Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Nisan '08

 
Kategori
Eğitim
 

Eski bir öğretmenin anıları

EĞİTİM İLE İLGİLİ ROMANLAR (60)

Yazarı: Süleyman Edip Balkır

Süleyman Edip Balkır’ın, İsmail Hakkı Tonguç ile tanışması, Milli Eğitim Bakanlığı

İlköğretim Şube Müdürlüğünde çalışan arkadaşı Fuat Baymur sayesinde gerçekleşir.

O döneme bakıldığında, genel olarak köylerin içinde bulunduğu durumdan yakınılmaktadır. Bütün ileri gelen düşünürler köylüleri, bilinçlendirmek ve uyandırmak çabası içindedirler. Çünkü köyler çamur içerisinde, susuz, yolsuz bir durumda bulunmakta; köylüler de, bu zorluklar karşısında ezilmekte, haksızlıklara boyun eğmek durumunda bırakılmaktadır. Köylülerin bu haksızlıklar karşısında meşhur bir söylemi vardır: “Köylük yer bura nideg ağamız! ...” En önemlisi de, bütün bu haksızlıkların düzeltilebilmesi için köyde öğretmenin bulunmamasıdır. Yurdun dört bir yanında, toplam kırk bin köy bulunmakta, ne yazık ki, bunlardan nüfusu kalabalık olanlara bile öğretmen gönderilememektedir. O dönemin imkanları göz önüne alındığında, daha yüz yıl buralara öğretmen gönderilmesi mümkün görülmemektedir.

Bir gün, üst düzey eğitimcilerin de katıldığı bir toplantıda Maarif Vekili Saffet Arıkan, “Elimde bol para var; fakat maalesef eleman yok” deyince Atatürk, “Müsterih ol Saffet, bunun da bir çaresi vardır. Türk Ordusunda bulunan özellikle Cumhuriyet Dönemi çavuşları tam da bu iş için uygundur, ” der.

Atatürk’ün bu düşüncesi, İsmail Hakkı Tonguç’un kafasına yatar. İsmail Hakkı, köylü çavuşların bu işe liyakatlı olup olmadıklarını anlamak için Süleyman Edip’i görevlendirir. Süleyman Edip, köylüye durumu izah etmesine rağmen, köylüler bu duruma bir türlü yanaşmazlar. Meğerse onlar, bedava çalışacaklarını zannediyorlarmış. Süleyman Edip, bu çavuşlara hükümetin tohum, fidan vereceğini, aylık bağlayacağını, köyün dışarı ile ilişkilerinde söz sahibi olacaklarını anlatınca, çavuşlarda yavaş yavaş bir kıpırdanma başlar. Bu sefer sıra, köylü çavuşların kabiliyetini ölçmeye gelir.

Bu iş için ilk önce, okulu olan bir köyün ikinci sınıf öğrencileri karşısında, bir çavuşun nasıl bir tutum izleyeceği gözlemlenir. Gözlemde, bir çavuşun okuma parçasını çocuklar karşısında doğru bir şekilde okuması, arkasından öğrencilere, parçayla ilgili sorular sorarak onların dikkatlerini çekip derse başlaması istenir. Çavuşa, derste daha neler yapılması ile ilgili bilgiler verildikten sonra, Süleyman Edip sınıfın en arkasına geçerek, dersi takip etmeye başlar.

Çavuş, ilk olarak, parçayı düzgün bir şekilde okur. Sonra birkaç öğrenciye okutur. Parçada geçen bilinmeyen kelimeleri açıklar ve bunları tahtaya ve öğrencilerin defterine yazdırır. En sonunda konuyu, bir öğrencinin anlatmasını ister. Ama sınıftan, ses çıkmaz. Bütün ısrarlara rağmen sınıftan ses çıkmayınca, çavuş sinirlenir ve elini sert bir şekilde masaya vurarak, bir öğrencinin adını söyler ve konuyu anlatmasını ister. Bunları gören Süleyman Edip, durumun ümit verici olduğu kanaatine varır.

İkinci olarak, başka bir köyde yaşlı bir çavuşun nasıl ders anlattığı gözlemlenir. Çavuş, çocukları köyün kahvehanesine yakın bir yerde ağaç altında okutmaktadır. Bir süre sonra kahvehaneden bir masa ve sandalye getirir. “Bugün dersimiz savaş. Siz hiç babanızdan, dedenizden savaşın ne olduğunu duydunuz mu?” diyerek derse giriş yapar. “Savaş gavurun, bizim topraklarımıza girerek ananızı, bacınızı kesmesi, hayvanımızı öldürmesi …” der ve mintanının kolunun büyük bir kısmını sıvar. İçerisinden kesik kol ortaya çıkar. Kolunu, masanın üzerine kor ve bir müddet bekler. Daha sonra savaş anılarını anlatmaya devam eder. Süleyman Edip, bu manzara karşısında kendisinin bile kanının donduğunu, hatta kendisini adeta savaşın içindeymiş gibi hissettiğini dile getirir.

Süleyman Edip, izlenimlerini İsmail Hakkı Tonguç’a anlatır ve deneme sonuçları olumlu bulunur. Sıra, kursun yeri meselesine gelir. Kurs, bütün zengin olanakların toplandığı, toprağı verimli, Ankara’ya yakın bir yer olan Eskişehir’in Mahmudiye Bucağı’nda açılır. Bu kursta yetişen eğitmen adaylara, bir de sınav uygulanır. Bu sınav, adaylar köylerine yollanmadan, Ankara’da Bakanlar Kurulu’nun, ileri gelen yazarların ve yurdun tanınmış eğitimcilerinin önünde gerçekleştirilir.

Kurstan ilk mezun olanların, köylerinde ne gibi değişikliklere sebep olduklarını incelemek üzere Tonguç, Süleyman Edip’i görevlendirir. Süleyman Edip; “İlk uğradığımız köyün sokakları pırıl pırıl. Kadınlar evlerinin önünde örgü örmekteler. Boş oda, derslik olarak kullanılmaktadır, ama sıvasız değil, ” der.

Süleyman Edip, daha sonra Bocuk Köyü’nü anlatır. Buradan, “Köy değil, lale tarlası. Laleler çocuk, köy de tarla, ” diye bahseder. Burada yoğun bir rağbet olması nedeniyle, öğrencilerin boy sırasına göre okula kayıt yapıldığını anlatır.

Süleyman Edip, üçüncü olarak, İlyada Köyü’nden bahseder. Süleyman Edip, buraya vardığında, eğitmenin fidan diktiğini görür. Eğitim faaliyetlerinin nasıl geçtiğini sorunca eğitmen, “Gündüzleri çocuklara ders anlattığını, öğle zamanı Tarım Bakanlığının verdiği aşılı fidanları diktiğini, akşam ise köyün gençlerine okuma öğrettiğini, akşam süren eğitim faaliyetlerini sürdürebilmek için de, aralarında topladıkları parayla lüks lambası aldıklarını, kendisinin de buna katkıda bulunduğunu, ” söyler.

Süleyman Edip bu çalışmaları bitirdikten sonra, Tonguç’un yanına dönerken, yolda eski bir arkadaşı ile karşılaşır. Arkadaşı S. Edip’e; “Çavuştan hiç öğretmen olur mu?” deyince, Edip çok sinirlenir ve “Şu sorular senin aklına hiç geldi mi?” diyerek, soruları yöneltir:

“-Türkiye’de kaç köy var?”

“-Bunların kaçı öğretmensiz?”

“-Hepsinde kaç sene sonra okul açabiliriz?”

“-Bunları hangi öğretmenlere verebiliriz?”

“Senin çavuş diye küçümsediğin eğitmen ise; öğleden önce çocukları okutuyor, öğleden sonra Tarım Bakanlığı’nın verdiği ilaçlı tohumu ekiyor, aşılı meyve fidanlarını dikiyor. Gece, köyü yetiştiriyor, onlara Kültür Bakanlığı’nın gönderdiği kitapları okutuyor. Haftada bir umumi temizlik yaptırıyor. Cumartesi günü bayrağı çektirip köylüye selamlatıyor, ” der.

Tonguç, Süleyman Edip’i Mahmudiye’ye Eğitim Şefi olarak göndermeye karar verir. Edip bu işe ‘olur’ demeden etrafta bazı kimseler; “Mahmudiye, diken bile bitmeyen boz topraklarda kerpiç yığını imiş. Bataklıkların beslediği sivrisinekler kemikli soydanmış. Poyrazı kapalı, havası ağır, toz-duman içerisindeymiş …” gibi sözler ortaya atarlar.

Bütün bunlara rağmen Süleyman Edip Mahmudiye yollarına düşer. Trende giderken, bütün söylenenler hatırındadır fakat o kendi kendine, “Havası ağırmış, tozu dumanı çokmuş, bana ne… Ben sayfiyeye gitmiyorum ki, ” der. Böyle demesine rağmen, trende yanında oturan adamın Eşkişehir’li olduğunu öğrendikten sonra, ona bir sürü soru sorunca adam; “Burasını satın mı alacaksın, be birader! Pekala bir yer!” der.

Süleyman Edip, Mahmudiye’ye gelince; “Poyrazı kesen dağı aradım, bulamadım. Sıtmayı aradım, bulamadım. Yalnız burada kalkınmanın filiz salan ümidini ve yarını kucaklayan insanını buldum, ” der.

Mahmudiye’de görev yapan memurlar şöyledir: Tarım Bakanlığı; tarla ziraatı, zootekni, tavukçuluk, konservecilik derslerini okutacak müdürle birlikte beş eleman; tarım işlerini izlemek ve kimi konuları da danışmak için de, köyleri yakından tanıdığı düşünülerek bir tarım memuru ile tarım uzmanı vermiştir. Ayrıca, öğretmen sayısı da, üç müfettiş ve bir atölye öğretmeniyle, yirmi sekizi bulmaktadır.

Süleyman Edip’in hanımı, kurstakilerin böyle hummalı çalışmalarını görünce kocasına; “benim biçki-dikiş kursu öğreticiliği belgemin bir işe yaradığı yok. Ben de köydeki kadınlara, kızlara bildiklerimi öğretmek isterim, ” deyince, S. Edip bu durum karşısında çok mutlu olur.

İlk başta kadınlar, bu kursa önem vermezler. Fakat biraz zaman geçince, kadınların kursa neden önem vermediği anlaşılır. Çünkü kursun, paralı olduğu zannedilmektedir. Ücretsiz olduğunun anlaşılmasının ardından, bir anda otuzbeş kişi müracaat eder. Biçki kursu çalışmaları, eğitmen kursundan önce biter. En az başarı ölçüsü, herkesin kendisine elbise dikebilmesidir. Kurs çalışmaları, önde gelen yöneticilerin katıldığı bir sergide sergilenir.

Tonguç ve arkadaşları, Mahmudiye Eğitmen Kursu’nda başarıyı görünce, kursların artık çoğalması gerektiğine karar verirler. Görüşmeler sonucunda, ikinci kurs yeri olarak Kastamonu Gölköy seçilir. Tonguç buraya, Süleyman Edip’i müdür olarak görevlendirir.

Tonguç ve arkadaşları bir gün, Mahmudiye’den Kastamonu’ya giderken yol üzerinde bir köye uğrarlar. Köy muhtarı, Tonguçları çok iyi bir şekilde karşılar. Tonguç, şaka yollu muhtara; “Eğitmeninizden memnun değilmişsiniz, onu görevden almaya geldik, ” deyince muhtar; “Ne münasebet, çok memnunuz. Hatta bir ikincisini istiyoruz, ” der. Köy çocukları Tonguç ve arkadaşlarını bir komutan edasıyla selamlarlar. Süleyman Edip, eğitmen Hasan’ın hal hatırını sorar. Hasan, “İyi olduğunu, otuzdört tane öğrencisi bulunduğunu, bunlardan ikisi dışındakilerin okuma-yazma öğrendiğini, en kısa zamanda bunlara da öğreteceği” teminatını verir.

Tonguç, görevine çok bağlı bir insan olup, görevi gereği de çok az uyuyan bir kişidir. Akşam en erken saat birde yatar, sabah dört-altı arasında kalkar. Tonguç ve arkadaşları Kastamonu’ya vardıklarında, soluğu valinin yanında alırlar. Valiye, geliş amaçlarını açıklarlar. Eldeki projelere göre, Tarım Bakanlığınca yediyüz kişinin barınacağı ileri sürülen Gölköy’deki Ziraat Mektebinin, inceleme sonucunda, kullanılamayacak derecede tahrip olduğu görülür. Tonguç, “Haydi süratle yataktı, kap-kacaktı, ocaktı, suydu, bulduk ama, ya yatacak yer!” der. Endişelerini dile getirir. Bunun üzerine yanlarında bulunan bir şahıs, şakavari olarak “Biz de çadır kurarız” deyince, bu düşünce Süleyman Edip’in kafasına yatar. En sonunda ikiyüz elli kişilik çadır kurulmasına karar verilir. Bazıları bu kararı yadırgasa da, Süleyman Edip’e göre artık verilen karardan geri dönülmemelidir. Zaten çok geç kalınmıştır. Bunun üzerine Tonguç, çadırları göndereceğini söyleyerek bölgeden ayrılır. Buarada bir an önce diğer ihtiyaçlar temin edilir.

Süleyman Edip, henüz çadırlar gelmeden bazı eğitmen adaylarını çağırmaya karar verir. O’na göre, “Eğitim; kendi ortamında, koşullarını tamamladığı zaman gerçekleşir. Barınaklarını, yine kendilerinin hazırlaması, bu yönden ele geçen zor bir fırsattır. İhtiyaçlar karşısında düşündürmek, zorlukların çarelerini buldurup uygulatmak, başlangıçta olmaz gibi görünüp yerinde çabaların olumlu sonuçlar alacağı başarılara eriştirmek, iş içinde eğitimin ta kendisi olacaktır.” Adaylardan bir kısmı gelir. Tahmin edildiği üzere, bunlardan bir kısmı bozgunculuk yapar. Fakat, bunun da kolayı bulunur ve bozgunculuk yapanlar jandarmaya yakalatılır.

Kursun çevresi düzenlenir. Su birikintileri kurutulur. Daha sonra ikiyüz metre uzunluğunda bir yol yapılır. Buarada beklenen çadırlar da gelir. Küçük bir kuyu, kursun su ihtiyaçları için tahsis edilir. Yalnız orda bir terslik olur. Bu terslik, pis suların aktığı kanalın tıkanmasıdır. Bu terslik ise, iki müfettişin azimle çalışması sonucu halledilir. Müfettişler, çuvallar ve uzun demirler yardımıyla kendi evlerinde bile yapmayacakları bu aşağılık görülen işi yaparlar. Kursta, ders ile iş, birbirine kaynaşmış durumdadır. Eğitmen adayları ile kurs öğretmenlerinin meşhur bir sloganı vardır: “Hep köye doğru! Her şeyimiz köy için …”

Bir gün İsmail Hakkı Tonguç Süleyman Edip’e, çekilen bu çileleri, verilen mücadeleleri yazıya geçirmesini tavsiye eder. Edip bu tavsiyeye uyar ve 1938 yılının Eylül ayı içerisinde hemen kolları sıvar. Resmi yazıları toplar ve kendisini bir odaya kapatır. Çalışmanın sonunda “Yeni Hızla Köye Doğru” adlı eser meydana gelir.

Süleyman Edip, Kastamonu’da işlerini bitirip asıl mesleği olan müfettişlik görevine dönmek üzeriyken, Tonguç’tan bir mektup gelir. Mektupta, “Yeni Cumhurbaşkanı yurt gezisine çıkıyor. Birkaç güne kadar Kastamonu’ya gidecek. O’na doyurucu bilgiler ver. … vs.” yazar. Süleyman Edip, mektuptaki talimata uyarak, hemen Kastamonu’ya gider. Orada, Cumhurbaşkanı İnönü’yü karşılar. Cumhurbaşkanı İnönü’ye, yaptıklarını en ince ayrıntılarına kadar anlatır. Eğitmenlere, ‘Öğretmen Kılavuzu’ verdiklerinden bahseder. Ayrıca kursta, bütün işleri kendilerinin yaptıklarını anlatır.

Süleyman Edip, “Hesaplarımıza göre tuğlanın tanesini biz yüzotuz kuruşa mal ettik. Halbuki dışarıda sekiz-dokuz lira. Piyasadan metre küpünü yirmibeş-otuz liraya aldığımız keresteyi de dokuz liraya mal ettik, ” der. Yine Süleyman Edip, “Eğitmenlerin yetiştirilmesine 1937 yılında başlandı. Eğer bu çabalar engellenmeseydi, yirmi bin eğitmenimiz olurdu, yazık oldu! …” der.

Sonuç:

Kitapta, “temel eğitim” (temel öğrenme becerileri) kazandırma ve “alt yapı hizmetleri” konusunda yapılan özgün çalışmalardan bahsedilmektedir. Bunlar:

    Yeterli öğretmene sahip olmayan bir ülkede, “temel eğitim” ya da “okuma-yazma” sorununu çözmek için; okuma-yazma bilen, askerliğini onbaşı veya çavuş rütbesinde yapmış, belli bir yaşa gelmiş ve yönetim becerisi kazanmış kişilere, “öğretim yöntemleri” konusunda kısa kurslar vererek, onlardan “eğitmen” olarak nasıl yararlanıldığı, Yeterli sermaye ve teknik eleman birikimine sahip olmayan, az gelişmiş bir ülkede; yoğun emek ağırlıklı projelerle, ülkenin eğitim alt yapı sorununun bir kısmının, gençlerin ve öğretmenlerin emeğiyle halledildiği, anlatılmaktadır.Kısaca, bir ülkenin kendi öz kaynaklarını kullanarak, tüm imkansızlıklara rağmen, kalkınma-gelişme hamlesini başlatabileceği, hatta kalkınmayı başarabileceği fikri verilmektedir.

İlyas Musluk

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..