Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Eylül '15

 
Kategori
Öykü
 

Fındık dalları

Fındık dalları
 

FINDIK ZAMANI...


Bu sene fındık geç olacakmış dediler ama bir de baktık ki herkes bahçede. Aile boyu giden, fındık işçisini alıp giden… Yollar adeta insan kaynıyordu. Kiminin elinde fındık çuvalı, kiminin elinde fındık eteği, kiminin yemek çantası, kiminin içme suyu vardı. Herkes üzerine iş kıyafetini giymişti. Yırtık, yamalı, eski ve lekeli oldukları uzaktan görünüyordu. Benim de onlardan farkım yoktu. Eskilerimi üzerime giymiştim. Ailecek kahvaltımızı tamamladıktan sonra fındık bahçesine gidecektik.

Havalar biz Orduluların şansına mıdır nedir pek güzel gidiyor. Ama bir de yağmur yağarsa halimiz harap olur. Dışı kıpkırmızı olup, olgunlaşmış bu fındıklar kabuklarından çıkar. Yere düşer ve tek tek taneli bir şekilde toplama ister. Bu da epey zaman alır.

Saat yediye gelmeden bahçemize girdik. Avlunun içinde toplayacaktık. Eteklerimizi belimize bağladık. Güneşten korunmak için yazmamızı başımıza sardık. Annem fındığı çok hızlı topladığından sen bir tane koparıp başla, biz de senden sonra başlayacağız diyorduk. Bismillah diyerek fındık ocaklarımızdan dalları eğip bu güzel nimeti toplamaya koyulduk. Çotanaklar en az ikiliydi. Gerisi dörtlü, beşli, altılıydı. Çürük yoktu. Kopardığımda ikiz, üçüz fındıklar gözüme çarpıyordu. Onları kabuğundan ayırıp cebime atıyordum. Biriktirip,  kuruttuktan sonra soba boyasıyla boyayacaktım. Mutfağın duvarına asacaktım. Geçen sene de öyle yapmıştım. Çok şık duruyordu.

Güneş gelmeden öğleye kadar beş çuval atmamız lazımdı. Çünkü öğleden sonra pek iş görülmüyordu. Kız kardeşim anlattığı fıkralarla bizleri güldürüyordu. Babam ise türküden türküye geçiyordu. Annem de ona mırıldanarak eşlik ediyordu. Babam fındık eteğini iki ocak arasındaki sarı çuvala boşaltmaya gelince, yanımızda getirdiğimiz piknik tüpüne çay suyunu da koydu. Çay içmeden asla iş yapamazdı. O gün, onun için bitmek bilmezdi yoksa. Ne güzel, bu temiz köy havasında piknik yapıyoruz diyordu. Erkek kardeşim Hakan dolan çuvalların ağzını bağlıyordu. Dört çuval fındık toplamıştık.  Saatin on olduğunu söyledi. Kuşluk vakti gelmişti. Bu bizim on molamızdı. Hem bir şeyler yiyecek, hem de dinlenecektik. Kız kardeşim Tuğçe dalda asılı olan yemek sepetimizi aldı. Bir düzlük buldu önce. Sonra yere iki çuval açtı. Üzerine sofra örtüsünü serdi. Annemin sabahtan yaptığı taze yufka kızartmasını koydu. Kokusu burnuma kadar gelmişti. Çok acıkmıştım. Kahvaltılıklardan da koydu. Çayımızda demini almıştı. Hep beraber ocaklığın yemek düzü çevresinde, daire şeklinde oturduk. Afiyetle çayımızı yudumlarken, bir yandan da böreğimizi yiyorduk. Karşımızda nefis bir yeşillik harikası vardı. Bizim gibi dinlenen insanlar,  karşıdan gözüküyordu. Kimileri de toplamaya devam ediyordu. Herkesin bu ağustos ayında aynı işle meşgul olması çok değişik bir şeydi. Herkes bu nimet için el ele vermiş, fındık dalından bir senelik emeğini topluyordu. Allah’ım ne yüce.

             Güneşle beraber ter de daha yakıcı oluyordu. Vücudumuzdan akan ter, havadaki nemin ne kadar fazla olduğunu gösteriyordu. Tuğçe ocağın önünden buz gibi içme suyunu alıp, bizleri suladı. Çok susamıştık, imdadımıza yetişti. Canla başla çalışıyorduk. Estir Allah’ım rüzgâr estir diyorduk. Derenin eteklerinden yukarı doğru öyle uzun soluklu bir rüzgâr esti ki kendimize geldik. Köyün temiz havası, ciğerlerimize kadar işliyordu.

Zaman öyle çabuk geçti ki. Öğlen ezanı okunmaya başladı. Bir saat kendimize mola verme ve de yemek yeme zamanıydı. Zeytinyağlı fasulyemizi, pilavımızı,  köftemizi ve kızartmalıklarımızı yiyecektik. Bir yandan da çay suyumuzu tüpümüze koyduk. Biz yemeğimizi bir yandan yerken, onun da altının kaynamasının bekliyorduk. Sonra birer çuval alıp üzerine uzanıp, ayaklarımızı dinlendirecektik. Ne de olsa insan gün boyu ayakta dikiliyordu.

Öğlene kadar iki fındıklık sırası toplamıştık. Bu yerde fındık ocaklarının arası sekiz ocaktı. İki kişi üst sırada, üç kişi de alt sırada sıramızı götürmüştük. Dalın bileklerinden başlayıp, ucuna doğru topluyorduk. Fındık kalıp kalmadığını kontrol etmek için tekrar dala bakıyorduk. Kalmadıysa dalı ocağın içine yerleştiriyorduk. Bir ocağımızda beş altı dal vardı. En son ocağın altına düşen fındıkları topluyorduk. Yani otu biçilmiş yeri topluyorduk.

Yemeğimizi bitirip dinlendikten sonra herkes yeni baştan sıra aldı. Yani sınırdan başlayıp, yerimizin telle çevrili olduğu yere kadar topluyorduk. Yan fındıklık da amcamlara aitti. Onlar henüz başlamamıştı. Doğudan gelecek işçileri bekliyorlardı. Onların yerleri bizim yerlerden daha fazla ve daha büyüktü.

Saat dörttü. Kardeşim bize sıradan buz gibi suyla suladı. Akşamdan buzluğa koymuştuk. Gölgeye koyduğumuz için hepsi erimemişti. Yayla suyu gibi taptaze ve buz gibiydi. Sıcağa rağmen yudum yudum içiyordum. İkindi ezanı okununca bir on dakika kadar dinlenme molası verdik kendimize. Hem üzümde yemiş olur, kan şekerimiz yerine gelirdi. Evde olsak ne yemeğin tadı ne de çayın tadı bu kadar lezzetli olurdu. Tertemiz köy havasında her şey bir başka. Herkes eline birer salkım üzüm aldı ve ekmeğimizle yedik. Ne de güzel gitti. Enerjimiz yerine geldi.

Saat beşte işimizi bugünlük toplayabildiğimiz yere kadar bırakacaktık. Artık bir ay bu işi yapacaktık. Yarına kadar dinlenmemiz lazımdı. Elimizdeki fındık ocaklarını bitirip, dolu eteklerimizi boşalttık. Beyaz un çuvallarından dikilmiş olan fındık eteklerimizi iç içe yerleştirip, boş bir çuvalın içine koyup ağzını bağladık. Yarım kaldığımız sıranın içine koyduk.

Ev, avlunun yukarısında kalmıştı. Biraz dik çıktık. İnce çizgi yolu takip edip yorulmadan eve vardık.  Elimizi ayağımız yıkayıp, sırayla duşa girdik. Dedem safra kesesinden ameliyat olduğundan bahçeye giremiyordu. Çabuk yoruluyor, sonra hastalanıyordu. Babaannemi de eve aşçı bırakmıştık. Sofrayı kurmuştu. Ne iyi etmişti. İnsan bahçede çalışırken çok acıkıyordu. Herkes duşunu alınca sofraya oturduk.  Bol biberli, tereyağlı, mis gibi bir lahana çorbası… Yemede yanında yat diyordum bizimkilere. Tam iki çorba kâsesi içmiştim. Bol soğanlı ve az salçalı fasulye kavurması çayın yanında pek güzel gidiyordu.

Yiyip içmiştik.  Yemekten sonra herkes bir köşeye çekilmişti. İlk günün yorgunluğu üzerimize çökmüştü. Babaannem oturduğu yerden sayıklıyordu. Kafasını istemsiz şekilde aşağı bırakıyor biraz sonra başını yukarı kaldırıyordu. Ara ara saate bakıp tekrar kafasını önüne eğiyordu. Biz de sobanın gür gür yanmasıyla ve de yorgunluğun etkisiyle bayağı mayışmıştık. Bulaşıklar dağ gibi mutfak tezgâhında yığılı, bizi bekliyordu. Fokur fokur kaynayan ibrikteki suyu, biraz bulaşık teknesine aktardım. Kardeşim yıkadı, ben de duruladım. Evi süpürüp, etrafı topladık. Yarınki giyeceklerimizi ayarladık. Artık günü tamamlamıştık. Herkes çiftiyle odasına çekilmişti. Biz de kız kardeşimle odamıza geçtik. Müzik dinlemeye fırsat bile kalmadan uyuyakalmıştık. Gece üşüyüp yorganı üzerime çekerken telefon kulaklıklarımız koluma takıldı. Telefonlarımızın radyosu açık kalmıştı. Kulaklık ve telefonları alıp, komodinin üzerine koydum.

Çatıya çıt çıt düşen yağmur tanelerini, rüyamın içinde duyuyor gibiydim. Perdeyi aralayınca yağmur yağdığını gördüm. Biraz izledim. Allah’ın bizlere hediye ettiği bu nimetlere şükrediyordum. Bir yandan da düşünüyordum. Bu fındık bizim ekmek paramızdı. Bir senelik emeğimizdi. Bu fındık dalları bizlere bereketli bir sene sunar inşallah…

 
Toplam blog
: 57
: 287
Kayıt tarihi
: 16.12.10
 
 

Merhabalar. Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. Ordu Yeni Haber gazete..