Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Nisan '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Ferrocarril / demiryolu-1

Ferrocarril / demiryolu-1
 

Trenler iyi fotoğraf malzemesidir, mevsimlerin, kentlerin, tarlaların, hayatların ortasından düdük çala çala geçip giderler. Raylar manzaraları ikiye böler her zaman, iki eşit parça diyemeyiz buna, eşitlemek işi yolcuların hayâl gücüne düşer. Üç ağaç bu tarafa, üç o tarafa, iki inek oradaysa buraya iki köpek gelmeli, traktörlerin sayısını nasıl denkleştirmeli, ya istasyondaki şu amca, eli sepetli? Gibi, gibi, gibi...

Siyah, eski tip buharlı bir tren resmi görmem yeter O'nun aklıma düşmesi için. 1990 senesinin uzun sıcak yazında, İzmir'de çok mutsuz evliliğini çürümekte olan bir ceset gibi ardı sıra sürükleyen genç bir spikerken ve o zamanki evimin mutfağında patetes kızartırken telefon çalmıştı, hiç unutmam. Belimdeki önlüğe ellerimi kurulayıp o zamanlar kablosuz telefonlar olmadığı için salonda duran telefonu açmıştım, haberi alınca sırtımı yasladığım duvar boyunca kayıp yere çöktüğümü hatırlıyorum. Nasıl tuhaf bir boşluktu, ne acaipti. Oysa yeni bir TV programına başlayacaktık O'nunla çok kısa süre sonra, hazırlıkları neredeyse tamamdı, bir kedi olacaktı stüdyoda, program canlı sunulacaktı, kedinin adı ''Sefa'', programınki ''Akşam Sefası''. Kara trenlerin hikâyesini anlatan bir belgesel dizi çekiyordu, adını ''Bir Kara Sevda'' koymuştu. Arada telefonla konuştuğumuzda bana kara trenleri anlatıyordu, bir çöp bidonu kenarında beraber bulduğumuz ve program için bize gönderildiğine inanarak hemen aldığımız yavru kedi Sefa'yı soruyordu. Nitekim ben çöktüğüm yerde öylece dururken minik Sefa terlikten fırlamış ayak başparmağımla oynuyordu. Şaka yapmayı çok severdi, ölümü de şaka gibi oldu sevgili Ekrem'in. Çekim sırasında raylara düşürdüğü film kutusunu almak üzere trenden atladı, hikâyelerini anlattığı kara trenlerden birinin altında kalarak hikâyeye katıldı. Günlerce simsiyah giyinirsem acım hafifler sanıyordum o zamanlar, hiçbir halt olmadı! Ekrem Oymak'ın yönetmenliğini yaptığı o programın kamera kayıtlarında son olarak ölümünden beş dakika kadar evvel ekibe yaptığı çekim arkası şakası vardı, izlerken ister istemez gene gülüyordunuz, güldürüyordu. O zaman simsiyah matem giysilerimle ''güle güle'' demiştim O'na, ne zaman bir tren görsem gülümseyerek ''güle güle'' derim hâlâ...

Esas kız Soma istasyonunda indi, sabahın hayli erken bir vaktiydi. Esas oğlan nasıl karşıladı onu bilemiyorum, benim penceremden geçen henüz kavuşmuş mesut aşık halleriydi. Yemekli vagonda kahvaltı ediyordum, penceremden hayatlar geçiyordu. Zamanın linyit karası bir yerinde durdu tren, güneş kömür dumanını çeyrek geçiyordu galiba, kız indi, oğlan oradaydı zaten. Birbirlerine tutunup uzaklaştılar, ve tren raylar üzerinden yavaşça kayarak hareket etti tam da onlar giderken...

Gece sallanıyordu; trenden başka herkes uyuyordu. Uykuya dalmadan önce son gördüğüm geniş bir tarlanın sınırı boyunca yürüyen ve arada başını kaldırıp gökyüzündeki aya bakan tilkiydi. Tırnaklarımla camı tıklatıp gülümsedim ona, ne ki beni görmedi. Görmedi çünkü bakmadı, ben onun gayet doğal hayatı içinde üstelik gecenin bir vakti, üstelik te bir trenin içindeki tuhaf varlık olarak fecî mânasızdım. O geceyi uzun uzun kokladı, ben cama burnunu dayamış salak olarak uzaklaştım trenle birlikte, bu sahne bitti. Penceremin perdesini özellikle indirmedim, arada uyandığımda dışarıda oynayan hayatı göreyim istedim. Trende olmak 35 mm. film oynatan bir sinema makinesinin içinde olmak gibi tıpkı, sağınızdan solunuzdan görüntüler akıyor, film şeridi arada kopuyor, sonra yapıştırıldığı yerden birkaç kare atlayarak yeniden başlıyor hayat, tuhaf vesselâm. Trenin uyuyacağı, rayların biteceği yoktu, çaresiz ben uyudum...

 
Toplam blog
: 23
: 772
Kayıt tarihi
: 24.02.07
 
 

Kendimi olduğum gibi seviyor ve onaylıyorum. "Gibi olmak" bana göre değil. Sevmeye evvelâ kendisinde..