Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Temmuz '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Ellerimin hafızası

Ellerimin hafızası
 

Uyandım. Duvar saatinin tik taklarını duyuyorum ilk önce. Evin içindeki öteki sesleri dinliyorum. Sessizliğin sesini. Sonra sokaktan gelen sesleri: Bir kepengin açılışı. Bir arabanın motorunun çalışmaya başlaması. Bir kadının otobüse ya da servise yetişmek için sert topuklu ayakkabısıyla olağandan hızlı yürümesi. Erkenden uyanıp evinin önüne çıkmış bir emeklinin göbeğini kaşıması. Kumruların dem çekişi. Bir evden alttaki bakkala sarkıtılan sepetin yere çarpışı. Bir ağacın yapraklarının gönülsüz esen rüzgârın etkisiyle birbirine sürtünmesi. Bir adamın öksürmesi. Bir kadının üstünden yorganı fırlatması...

Sonra evin içindeki aydınlığı seçiyor gözlerim. Güneşin kalkma saatinin geldiğine işaret eden aydınlığını. Tam karşımdaki duvarı fark ediyorum ilk. Sonra duvarın tavanla kesişim noktasındaki küçücük örümcek ağını. Duvardaki saati. Onun hemen alt hizasındaki televizyonu. Onun yanındaki kitapları. Küçük masa takvimini. Kapının üstüne uğur diye asılmış küçük nalı. Tavandaki lambayı. Perdeleri. Perdelerin kirlenmeye yüz tuttuğunu...

Ellerimi hissediyorum. Sol elim dirseğimden kıvrılıp omzumu tutmuş. Kendi yalnızlığına sarılır gibi. Sağ elim yastığın yanındaki boşluğa uzanmış. Sahipsiz bir kolun ucunda gibi duruyor şimdilik. Avucum yarı kapalı.

Renkleri ayırt ediyorum. Duvarların boyasına krem rengi diyormuşuz. Yastığım vişne rengi bir kılıfla kaplı. Çarşafın rengine gülkurusu, televizyona siyah, tavanın boyasına beyaz dermişiz. Güneşin rengini anlatmak zor. Sarı da denebilir, beyaz da...

Sonra kendimi hatırlamaya başlıyorum. Adım ne? Neredeyim? Saat kaç? Kaç yaşındayım? Şimdi ne yapacağım? Daha kaç yıl yaşayacağım? Ömrümün neresindeyim? Evde kahvaltılık var mı? Kahvaltı yapmaya zamanım var mı? Traş sabunum bitmişti, yenisini aldım mı? Niçin yorgunum? Niçin yataktan kalkmak istemiyorum?

Belleğim yavaş yavaş yerine oturuyor. Oturunca da kendimle, kendim olarak bir araya geliyorum.

Yeni seslere eskiden kalma sesler karışıyor şimdi: “Günaydın”, “defol git”, “seni seviyorum”, “bir ekmek, bir kilo şeker”, “sayın abonemiz bu bir bant kaydıdır...”, “hafta sonu görüşelim mi”, “Şırnak’ta çatışma iki asker şehit”, “aradığınız numaraya şu an ulaşılamamaktadır”, “en ucuz konut kredisi bizde”, “Fantaaaa”, “midenizden biyopsi için parça almamız gerekiyor”, “Celal Bey, elinizdeki işler Cuma gününe kadar biter mi?”, “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam,...”, “Çıııktık açıık aalıınlaa, ooon yıldaa her savaştaan”, “bak, aslında sorun sen değilsin”, “Yurdun çeşitli bölgelerinde meydana gelen trafik kazalarında 9 kişi öldü, 15 kişi yaralandı”, “küresel ısınma ciddi boyutlara ulaştı”, “aavantajın varsaa, aavantıjıın vaar”, “Bodrum ve Marmaris’te meydana gelen orman yangınlarında yaklaşık 500 hektar genişliğinde orman kül oldu”, “nerdesin?”...

Sabahın ışıklarına zihnimdeki görüntüler eşlik etmeye başlıyor. Sevdiğim yüzler. Görmek istemediğim yüzler. Hep görmek zorunda olduğum yüzler. Özlediğim yüzler. Buzdolabının rafları. Çaydanlık. Baharat kavanozları. Akşamdan kalma birkaç bulaşık kap. Ayakkabılarım. Elbiselerim. Evin banyosu. Sokaktaki çöpler. Kaldırımda adım başı bir tükürük. Bineceğim otobüs. Otobüsteki yüzler. Koltuk altlarındaki ter lekesi. Hastalar. Gezginler. Önceki günün yorgunluğunu atamamış kirli sakallı konfeksiyon işçileri. Temizlikçi kadınlar. Solgun yüzlü sekreter kızlar. Delik deşik yollar. Toz. Sıkışık trafik. Kalabalık. Hep kalabalık...

Sonra ellerimin hafızası yerine geliyor. Tuttuğum elleri hatırlıyorum. Başka elleri. Tokalaştığım elleri. Vedalaştığım elleri. Öptüğüm elleri. Sevdiğim elleri. Okşadığım tenleri. Gıdıkladığım tenleri. Okşadığım saçları. Attığım yumrukları. Yaralarını. Parmak uçlarımdaki cetvel acılarını. Cop morartılarını. Sıra dayağı eziklerini. Yanıklarını. Bıçak kesiklerini. Jilet kesiklerini. Kireç alerjisini. Yazdığım yazıları. Çektiğim kötü kuraları. Çektiğim piyango biletlerini. Onlara hiçbir zaman, hiçbir ikramiyenin çıkmamasını. Terlemelerini. Cebimdeki hallerini. Üşümelerini. Parmak uçlarımı nefesimle ısıtmaya çalışmamı. Sıkılınca parmaklarımı çıtlatmamı...

Uyuyunca organlarımın vücudumu terk edip kendi başlarına gezmeye çıktıklarını düşünüyorum. Gözlerim görmek isteyip de benim onu sınırlamam yüzünden bir türlü göremediği şeylere bakmaya gidebilir. Başka ülkelere. Uzak denizlere. Deniz diplerine. Uzayın derinliklerine. Bir yıldızın yanıp duran merkezine.

Kulağım her gece bir anne ninnisini dinlemeye gidiyordur mutlaka. Oradan da bir viyolonsel konserine. Sonra bir nehrin kıyısında durup suyun şırıltılarını dinliyordur.

Ellerim beşiğinde usluca yatan bir bebeğin başını okşamaktan alamıyordur kendini. Ya da bir sevgilinin kulağının üstüne düşen saçlarına parmaklarımı geçirip aşağı doğru tarıyordur. Kürekle çalışan bir işçiye yardım ediyordur yarım saatliğine. Anlar bu işlerden.

Akciğerim her gece bir dağa kaçıyordur. Dağın havasını sonuna kadar içine çekip dönüyordur göğüskafesimdeki yuvasına.

Kalbim zaten hiç yerinde duramaz. Sana uğruyordur mutlaka. Uzaktan senin nabzını dinleyip uydurmaya çalışıyordur kendi ritmine...

Foto: http://wiecek.biz/pliki/dreams_of_flying/dreams_of_flying_5.jpg
 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..