Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ekim '14

 
Kategori
Anılar
 

Erken başlayan bir uzun akşam

Erken başlayan bir uzun akşam
 

Büyük bir karmaşa ve kaynağı belirlenemeyen bir büyük gürültü içinde, gidip gelen ambuansların ve itfaiye araçlarının siren sesleri kulakları tırmalıyordu önceleri. Korkunçtu...
Sonraları bir sessizlik çöktü uğursuz, karanlık bir sis gibi yıkık kentin ve yıkık umutlarımızın üstüne. Daha da korkunçtu. Altından kalkılamıyordu...
 
Ekim'in sonlarıydı. Sonbaharın ovanın renk zenginliğini giderek tekdüze yorgun bir yeşile ve sarının tonlarına boyadığı günler. Hatta kenti çevreleyen yüksek dağların doruklarında bulutların daha uzun süre kaldığı, sabahları uyandığınızda sizi hiç şaşırtmayan beyazlanmalarla karşılaştığınız, uzun ve amansız kış günlerinin yakında olduğunu anımsatan günler. Bu aynı zamanda artık bir daha ki yaza kadar bir yere kıpırdayamayacak olmanın hüznünün, içiniz de bir yerlerde yavaştan yavaştan belirginleştiği günlerin de başlangıcıdır. Sonbaharsa eğer ve akşamsa ve bir doğu kentindeyseniz, sanki gecenin karanlığı daha erken başlamış gibidir. Erken başlamış bir akşamdı, Ekim'in sonlarıydı. Yıl 1976 idi. Erzincan’daydık
 
Bir doktor arkadaşımızın evinde üç yakın aile toplanmış, akşam yemeğini yemiştik bile. O yıllar bir sürü zorlukların üstesinden gelinerek yerel olarak yayına başlayan televizyonun karlı görüntülerinde akşam haberlerini izlemek üzere yerimizi almıştık. İlk haberle tanıdık, bildik bir acı içimize olanca ağırlığı ile çökmüştü. Van bir büyük depremle sarsılmış, özellikle Çaldıran yerle bir olmuştu. Çok sayıda ölü ve yaralı vardı. Sesler ve neşenin renkleri sunmuştu. Evinde toplandığımız arkadaşımız Van'lı idi. Ne yapabilirdik, ne yapmalıydık. Derhal başhekimimize telefon ederek bir ekiple deprem bölgesine gitmek arzumuzu ilettik. Ordu karargahı ile konuşup neticeyi bize söyleyeceğini bildirdi. Kısa süre sonra haber geldi, hazırlanmamızı, gerekli ekipmanı kurmamızı, hastaneden yeterli ilaç ve malzemeyi alabileceğimizi, sabah en geç yedide Helikopter Alayı’nda hazır bulunmamızı söyledi. İkircikli geçen sanki daha bir uzun geceden sonra, bildirilen saatte helikopter pistindeydik. Genel Cerrah olarak ben, bir ortopedist bir narkozitör arkadaşımızla birlikte.
 
Yağmurun çiselediği, koyu bulutların gölgelediği karanlık, acılı bir sabahtı. Ordu’nun lojistik organizasyon ekibi ile birlikte üç helikopter sırayla havalandık. Saat sabahın sekiziydi. Görüş alanının kısıtlı olduğu, rüzgarlı, yukarılarda kara dönen yağışlı bir sabah. Yer yer zorlanıp bulutların üzerine çıkıyor, yer yer alçalıp arazinin hemen üzerinde uçuyorduk. Erzurum’dan sonra iyice tipiye dönen yağış karşısında Tahir Geçidi’nde hemen yolun üzerine kadar alçalmış sonra mola ve ikmal için Ağrı’ya inmiştik. Kısa süre sonra tekrar havalandık. Hava şartları zorluğunu sürdürüyor, kah alçalıp, kah yükselerek yola devam ediyorduk. Sarsıntılar ve pervanenin yeknesak gürültüsü içerisinde uçuyor, hiç konuşmuyorduk. Bir ara bulutların üzerine yükselen helikopterin penceresinden, bir  pamuk  tarlası beyazlığı ve akıl  almaz  mavilik ve netlikte sonsuz bir gökyüzü ve bulutları delerek bu sonsuzluğa isyan edermiş gibi yükselen üç zirve görünür oldu ve uzun süre bize eşlik etti. Büyük Ağrı, Küçük Ağrı, Süphan.
 
Akşam üzerine yakın Erciş Alayına indik ve kısa bir duraklamadan sonra karayolu ile Van’a ulaştık. Karanlık gölgeleri uzatmaya ve koyulaştırmaya başlamıştı. Sanki acıdan şehrin sesi kısılmış gibi geldi bana. Sanki, gölün öte kıyısının uzaklarından göğe yükselen Süphan’ın karlı dorukları daha da büyümüş gibi. Askeri Hastane’ye katıldık. Bin sekizyüzlü yılların sonlarında yapılmış tek katlı, etrafı çamların çevrelediği bir bahçeye yayılmış pavyonlardan oluşan, Jandarma’ya ait yüz elli yataklı bir taş binaydı. Jeneratörün tek düze gürültüsü dışında hemen her şey ve herkes susmuştu. Dışarıda gece, soğuk yıldızlar; içeride kolu kanadı kırık hastalar, yaralılar, doktorlar, hemşireler her şey ve herkes susmuştu. Bir tek koridordaki saatin tik takları duyuluyor, o da acıya vuruyordu. Acı, amansız bir soluk gibi, hastanenin koğuşlarında, koridorlarda hastaların, yaralıların arasında dolaşıyor, gelip havada asılı kalır gibi sanki başımızın üzerinde duruyordu. Acının nabzı atıyor ve acı soluyordu sanki. Herkes suskundu. Sanki sessiz sinema devrine ait bir eski zaman filmi oynuyordu. Bütün yataklar doluydu. Koridorlara yataklar serilmiş kadınlı, erkekli, çocuklu birçok yaralı ve hasta  bir arada yatıyordu. Canlar sarsılmıştı, canlar acılıydı ve bütün ağırlığıyla gece iniyordu. Yıkıntıların altında canlar vardı.
 
Son derece yorulmuş bir büyük felaketi kendileri de yaşamış doktor arkadaşlarımızı dinlenmeye yollayıp  duruma hakim olmaya çalışmış, bütün hastaları gözden geçirip sabaha kadar çalışmıştık. Bu arada lokal anestezi ile müdahale etmem gerekli bir yaralıyı ameliyathaneye aldım. Yapacağım işi anlatıp bir iğne yapacağımı canını biraz acıtacağımı söyledim. Anılarımdan çıkmayan ve beni hala düşündüren bir şekilde cevapladı. ”Acısa ne olur komutan, zaten ne gördük ki.”
 
Vanlı olan doktor arkadaşımız akrabalarından bir serçe araba almış onunla Askeri Hastane, Devlet Hastanesi, Çaldıran arasında koşuşuyor, faydalı olmaya çalışıyorduk. Bu arada yaşanan bunca acıya ve zorluğa rağmen insani değerleri çoğaltan örnekleri görmek, tanık olmak, gücümüzü çoğaltıyordu sanki. Kızılay’ın aşevleri, Seyyar Hastanesi, Alman Askeri Seyyar Hastanesi dünyanın ve ülkenin her yanından ulaşan yardımları taşıyan kamyonlar, kamyonlar...
Birisinin önündeki pankart hala gözlerimin önünde “Urla halkından Van deprem zedelerine." O zamanlar Başbakanlığa bağlı bir afet işleri genel müdürlüğü vardı sanırım.  Afet 1, Afet 2 yazılı kamyonetler de sokaklarda gidip geliyordu. Afet güzel bir kız olmalıydı.
İlk günlerin karmaşası azalmış, acı biraz dinmiş miydi ne... Bir akşam üzeri Orduevinde oturuyorduk. Van Gölü kıyısında, Edremit yakınlarında büyük bir kaza olduğu haberi geldi. Bir yolcu otobüsü altına bir taksiyi almış ve göle uçmuştu. Hızla kaza yerine gittik. Geldiğimizde yapacak hiçbir şey yoktu. Otobüs elli metrelik dik bir yardan aşağıya uçmuş. Genişleyen bir mazot dairesi içinde gölün çekilen dalgalarıyla yan taraf  pencereleri ve suda ölü birkaç tavuk, bir asker kepi, bir ayakkabı teki gözüküyordu. Köylüler bir kayık içinde oradaydılar. Beşi onu yardan yukarı çıkarabildikleri cesetleri taşıyordular. Bize kurtulan olmadığını söylediler. Geri dönüyorduk, Van Kalesinin üzerinden göle akşam iniyor, ”bin yıllık bir kar” inceden tozuyordu. Önümüzde arkası açık bir pikapla köylüler ölüleri araya üst üste uzatmış, iki taraflı oturmuş, sigaralarını yakmış, bin yıllık acılarıyla öylece gidiyorlardı. Manzara arkadaşlardan birisinin tepkisine neden olmuştu. Bunlar ne biçim insanlar, ölülere aldırmadan sigara içip konuşa, güle gidiyorlar, dedi. Kızma dedim, insanların yaşam ve ölüm çizgileri birbirlerine o kadar yakın ki, kanıksamışlar artık. Umut, peri padişahının kızının adımıydı? Umut Kaf Dağının ardında mıydı? Kaf Dağı o kadar uzakta mıydı bilemiyordum...
 
Akın YAZICI
 
 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..