Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Eylül '10

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Gazi Mahallesi, Yüreğimin İnce Gülü

Gazi Mahallesi, Yüreğimin İnce Gülü
 

Gecenin kör bir karanlığında, dondurucu soğuğa inat, sulu sepken yağan karın altında yavaş yavaş yürümüştüm Gazi Mahallesi’nin ıssız, kuytu köşelerinden birisine doğru. Ve sonra gerisin geri dönüp gelmiştim Küçükköy’ün meydanına ve hemen kaldırım kenarına park etmiş olan minibüse atmıştım kendimi. Buğulu camların ardından yeniden bakmaya çalışmıştım o sokak aralarına. Kar, yağışını sürdürürken minibüs hareket etmiş, ağır aksak hali ile yönünü Topkapı istikametine çevirmişti. Camlarının buğusundan dışarıyı görmek pek olası değildi ama inadına o sokaklara, caddelere bakmaya dair hayli çaba sarf etmiştim. Saat gece yarısını çoktan geçtiğinde kendimi Güngören’in o izbe sokaklarında bulmuştum. Ayaklarımın içi alabildiğine nemlenmiş, üzerimde var olan siyah montun her yanı ıslanmış ve yüzüm, soğuğun o dondurucu hali ile kıpkırmızı kesilmişti. İlk gidişim değildi Gazi Mahallesi’ne ama bu kış vakti ilk kez yolum o izbe, çamurlu, sokak dahi olduğu belli olmayan yerlere düşmüştü. Sene 1993. Ya öncesinde…Yolum oralara ne çok düşmüştü.

1989’lu yıllarda kara yağız bir genç olan Ali anlatırdı Gazi Mahallesi’ni. Sultanahmet Ticaret Lisesinde okuyordu Ali ve tamda karşı komşumuz olan Hayati ile Muharrem’in yanında çalışıyordu. Ali ve ailesi Gazi Mahallesinde oturuyordu. Ve biz her gün istisnasız bir şekilde dinliyorduk Ali’nin, heyecanla Gazi Mahallesi’ni anlatışını. Ve bende içten içe bir merak hali oluştu Gazi Mahallesi’ne karşı. Arada başımı alıp, vuruyordum Gazi Mahallesi diyarlarına. 1993 senesinin bir kış gecesindede başımı çevirmiştim Gazi Mahallesi’ne. Ve sonrasında bilmem kaç kez daha yolum düşmüştü o diyarlara. Ama en çok da Ali’den dinlemiştim Gazi Mahallesi’ni. Cem Evi’ni nasıl açtıklarını, Cem evinde verilen bağlama kurslarını, ortak bir kültür yaratma çabalarını, yokluğun ve yoksulluğun bin bir çeşidini yaşarken, inadına yaşama asılma sevdalarını Ali’nin o heyecanlı anlatımlarından fazlası ile dinlemiştim. 1990’lı yıllar, Gazi Mahallesi halkının “Bizde buradayız” dediği yıllardı. Kendilerine özgü bir kimlik yaratmıştı Gazi Mahallesi halkı. Bütün memleket sathında dikkatleri üzerlerinde toplamışlardı. Alevisiyle, sünnisiyle, Kürdü, Lazı, Çerkeziyle tam bir bütünlük abidesi haline geldiler. Görkemli dayanışmaları ile yoksulluğun köküne gül suyu döktüler. Gecekondularda yaşam savaşı verip, sokağı dahi belli olmayan ara yerlerde çocuklarını büyütme çabasına giriştiler. O yoksul mahallenin yetme kuşakları, büyürken çektikleri ızdırapları, düzene karşı muhalif birer kimlik edinerek taçlandırdılar. Gözlerini daldan, budaktan esirgemediler ve bütün bir memleket sathına dayanışma örneğinin nasıl olması gerektiğini yılmaksızın gösterdiler.

Elimdeki paketle, zar zor yürümüştüm Eminönü’ne doğru ve oradan bindiğim bir otobüsün içerisinde, o yorgunluk halimle uyumaya başlamıştım. Dışarıda yağan bir yağmur ve gökyüzünde gri bulutlar alabildiğine ağırlaşmış bir haldeyken gözümü açmıştım son durakta. Neresi dahi olduğunu bilmediğim bir yerlerde, elimde paketlerle kala kalmıştım arazinin ortasında ve yağan yağmurun altında. Yıl 1985… Ve nerede olduğumu bilmiyordum. Bomboş bir arazi ve sadece bir belediye otobüsü durağı var hemen yanı başımda. Elimdeki paketlerle, o ince asfalt yol üzerinde, ne yana dahi gittiğimi bilmeksizin başlamıştım yürümeye. Ve bir ara karşıma çıkan kişiye Topkapı’ya nasıl gideceğimi sormuştum. Tam tersi istikamete dönmem gerektiğini söylemiş ve o istikamete doğru gidecek olan bir dolmuşa binmemi salık vermişti. Yağmur hafiflemiş ama her yanım çamura bezenmişti. Bulunduğum yerin neresi olduğunu pek tabiki merak ediyordum ama nerede olduğumu sormaya utanıyordum. Ama sordum… Ve öğrendim tabii. Başımı hemen kaldırıp, hemen ileri bir noktada görünen gecekondu topluluğunun Gazi Mahallesi olduğunu öğrenmiştim. O yöne doğru yürümeye devam etmiştim. Yürümüştüm ve yürüdükçe iyiden iyiye çamura bezenmiştim. Gazi Mahallesi’nin sokaklarına girdiğimde, her yanım ıslanmış, iyiden iyiye çamur olmuştu üzerimdeki laci kot pantolonum. Öğrenciler koşuşturuyordu sokaklarda. Çamur deryası sokaklarda, çiseleyen yağmurun altında o küçücük fersiz çocuklar, okuldan çıkmış, evlerine doğru koştura koştura gidiyorlardı. Belkide o yerlere sokak demek bile çok zordu ama bir şekilde o ara yerlerde yürümek için çaba gösteriliyordu sokak niyetine. Bir an önce bir dolmuş bulup, soluğu Topkapı istikametinde almak niyetindeydim ve dolmuşa nereden bineceğimi sordum o küçük çocuklardan birisine. Başını bile yerden kaldırmadan, “Şu yanda dolmuşlar” diye işaret etmişti. O yana doğru yönümü çevirdim. Dolmuşları görmüştüm ve o dolmuşları gördüğümde gözlerim ışıl ışıl olmuştu. Attım o dolmuşlardan birisine kendimi ve bilmediğim bir takım diyarlardan geçerek, kendimi Topkapı’nın Trakya Garı civarında buldum. Gazi Mahallesi ile tanışıklığım böyle olmuştu ve sonrasında yeniden ve yeniden gidişlerim oldu Gazi Mahallesi’ne. Okul arkadaşım Zeynep’in dedesi ve babaannesi Gazi Mahallesinde oturuyordu. Bazen Zeynep’e takılır, soluğu Gazi Mahallesinde alırdım. 1993 senesinin o kış gecesindede Zeyneb’i dedesinin evine bırakmıştım. Bir tepenin üzerindeydi Zeyneb’in dedesinin evi ve o eve ulaşabilmek için bir çamur deryasının üzerinden geçmek gerekiyordu. O gecede aynen öyle yapmıştık ve o çamur deryasından geçerken Gazi Mahallesi’nin ıssız haline gözüm takılmıştı. İşte sonra gerisin geri Küçükköy Meydanı’na yürümüştüm ağır aksak adımlarla.

1995 senesinin Şubat ayında kendimi bulmuştum Antalya’da. Ve bir daha geri dönmemek üzere…Ve Mart ayı geldiğinde olanlar olmuştu. Gazi Mahallesini kana bulamışlardı, kırıp geçirmişlerdi Gazi Mahallesi’ni. Sokaklarda cansız bedenler, halkın üzerine sıkılan kurşunlar ve her yana kaçışmakta olan Gazi Mahallesi halkı televizyon ekranlarındaydı. Birileri Gazi Mahallesi halkına hayatı zindan etmek istiyordu. O dayanışma ruhu ile yoksunluğa ve yoksulluğa inat, bütün bir devlete öfke ile bakıyordu Gazi Mahallesi halkı. Zaten yokluklara bezenmiş halleri ile yeterince devlete öfke kusan Gazi Mahallesi halkı birde o pervasız kontrgerilla eyleminin hedefi olmuştu. Pek tabiki Gazi’yi kana bulayanlar hedefine ulaşamadı. Kanı döktüler ama döktükleri kan damlaları, kanı dökenlerin alınlarına yapıştı. Kendilerini katletmek isteyenlere kurdukları barikatlarla cevap vermişti Gazi’nin onurlu halkı. Kadınlarıyla, kızlarıyla, genciyle, yaşlısıyla sokaklara dökülüp, yaşadıkları yerlere sahip çıkabilmek adına, kör kurşunlara gövdelerini siper etmişlerdi. Hem de korkusuzca. Ölüme inat, kör kurşunlara inat, onurlu bir mücadele vermişti Gazi Mahallesi’nin halkı. O mücadele esnasında videolara takılan bir yaşlı ananın önü alınamaz çabasına tanık olmuştuk. Başında koyu renkli başörtüsü, ayaklarında siyah eteği ve üzerindeki gri ceketi ile düşmüştü sokaklara o yaşlı ana ve yerden aldığı bir taş parçasını fırlatıyordu panzerlere. Bir tavuğun yavrularını tehlikelerden korumak ve tehlikeyi gördüğünde, o saldırgan hali ile tehlikeyi yaratacak olana kanatlarını açıp fişek gibi saldırması vardır ya, işte Gazi’nin onurlu analarıda o kış gününün soğuk haline hiç aldırmadan, yavrularını katillere karşı koruyabilmek için canla başla savaş vermişlerdi. O soğuk kış günlerinin kanlı ayazında, Gazi Mahallesi’nin bağrından, gözleri ışıl ışıl parlayan gençlerinin canlarını almıştı katiller. O cansız bedenleri yerlerde sürüklemişlerdi. Ölenlere tekmeler atmışlar ve hınçlarını alamayarak yeniden ve yeniden yerde yatan cansız bedenlere postallarını savurmuşlardı. O cansız bedenler tabutlara girdiğinde, Gazi Mahallesi tüm zamanların en dramatik matemine gömülmüştü. Binlerce, onbinlerce insan, cenazelerini, uhrevi bir sessizlik etrafında, öfke yüklü acıyla toprağa vermişti.

Tıknaz hali, yarı kıvırcık saçları ile Dersimli arkadaşım Murat, Gazi Mahallesi’nin hemen yanı başındaki Zübeyde Hanım Mahallesinde ev tutmuş ve birde küçük kızı olmuştu. Adı Eylül. Şirin mi şirin bir şeydi ufaklık. 1997 yılının bir gece yarısı gitmiştik evine Murat’ın. Birkaç günlüğüne yapmış olduğum İstanbul ziyaretimde, Murat’ın evine konuk olmuştum. O gece yarısı nereye gittiğimi bilmeksizin, yine o çamur deryası sokak aralarından geçip, bir binanın hemen giriş katındaki daireye atmıştık kendimizi. O gece birkaç kadeh içtiğimiz bira sonrasında vurmuştuk kendimizi boş bulduğumuz bir kanepenin üzerine. Sabah öyle çabuk olmuştuki, henüz yapmış olduğum yolculukların yorgunluğunu dahi atamamışken üzerimden, o birkaç günde gecenin bir yarılarında boş bulduğum yerlerde başlamıştım uyumaya. O sabahın köründe kalkıp, düşecektik yollara yine. Evden çıktığımızda sormuştum Murat’a, bu yerlerin neresi olduğunu. Murat işaret etmişti bana; “İşte şu taraf Gazi Mahallesi”. Tepeden öylece bakakaldım Gazi Mahallesi’ne. Her yer üst üste yığılmış yapılara bezenmişti. İhtiyarlamış bir görüntü taaaa gözümün içine içine giriyordu. O sabahın kör vaktinde, hafif hafif çiseleyen yağmurun altında otobüs durağına gelmiştik. Bir keşmekeş vardı her yanda. Araçlar hızla önümüzden geçiyor, dolmuşlar, belediye otobüsleri hınca hınç dolu vaziyette durakta hiç durmadan yollarına devam ediyorlardı. Murat bana etrafı anlatıyordu. Gazi Mahallesi’ni, Zübeyde Hanım Mahallesi’ni ve olayların olduğu yerleri tarif etmeye çalışıyordu. Sadece dinliyordum Murat’ı. Bir zaman bekledikten sonra dolmuşa binemeyeceğimizi anlamıştık ve bir taksi tutarak Çağlayan istikametine doğru yöneldik. Daha öncesinde hiç bilmediğim yeni yeni yerleşim bölgelerinden geçiyorduk. Her şey adeta karmaşaya dönüşmüştü zihnimde. Hiç de benim hatırımda kalan yerler değildi bu yerler. Gazi Mahallesi’nin zihnimdeki tarifine hiç uymuyordu buraları. Birkaç yıl içerisinde kökten bir değişime uğramıştı Gazi Mahallesi. O gün aklımda kalan Gazi Mahallesi, yine izbe sokakları ve İstanbul’un birbirinden hiç de farkı olmayan ihtiyar semtlerinden birisi halindeydi. Tepeden öylece bakakaldım gözden kayboluncaya kadar. Ve bir daha yolum, yıllar sonra düştü o diyarlara. Zaman zaman gittiğim İstanbul’da, TEM karayolu üzerinden geçerken gözüm takılıyordu Gazi Mahallesi’ne. Ama o benim bildiğim halinden zihnimde kalan tek bir nokta dahi kalmamıştı. Her yer binalarla çevrilmiş, her yer feci bir keşmekeşin içerisine bulanmış ve her tarafında tarifi olmayan bir karmaşa mevcuttu.

Yıllar sonraydı…Yani 2009 yılının Mayıs ayında gitmiştim İstanbul’a. Yeğenim evlenecekti. Ve gelin hanım Gazi Mahallesi’nin kara kızlarındandı. Henüz gidişimin ikinci günü Gazi Mahallesi’nin girişinde bulunan bir düğün salonunda kına gecesi yapmışlardı. Aradan geçen onca yıl sonra Gazi Mahallesi’ni yalnız başıma bulabilme imkânım hemen hemen yok gibiydi. Bir şekilde Gazi Mahallesi’ne, o düğün salonuna gelmiştik ve birkaç saat sonra soluğu dışarıda alıp, dolaşmaya başlamıştım Gazi Mahallesi’nin sokaklarında. O bildiğim, kafamda canlandırdığım Gazi Mahallesi gitmişti. Kafamda hayalini kurduğum yer değildi o Gazi Mahallesi. Üst üste yığılmış çarpık binalar arasında dolaşıyordum. Yine sokaklar izbeydi. Yine sokaklar karmaşaydı. Yurdumun klasik kentsel dokularından birisi haline dönüşmüştü Gazi Mahallesi. Her yan kahvehane dolmuştu. Pek tabiki devlet Gazi Mahallesi halkının o onurlu, dirençli haline ince iplik üzerinden geçerek sert bir darbe indirecekti. Şayet cepheden fetih eylemini gerçekleştiremezse, dolaylı yollardan fethedecekti hedefine koyduğu insanları. Nitekim devletin yozlaştırma politikalarına dair tuzaklar her yerde olduğu gibi Gazi Mahallesi sınırlarınında içerisinde kendisini iyiden iyiye hissettiriyordu. Pek tabiki yıllar sonra gittiğim Gazi Mahallesinde, o eski suretine dair bir şeyleri görmek niyetindeydim. Her şeyde, her yerde olduğu gibi kökten bir değişime tabii olmuştu Gazi Mahallesi’de. O eski zamanlarda izbede olsa, köküne kadar yoksulluğa bulaşsada mekânlar, bir içtenlik havası teneffüs etmek mümkündü. Şimdide yoksul Gazi Mahallesi. Gençleri işsiz…Geleceğe dair kaygılılar. Yarın başlarına neyin geleceğine dair bir bilinmezliğin kaygısını taşıyorlar. Öfkeliler…Çünkü yaşam sillesini hiç esirgememiş Gazi Mahallesi halkından. Gani gani suratlarına indirmiş o silleyi.

O kara hali, fersiz yüzü ve heyecan kokan tavırlarıyla Ali anlatırdı Gazi Mahallesindeki yaşamsal mücadeleyi. Pınarbaşlarında sıraya girip evlere bidon bidon taşınan suları, tuvaleti bile olmayan kondularda verilen yaşam savaşını ve çocuk büyütme mücadelesini. Her bir yenilik, yaşamsal mücadele için verilen emeğin pırıltılı bir tacı haline dönüşüyordu Ali’nin anlatımlarında. Gazi Mahallesi’nin nasılda yoksulluk içerisinde kurulduğunu, nasılda insanların yaşam savaşı verdiğini ve ayakta kalabilmek adına o dirençli mücadelelerinin nasılda saygıyı hakkettiğini o her yanından içtiği sigaranın dumanı çıkan Ali anlatırdı.

Devletin derin aygıtlarının gözü Gazi Mahallesi halkının üzerindedir yine. İlk fırsatta, ilk açık noktada Gazi Mahallesi’ni yine hedefe koyarlar. Yine onlara romantik yaşamın, o duygu kokan halini çok görürler. Hep öyle olmadı mı?

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..