Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ocak '09

 
Kategori
İlişkiler
 

Dolmuşum galiba!

Dolmuşum galiba!
 

Işığım


İşinden her zamanki saatte çıkmıştı. Aynı şeyleri hissediyordu her iş çıkışında, “bir güneş daha onsuz mesaisini tamamlamıştı; bir günbatımını daha kaçırmıştı işte. Nereden bilebilirdi yarınki güneş ile bugünkünün aynı olacağını! Çok şey kaçırıyordu çok…”

Bulunduğu yerden otobüsler pek seyrek geçtiğinden dolmuşlar onun zorunlu tercihi oluyordu. Pek sevmiyordu dolmuşları ama yapacak başka bir şey yoktu.

Çok geçmeden “tek geçeri” gelmişti. Yaklaşınca anladı: her seferinde gazinoya benzettiği sarı “Ulus” tabelalı bu çirkin araç hakikaten “dolmuş”tu. Kendine bir boşluk buldu ve uzattı parasını. Durumu değerlendirildiğinde, aslında kendini dolmuşa doldurmuştu galiba. Mevcut durumda eller boş bulduğu bir tutacağı tutmaya çalışırken bedeninden epey bir uzaklaşmıştı. Kafa öndeki yolcuyu rahatsız etmemek üzere geriye çekilmiş, ayaklar son derece çarpık bir pozisyonda üzerine düşen vaziyeti yapmaya çalışmaktaydı. Lakin gidiyordu işte…

Yolculuk yaklaşık 15 dakika sürecekti.

“Hocam köşeyi geçene kadar çökebilir miyiz?”...

“Sağolun hocam!”…

Sessizlik…Yorgunluk…

İneceği yere yaklaştıkça önceki günlerdeki gibi heyecanlanmaya başlamıştı. Heyecanı evine gideceğinden değildi. Heyecanı her dolmuş yolculuğunda depreşen, inecek olduğu yerde görmek istediği kişiyi görebilme ihtimalindendi. Ritüelimsi heyecanı diğer ritüeller gibiydi aslında, ihtimallere dayanmaktaydı.

Dolmuşlar sanki hayal gücü ile bir olup zihnini mahrem yerlere götürmekle vazifelendirilmişlerdi. 2-3 dakika sonra yolculuğu bitmiş olacaktı ve çoktan mahrem zamanlara ve mekanlara erişmişti.

”Müsait bi yerde”…

Çok uzun zaman olmuştu, aylarla ifade etmeyi tercih etmez ama bir yılı geçeli çok olmuştu, onu son gördüğünden dolmuştan indiği ana kadar geçen zaman.

Evet inmişti dolmuştan ve onu görecek olma ihtimalini hiç hafife almadan onu görebilme heyecanıyla etrafına bakınmaya başlamıştı. Son gördüğünde üzerinde ne vardı hiç hatırlamıyordu. Ama onunla beraberken neler giydiğini gayet iyi hatırlıyordu. Aklından montlarını geçirdi tekrar. Kırmızı, krem ve siyah renklerinde üç montu vardı. İnce siyah montunu tercih edeceğini pek düşünmüyordu, hava soğuktu ve soğuğa hiç dayanamadığını gayet iyi bilirdi. Geriye kırmızı ve krem rengi montları kalıyordu.

İlk elini tuttuğu gün, soğuktan tek hırkayı paylaşmak durumunda kalmışlardı. Tek hırka ve içinde iki kendini kaybetmiş kalp, mevsimi döndürüvermişti. Zaman bazen gerçekten çok anlamlı oluyordu! Her dakika 60 saniyeden oluşuyordu ama bunlar kesinlikle eş değillerdi.

Tebessüm…

Zihin meşk ederken geçmişte, gözler veriler doğrultusunda kaçak kaçak giden sevgiliyi aramaya devam ediyordu.

“Sanki o kadar zaman hiç mont almayacak, hiç değişmeyecek, onun yokluğu haricinde her şey aynı kalacaktı…” bu arayışa itiraz eden çocuksu sesler yükseliyordu, içerilerden.

Sesler hep olurdu; ne zaman ve nereden gelecekleri de belli olmazdı, yapacak bir şey yoktu! Ayrılıklarının zikredildiği andan beri ne içerdeki sesler susmuştu ne de dillenmiş sesler. Gözler öyle olmadığı aklına geldi! Kapaklar arkasındaki özgürlükleriyle barışıktı gözleri. Gözlerine dair kontrol edemediği bir şey vardı, o da gözyaşları! Kapalı olsa da kapaklar, yeri gelir durmazdı gözyaşları. “Ayrılmak istiyorum galiba” sözünü duyduğu o an kafayı öne eğip kapatmıştı göz kapaklarını ama gözyaşlarını durdurmayı başaramamıştı. Akacak gözyaşı gözde durmazdı!

Tebessüm…

Bakışlar… Yüzler…Işıklar…Gözler…Montlar…

Çok uzatmayı sevmezdi, en nihayetinde şans oyunuydu bu ve kazı-kazan ne kadar sürede oynanıyorsa bu işte o kadar sürmeliydi.

Dolmuş ondan boşalan boşlukları doldurmuş, yola devam etmekteydi. O ise uzun zamandır dolmayan içindeki boşlukla hala oradaydı. Bir süre daha bakındı etrafa. Kırmızı montlara, krem rengi montlara hatta siyah montlara baktı. Elinden geleni yapmıştı, yoktu! Evine giden yollardan birini tercih etti ve etrafa bakınarak yürümeye başladı. Şans mı şanssızlık mı bilinmez operasyon olumlu sonuçlanmamıştı, yine görememişti işte!

Üst-geçitleri severdi. Altlarından bir sürü araba ve bir sürü hayat geçerdi. Her araba ve her hayatı net olarak ayırt etmek mümkün değildi elbet, ama yine de güzeldi ışıklar eşliğinde geçişlerini izlemek.

Geçişi bitmişti, sırada onu evin hemen önüne kadar bırakacak son dolmuş vardı. Otobüsler yine yoktu. Dolmuşlar hala “tek geçer”di.

Durağa yaklaştı. Seyyar olmasına rağmen seyyah olmayan kazı-kazancısı yine yerindeydi.

Cebini karıştırdı. Mevcut madeni serveti, ona tek atımlık bir oyun hakkı tanıyordu. Yapacak bir şey yoktu. Prensipleri vardı, sadece bozuk parasıyla kart alırdı.

Dolmuş durağa yanaşırken, paraları şapkalı adama vermiş, onca kart arasından birini seçmiş ve durağın en önünde kapının açılmasını bekliyordu.

“Yüzyıl mı?”…

Bilse de cevabını sormadan edemezdi. Huydu işte!

Kazımadan cebine attığı kartla bindi dolmuşa (galiba kazımak için doğru zaman değildi) ve giderken yabancı kalabalıkla o günlük son kez meşk etti geçmişinde. Galiba yaşadığı aşk tek atımlık olmuştu. “Durum” itibarıyla durum bunu göstermekteydi! Cebinden çıkan bütün bozukluklarla bir sürü kart arasından bir kart seçmiş, kazımış ve kaybetmişti. O oyunda işler yolunda gitmemişti!

Ritüelini sonlanırken artık son bir taş aldı ve attı çalkalanan iç dünyasına… Peki o zaman neden başka bir kart daha kazımıyor; kazıyamıyordu…Neden hala montlar vardı, neden eskimemişti geçen zaman, neden ibadetleri bile hala ona dairdi…! İpucu olarak aklına gelen kelimeleri de fısıldayıp aynı yere kapattı kapıları… Korku, parasızlık, aşk, özlem!

Artık iyice yorgun ve de rahatlamış hissetmekteydi kendisini, parasının üstü elden ele uzatılarak geldiğinde. Dolmuşa dönmüştü artık, bitmişti ayini. Henüz kazınmamış kartının yanına attı bozukluklarını, “müsait bir yerde” inene kadar seyrelmeye koyuldu etrafındaki hayatları.

“Müsait bir yerde!”

 
Toplam blog
: 9
: 379
Kayıt tarihi
: 26.01.07
 
 

Ben Cenk. Sık sık düşünüp; ara ara yazıyorum...