Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Haziran '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Dünyayı kurtaran adam

Doğum günümde kız kardeşimin aldığı lacivert gazeteci gömleği bu psikopat siyahı gitar kılıfının altında daha bir sakin ve aklı başında duracakmış gibi geldi bana.

Kadife, keten derken bir kaç pantolon denedikten sonra da açık mavi bir ‘kot’ pantolon olan Loft’ta karar kıldım.

Loft’ların benzerlerine nazaran daha pahalı olduğu dönemlerde şimdi hatırlamadığım olası sosyal yaşam etkinliklerinden feragat edilerek alınmış ama yıllardır eski-yüksek bar taburelerindeki ömrünü bitirmişti o da benim gibi.

Abartmamalıydım bu ‘özenli giyinme’ işini. Temiz olmak yetmeliydi sadece.

Çok zor bir gün değildi aslında.

Alt tarafı öğle saatlerinde eski bir dostla buluşacak sonra derneğin olağan fikir alışverişi toplantısına katılıp ve en sonunda da gün battığında Kaleiçi’nde genellikle gay’lerin, lezbiyenlerin ve 35 üstü efendi uslu bar müşterilerinin güle oynaya çekme bira içtikleri bir barda bir - iki saat gitar çalacaktım.

Bütün bu saçma yoğunluk, ne olacağını bilmemekten daha iyiymiş gibi geldi bana nedense.

Eski dostla buluşma yeri Güllük postanesinin önüydü. Ne hikmetse bin yıldır burada buluşurduk herkesle.

Bir on dakika kadar gelip geçene bakarak bekledim, gecikecekti galiba hıyarağası.

...

Postanenin kaldırımında dikilmiş ‘bu ‘eski dostların’ benimle alıp veremediği ne ola ki bu aralar beni boyuna arayıp soruyorlar diye düşünürken Çağatay yüzünde insanlık tarihinin en eski ve en sahte sırıtışıyla yanıma sokuluverdi.

‘Vay baba göbek yapmışsın!’

‘Hala randevularına geç kalıyorsun be oğlum’

El sıkışıp parka doğru yürümeye başladık sonra, Çağatay sanırım istem dışı bir hareketle koluma girdi yürürken.

Cuma namazından çıkmış ihtiyarlara dönüverdik bir anda.

Yavuz Özcan Parkı’na geldiğimizde; ‘Seyhan müzikle anlaştım bana bir albüm yapacaklar’ dedi birden.

Ağzındaki bakla buydu.

Benden bir iki tane yaz şarkısı yapmamı istiyordu, adamlara dinletecekti ve beğenirlerse albüme koyacaktı.

‘Adamlar çok profesyoneldi ve ben de albümün bestecilerinden birisi olarak çok yüklü bir telif ücreti alabilirdim, şansımı denemem gerekirdi!’

Benlik bir iş değildi bu oysa.

Çoluk çocuğu ‘ellerin sözlerin gözlerin ooo’ diye oynayıp zıplatacak salak şarkıları yapamazdım ben. Ama orada oturup Çağatay’a teklifini reddetme gerekçelerimi anlatma fikri ödümü kopardı birden.

‘Merak etme, biraz çalışayım işe yarar bir şeyler çıkarsa ben seni ararım’ dedim.

Böylesi daha kolayıma gelmişti.

Çocuk gibi sevindi.

Ayrıldık orada. Kendisine ses eğitimi konusunda bi program uygulamamı isterken bayağı hevesli görünüyordu eleman.

Zavallı arkadaşım. ‘Ünlü olma hastalığı’ bütün hücrelerini kemirmiş görünüyordu.

Müzik işçilerinde sıkça görülen bir rahatsızlıktı bu meşhur olma sevdası.

...

Türkçe’nin en güzel müzik parçalarını yapan Fikret Kızılok’un kendi müzikal yaşamını özetleyen sözleri geldi aklıma birden, bu sözler Çağatay’a ve onun gibilere yol gösterici olabilirdi aslında.

Bir söyleşide söyle söylüyordu usta;

“Ben niye meşhur olduğumu bilmeden meşhur oldum. Çocuktum o zaman. Ondan sonra mekanizmanın nasıl çalıştığını 13. plağım ‘yumma gözün kör gibi’yle gördüm ve derhal kendimi yok ettim.

Dünya halklarının yüzde sekseni bilinçsiz ve sadece üretim için yaşıyor. Amerika da dahil gerçek entelektüel sayısı yüzde 5’i bile bulmaz. Demek ki cahil olan yüzde 80’le ile ilişki kurup meşhur oluyorsun ve böyle meşhur olmak aslında utanılacak bir şey.

Meşhur olmak bir hastalıktır. Bir insan ne kadar değersizse meşhurluk ipine o kadar sarılır, bunun için her şeyi yapar”

Gerçi Çağatay’ı da çok suçlamamak gerekebilir. Üç kuruş paraya, o insan ömrünü yiyip bitiren barlarda her akşam beş altı saat gitar çalıp şarkı söylemek zannettiğinizden çok daha çabuk tüketir gençliği.

Bütün gün tuzruhu gibi dolaşırsınız ortalıkta ve insanlar ‘Kimselere söyleyemediğiniz büyük problemleriniz’ olduğunu falan düşünürler ama sadece sahne yorgunluğudur o.

İyi müzisyenle kötü müzisyen arasındaki en önemli fark ise o yorgunluğu taşıyabilmek, onunla yaşamaya alışabilmektir belki de.

Çağatay belli ki yorgunluğu taşıyamayanlardandı ve bir anda yırtıp kurtulmak istiyordu.

...

2) İşte yine derneğin hafta sonlarında yapılan olağan fikir alışverişi toplantısındaydık. Geçen hafta ya da ondan önceki hafta kurtaramamıştık bu anasını sattığımın dünyasını, bu hafta belki olabilirdi.

Gerçi ben bin yıllık bir hafta sonu içicisi olarak sürekli akşamdan kalma katılıyordum bu toplantılara.

Neyi kurtarabilirdim ki bu halde?

Tek derdim vücudumdaki su kaybını biraz olsun önlemek ve lanet yaşamımı biraz daha uzatmaya çalışmaktı bu ‘akşamdan kalma’ hafta sonu sabahlarında.

Derneğin tüzüğünde bu da yazıyor muydu bilmiyorum ama yine her kafadan bir ses çıkıyordu her toplantıdaki gibi.

‘ Türk müziğini batılılara sevdirmek için bir şeyler yapmalıyız arkadaşlar. Özellikle turizm bölgesinde olmamız bize farklı görevler yüklüyor’

‘Aman efenim bırakın turistleri biz kendi insanımıza sevdirebildik mi bir Itri’yi Dede Efendi’yi...’

‘Kesinlikle haklısınız. Misal Münir Nurettin ne güzel söylemiş ‘Biz bu musikiyi İzmit’ten öteye götüremedik’diye...’

‘Aman canım o kendine baksın’

Söz alıp şöyle söylemek istiyordum aslında;

‘Lan dün akşam o son dubleyi içmeyecektik be. Nerde görülmüş işkembe çorbasına rakı döküldüğü, Yekta senin fikrin miydi birader o?’

Dernek başkanı ‘Arkadaşlar hep bir ağızdan konuşmayalım’ diyordu ara sıra.

Ama ben bu toplantıdan sonra olanı biteni anlamış ve vermiştim kararımı.

Dünyayı kurtarmak için yanlış bir dernek seçmiştim kendime.

Belki de derneksiz, örgütsüz kendi kendime kurtarmalıydım Dünya’yı.

Bu sosyetelere ödediğim aidatı da fakir çocukları okutan iyi niyetli eğitim kurumlarından birisine bağışlayarak dünyayı kurtarma çalışmalarına başlayabilirdim belki de.

Sosyete caddesinin, sosyete iş hanındaki, sosyete derneğinden hışımla çıktım dışarı.

...

3) Klarnetçimiz Tuncay ile basist Bora sahne düzenini ben gelmeden ayarlamışlardı sağ olsunlar. Ben Dünya’yı kurtarmakla meşgul olduğum için kendi işime 10 dakika geç kalmıştım. Patron yanıma geldi ve ‘Okan hocam akşamın 9.30’undaki bir işe geç kalmayı nasıl başarıyorsun allasen?’ diye sordu.

Gülümsemekle ve omzuna dokunmakla yetindim. Hani ‘Geç kalsam da aklım sizde kaldı’ der gibi.

Çalmaya başladık sonra.

Yaşamımızı asıl mahveden bu notalardı değil mi?

Yıllardır bizi peşlerinde oradan oraya savurmuyorlar mıydı bu küçük yaramazlar?

Sigorta, hizmet akdi, evlilik, çocuk, tatil, tazminat, terfi gibi konular bir türlü notaların arasından sıyrılıp yaşamımıza giremiyorlardı.

...

Neyse sahnedeydik ve güçlüymüş, mutluymuş gibi görünmemiz gerekiyordu şimdi.

Ve yarım saattir barda oturup sıcak şarap içen şu kızıl hatun hanım lezbiyen falan değilse iyi olurdu.

Böylelikle en azından bir yere varmayan yaşamların, bir yere varmayan öykülerinin sonuna kulaklara iyi gelecek bir nokta koyabilirdik.

OYSA KIZIL SAÇLI KADINLAR ÖLÇÜ ÇİZGİLERİNDEN FIŞKIRMIŞ NOTALAR GİBİDİR (Hele hele!)


Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..