların olduğuna inanan(bu da kendi içinde mantıklı bir teolojidir) ve hatta bunların etik anlamda bizden çok üstün olduğunu iddia eden yazarlarda da görürüz. Evrendeki üst etik seviyedeki toplumların insanlığın gelişmesini beklediğini hatta bunun için çalıştığını bu yazarların yazılarında okuruz. Tabii, burada bizim ilgilendiğimiz şey, çevre dostu bir insanlık yaratmak yolunda bu teolojilerin bize sundukları bakış açıları ve çözüm modelleridir. Bu akıllı canlıların dünyayı etik anlamda bir okul gibi gördükleri de vakiidir. Ölümün çaresini buldukları fakat insanlara vermedikleri de, bu konudaki başka bir inançtır. Bu akıllı canlılar inancının bir değişik versiyonunu, mitolojilerde de görebiliriz. Uzaydaki akıllı canlılar teolojisi, bir açıdan da eski çağ çok tanrılı mitolojileri ile ortak özelliklere sahiptir. Neyse, bu konuya fazla girmeden, çevre dostu bir insanlık arayışında etik modelimize geri dönelim.

Kısacası, etik dönüşümünü gerçekleştirmiş toplumlarda doğanın haklarına, malına ve mülküne duyulan şehvet/kıskançlık yerine o hakların korunmasına duyulan sorumluluk, tembellik yerine çalışkanlık, korkaklık yerine cesaret, cimrilik yerine cömertlik, vefasızlık yerine vefa, sahtelik yerine dürüstlük, kibir yerine alçak gönüllülük, kin yerine sevgi gibi yüksek etik değerler egemen olacaktır. Bu nedenle belki de Aristo, buna yakın bir ifade ile, “Benim için yönetim şekli önemli değil. Bu yönetim şeklinin adı, ister diktatörlük, ister demokrasi olsun, önemli olan yöneticilerin ve yurttaşların yüksek seviyede etik olmasıdır… Zaten, bu durumda hak ve özgürlükler, otomatik olarak korunmuş olacaktır.” demiş. Bu değerlerin egemen olduğu bir toplum yapısını, hücre ve insanın biyolojik yapısında görüyoruz. Tabii ki, insanın biyolojik yapısı, trilyonlarca hücreden oluşmuş dev bir toplum. Bu toplumda birey olan her hücre de kendi içinde, doğanın haklarına , malına ve mülküne duyulan şehvet/kıskançlık yerine o hakların korunmasına duyulan sorumluluk, tembellik yerine çalışkanlık, korkaklık yerine cesaret, cimrilik yerine cömertlik, vefasızlık yerine vefa, sahtelik yerine dürüstlük, kibir yerine alçak gönüllülük, kin yerine sevgi gibi yüksek etik değerlerin egemen olduğu dev bir toplum. Bütün bu hücrelerin toplamı olan insan bedeni de, aynı değerler ile çalışmakta. Fakat gelin görün ki, günlük hayattaki insanlar aynı yüksek seciyeyi gösterememekte. Daha doğrusu içinde akıllı bireyler barındırmasına rağmen, toplum kolektif akıl açısından akılsız davranmakta. Ben-insan merkezli bakış açısı içinde çevresel felaketlere koşmakta.

Fakat şunu unutmamak gerekir ki, en üst etik seviye bir amaç değil, kolektif ve bireysel faydayı dengelemek için bir araçtır. Bu denge de aslında, bireysel sağ kalmanın ya da bireysel sağlığın bir aracıdır. Bu sağlığın ölçüsü ise, bireyin hem içinin içle, hem de içinin dış çevreyle uyumluluğunun ve adaptasyonunun derecesidir. Aslında, etik, akıllı bencilliğin, zeki ve bütüncül fayda sistemi üzerine kurulu bir yöntemidir. Burada etik, uzun vadeli bütüncül planlarlardan yola çıkıp kısa vadeli bireysel planların gerçekleşmesi için bilimsel bir zorunluluktur. Uzun vadeli planlar için geçici ve değişken yerine yerleşik ve kalıcı düzene sahip olmak gerekir. Böyle bir sistemin nedeni fayda ise, yöntemi etiktir yani.. İster toplumsal, ister bireysel fayda yaratabilmek için yüksek seviyeli etik, tek temel yöntemdir. Bu temel yöntem üzerinde diğer yöntemler şekillenebilir. Etik, toplumsal faydaların üretilebildiği toplumsal bir temel yöntemdir. Bireysel akıl ve kolektif akıl, sağlık acısından faydalıya ulaşmak için etik yöntemi üretir ve paylaşır. Bir toplumda bireyler çok akıllı ve zeki olabilir. Fakat kolektif akıl açısından toplum akılsız olabilir. Bir toplumdaki kolektif aklın en büyük göstergesi etiktir… Bütün bu yüksek etik değerlerin evren merkezli bir bakış açısına dayanan kolektif akıldan doğduğunu gözünün önünde olmasına rağmen insanlık tarafından görülememekte. Belki de, görülmekte. Hatta, bu noktada evren merkezli bu bakış açısına ve toplumsal akla kendi tarihimizden çok canlı bir örnek gösterebiliriz: Ahi Evran…

Evren Merkezli Evran Sosyolojisi: Sosyo-Ekonomik Boyut

Ahi Evran, 13.yüzyıl Anadolu Aydınlanması’nın en önemli karakterinden biri. Bu adam, o dönemde etkisi çağları aşan ve günümüze halen ışık tutan gerçekten büyük işlere imza atmıştır. Sulandırmak gibi olmasın ama ahilikte görünen yapıya benzer bir yapıyı ben, “Star Wars-Yıldız Savaşları” adlı kült filmdeki Jedi Konseyine benzetiyorum. Bu efsanevi kült filmin senaristi, bir röportajında Jedi konseyini Çin’deki hem büyük mistik önderler, hem de büyük savaşçılar olan Shaolin Rahipleri’nden örneklediğini açıklamıştı. Bunun bizdeki karşılığı Alperenler, Ahiler ve Bacılar olarak ele alınabilir.

İşte, Ahi Evran zamanının Jedi konseyini kurmuştur. Hatta, Ahiler Osmanlı İmparatorluğunun kuruşunda inanılmaz destekler sağlamışlardır ve son derece kritik roller üstlenmişlerdir… Osmanlı’ya adını veren Osman Bey’in ikinci babası yani kayınbabası ve akıl hocası Ahi Şeyhi Edibali’dir. İmparatorluğun kurucusu Osman Bey’den sonra gelen hanedanların çoğu da Ahi örgütü içinde yer almışlardır. Ahilik, devleti derinleştiren ve halklaştıran en önemli araçlardan biri olmuştur. Şimdi, şunu sorar gibi olduğunuzu duyar gibiyim: “İyi güzel de, Ahiliğin çevre dostu insanlık ile ne ilgisi var?” Ahilik, iktisadi hayata etik boyutu yerleştirmişlerdir. Tabii, iktisadi hayatta zaten etik vardı. Fakat Ahiler, etiği köklü bir teoriye ve pratiğe dönüştürerek Osmanlı İmparatorluğu öncesinde ve süresince yüzyıllarca başarı ile gerçekleştirdiler.

Ahi birliğine girebilmek için bir meslek sahibi olmak zorunluydu. Bu meslekte kendi emeği ile geçinmeli, cömert, namuslu olmalı ve mal mülk hırsına kapılmamalıydı. Genç Ahiler, gündüzleri mesleklerinin pratiğini sahada yaparlar, kazandıklarını okula getirirler ve ortak sofralarda yemek yerlerdi ve ortak yaşarlardı. Ahi Okulunun öğrenci kimliği, okulun imkanlarından yararlanmayı sağlıyordu. Yani, bio-sistemlerde gözüktüğü gibi kimlik bilgisi bazında takas sistemi okulun hakim ekonomik sistemiydi. Okulda ahiler, meslek yanında savunmayı ve silah kullanmayı da öğrenirlerdi.

Bu yapı, çevreci iktisatçıların tanımlamalarına oldukça benzemekte. Ahilik, tüketim ve üretim çılgınlığından uzak bir yaşam öngörmekte ve bu öngörüyü sistematik etik bir zemine oturtmakta… İş yeri açabilmek için çıraklık, kalfalık ve ustalık aşamalarından geçmek zorunludur. Teşkilat, izin vermeden hiçbir iş yeri açılamazdı... Yine, teşkilat aynı yerde aynı işi yapacak işyerlerinin açılmasına izin vermezdi. İş yeri nüfusunu sıkı denetim altında tutardı. Rekabet ve hırs, hoş görülmez ve bunlara izin verilmezdi.

Fiyatlar, teşkilat tarafından belirlenirdi. Arz ve talep dengesi, fiyat belirlemede kullanılmıyordu. Serbest piyasa ekonomisinde fiyat, üretici tarafının ürüne verdiği değere göre değil, tüketici tarafının ürüne verdiği değere göre belirlenir. Yani, bu sosyo-ekonomik sistemde müşteri kraldır. Fakat Ahi toplumlarda, aynı faaliyet alanında işyeri sayılarının kontrolsüz artıp, vahşi rekabet nedeni ile fiyatları maliyetin altına inmesi veya maliyete dayanması gibi tehlikelere izin verilmemektedir. Çünkü böyle durumların toplumsal etik için zararlı olduğu düşünülür. Bu şekilde üretim ve tüketim miktarları, tıpkı DNA’nın hücre içindeki üretim ve tüketim miktarlarını belirlemesi gibi Ahilik Teşkilatı tarafından belirlenir. Toplumdaki meslek sahiplerinin ürünlerini ve hizmetlerini satarken yoksullaştırılmasına izin verilmemektedir. Bu şekilde toplumun yoksullaştırılması da engellenmiş olmaktadır.
Ayrıca özür nedeni ile meslek sahibi olmayan yoksullar için toplumda yardımlaşma sistemleri devrededir.

Fiyatı, bireysel tüketicinin ürüne veya hizmete verdiği değer veya üreticinin ürüne veya hizmete verdiği değer değil, ürüne veya hizmete toplumsal sağlığın verdiği değer belirler. Fiyat, ne üreticiyi, ne de tüketiciyi, ne fakirleştirir, ne de zenginleştirir. Ne kıtlık, yaratır ne de bolluk… Fiyatı üreticilerin belirlediği tekellerde tüketici yoksullaşır. Fiyatı, tüketicilerin belirlediği ekonomik sistemlerde üreticiler yoksullaşır. Fiyatı, hem arz tarafında, hem de talep tarafında yer aldığı iddia edilebilecek aracıların belirlediği sistemlerde ise, hem üreticiler, hem de tüketiciler yoksullaşır. Oysaki, Ahilik’te ne arz, ne de talep fiyatın belirleyicisidir, toplumsal ve bütüncül doğa sağlığı, fiyatın tek belirleyicisidir. Bu ince kantarın topuzunu Ahilik teşkilatı kolektif aklın gereği olan en üst seviyede etik ile tutmaktadır. Çünkü toplumun sağ kalması, bireyin sağ kalması; bireyin sağ kalması toplumun sağ kalması anlamına gelmektedir. Gerçekte toplumun da, bireyin de sağ kalması doğanın sağ kalmasına bağlıdır. Fiyat, bütüncül doğanın sağlık değeridir. Yani, fiyatı belirleyen ihtiyacın metası değil, metanın doğayı etkileyen üretim ve tüketim yöntemidir.

Fiyat, sağ kalabilme değeridir: Sağlığımızı olumlu yönde etkileyen değerli, olumsuz yönde etkileyen değersizdir. Bizim sağlığımızsa, doğanın sağlığının sadece küçük parçasıdır. Yeryüzünde yaşayan iki milyona yakın tür göz önünde bulundurulduğunda ve bu türlerin yarısının bitki böceklerden oluştuğu görüldüğünde yerimizi daha net algılarız. Yani, doğanın sağlığının parçası olan bizler için doğa sağlığı için olumlu olan değerlidir, olumsuz olan değersizdir. Çünkü doğanin sağlığı, bizim sağlığımızın ta kendisidir. Fiyat, akılsız bencilliğimizin değil, akıllı bencilliğimizin eseridir. Akıllı bencilliğimizin en büyük göstergesi de etiktir. Akıllı bencilliğimiz, uzun vadeli ve bütüncül, her şeyi ait olduğu bağlamında düşünür. Akılsız bencilliğimiz ise, kısa vadeli ve parçasal, her şeyi ait olduğu bağlamından kopararak düşünür. Akıllı bencilliğimiz, toplum ve doğa odaklıdır, akılsız bencilliğimiz toplum ve doğa bağlamından kopartılmış birey odaklıdır.

Fiyat yani değer, ancak toplum ve doğa sağlığına odaklı akıllı bencilliğin eseri olabilir. Oxford Üniversitesinin ünlü biyoloğu Richard Dawkins, “Gen bencildir” adlı kitabında genin yani DNA’nın türsel ve doğanın sağlığına odaklı akıllı bencil makinalar olduğunu iddia eder. DNA tarafından tek satın alınan şey, toplumsal sağlık(beden içi denge) ve doğa sağlığdır(beden dışı denge). DNA, enerjiyi, toplumsal ve doğa sağlığına dönüştürebilecek bilgiyi satın alır. Ve doğadaki her şey, aynı sağlık bilgisinin peşindedir. Sosyo-ekonomik açıdan DNA hücre ve beden için neyse, Ahilik benzeri sistemler de insanlık için odur. Dolayısı ile, Ahi toplumda, Ahi teşkilatı için toplumsal ve doğa sağlığı fiyatın ve ekonominin tek kriteridir.

Günümüzde de tekrar sağlıklı yaşam ve sağlıklı çevre trendlerinin el ele gittiğini görüyoruz. Tabii, Ahilikte bunlar tasavvuf felsefesinin verdiği ölçülülük anlayışı içinde ele alınmış ve uygulanmıştır. Günümüzde ise, akılsız bencilliğe ait olan bağlamından kopartılmış değerler sisteminin yaratığı çevresel felaketlerin hayatı tehdit eder boyuta gelmesi nedeni ile zorunlu olarak ele alınıp, uygulanmaya çalışılmaktadır. Şunu da unutmamak lazım, Ahiliğin güçlü olduğu dönemlerde nüfus bugünlerde olduğu gibi hızlı artmamaktadır. Bilimsel bilgi, bugün olduğu gibi nüfusu patlatacak düzeyde değildir. Öyle nüfus yoğunluğunda üretim ve tüketim ağlarını planlamak için nispeten daha istikrarlı bir ortam vardır.

Ahilik, çevre dostu insanlık için dünden verdiğimiz bizden bir örnek. Gelecek yazımızda çevre dostu insanlık için bugünün küresel dünyasından, biri yeni keşfedilmiş ucsuz bucaksız zengin, bol kaynaklara sahip Amerikan topraklarının ürettiği ve bu bolluk nedeni ile değer kıymet bilmez tatminsiz, insana ve çevreye saygısız obez kültürü; diğeri küçücük bir adaya sıkışmış, kıt kaynakların ürettiği ve kıtlık nedeni ile değer kıymet bilir, kanatkar, insana ve çevreye saygılı diet kültürü temsil eden iki örnek vereceğim: GM ve Toyota… Fakat şunu akıldan hiç çıkarmamak lazım. Küreselleşme ve teknoloji kaynaklı çevresel ve toplumsal sorunlar nedeni ile bu iki kültür, süratle bir birlerine yaklaşmakta ve yeni bir senteze doğru gitmekte. Toyota’nın elektrikli araba modellerinde biraz durgun davranması fakat buna rağmen GM’in elektrikli modeller üzerinde çalışmayı sürdürmesi buna iyi bir örnek olabilir diye düşünüyorum. Buna ek olarak da, The American Council for an Energy-Efficient Economy adlı kuruluş, 2006 yılında çevre dostu teknolojiler için bir yarışma yaptı. Sonuç, zirveye Uzakdoğu kültürü oturdu. Fakat yarışmayı ve özendirmeyi Amerikan kültürü yapmış oldu. Kendi kültürünü temsil eden firmaları bu yönde bir kez daha teşvik etmiş oldu. Zaten, özündeki Uzakdoğu kültürü sayesinde bu yıl Toyota, GM’i neredeyse asırlık tahtından indirerek, Dünya’da 1 numaralı otomotiv üreticisi haline geldi. Daha pek çok önemli örnek var tabii… Bunlar şu an aklıma gelenler. Daha sonraki yazımızda da yarına dair bugünün derme çatma, geçiş dönemi tüm konseptlerinin değişeceği doğa dostu insanlık için bir vizyon vermeye çalışacağım. Zaten, verdiğim ip uçlarından anlamışsınızdır bu vizyonu:)

Ek Bilgi: http://www.ecoeco.org/about.php

 
Toplam blog
: 14
: 3618
Kayıt tarihi
: 27.08.06
 
 

İstanbul Üniversitesi İngiliz dili ve Edebiyatı / Amerikan Kültürü ve Edebiyatı mezunuyum. Boğazi..