Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Eylül '10

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Deniz'in Çekiciliği

Deniz'in Çekiciliği
 

Uçsuz bucaksız denizin, o naif, o pürüzsüz, o dingin ve huzur veren haline inat, yüzümüz betonlaşmış gürültü kirliliğine çevrilmiş bir halde. Koyu sohbet eşliğinde, denizi arkasına almış olan yurdum sakinleri, kirlilik hallerinin her türüne kucak açmış bir halde, ruhunu çarpıklığın kollarına bırakıp, teslim bayrağını çekmiş. Her dem dikkatime ilişen bu durumun şüphesizki vardır bir açıklaması. Neden yüzümüz denizin o pürüzsüz haline inat betona bakar halde? Neden gözlerimiz, daha feci çirkinliklerin gürültüsüne pür dikkat kesilmiş? Ruhumuzu, bilerek ve isteyerek mi çirkinliklere teslim etmişiz? Bilemiyorum… Ama bildiğim bir yalınlık odurki, denizin pürüzsüz ve naif haline dair pek bir barışık olmadığımızdır. Plajın o meltem esintisi eşliğindeki hali karşısında bile, o anki plaj sakinlerinin yüzünü denize ters dönmüş olmaları çok da anlaşılabilir bir durum değildir. Hele hele beton çirkinliklerin, alabildiğine yaşamın parçasına dönüşmüş olduğunu düşünürsek, denizin o naif ve pürüzsüz haline daha bir inatla sarılmamız gerektiğini düşünüyorum.

Yıllar önce en çok sevdiğim şeylerden birisiydi Gülhane Parkı’nın en tepesinde boğazı seyre dalmak. Demli bir semaver çayının, koyu renkli, acımtırak tadı eşliğinde, saatlerce, boğazın o tarihsel kimliğine saygı kokar tavırlarla seyre dalmak pek bir keyifli oluyordu. Pek tabiki ilgimi bir hayli çeken bir durumdu o boğaz seyrinin hali. Ve tam karşınızdan geçen bir yolcu vapuru, hemen ayaklarınızın ucu ile değecek bir halde, altınızdan geçen trenin gürültüsü ve sonra boğaza dikilen o ince ve kısık hali ile gözlerin ufka dalan hali. Gülhane Parkını belkide bu yüzden seviyordum. Denizin o görkemli halinin en yalın izlence mekânı olmasındandı herhalde. İstanbul’un o kendisine has keşmekeşinin içerisinde, denizle kurulan duygusal bağın mekânıydı Gülhane Parkı belkide. Bir bütünlüğü, bütün yalın hali ile izleme imkânını fazlası ile yaratıyordu Gülhane Parkı’nın o en tepe noktasındaki semavere haiz çay bahçeleri. Yolcu vapurlarının bacalarından duman saçarak ilerleyişleri ve o görüntüye eklenen Galata Köprüsü’nün tanıklığı. Köprü üzerinde sıra sıra dizilmiş halleri ile olta balıkçıları. Manzaranın bir bütünlük haline dönüşmesi için şüphesizki kıyıya yanaşmış bir halde, ekmek arası balık satan çığırtkanlar, etrafa yayılan ızgara balık kokuları, o bütünlüğün bir bir tamamlayıcısı oluyordu.

Uzun bir zaman önceydi, Karaköy’ün o rıhtımında bir restaurantın dışarıya atmış olduğu masalarından birisine koyuvermiştim kendimi. Eşimle birlikte karşılıklı oturup denize nazır bir vaziyette, o kısa süreli balık yiyişimizi hiç unutamam. Hepi topu iki kadeh rakı ile bir porsiyon hamsi tava ve yanında az bir çoban salatası, küçük bir dilim tam yağlı beyaz peynir yanında üzerimize serpiştiren yağmurun birlikteliğinin yaratmış olduğu tat, bütün bir güzel bildiklerimizin önünde yüz metre farkla ilerlemişti. O masaya en güçlü meze, yosun kokan deniz ve hemen üzerimize çöreklenmiş olan koyu gri bulutların ağırlıydı.

Denizin zihnimde yarattığı o ihtişam kokan ilgiyi, başka bir şeye dair gösterdiğimi pekde söyleyemem hani.

En son 2009 yılının Mayısında gittiğim İstanbul’da, sevdiğim bir arkadaşımla, Galata Köprüsü’nün restaurantlarından birisine atmıştık kendimizi. Henüz sabahın, öğlene yaklaşan anlarından birisindeydik ve o saatte denizin kokusu ile kurduğumuz rakı sohbetinin sonu, akşam saatlerine kadar ulaşmıştı. Sanırım böyle bir şey olsa gerek denizin o naif hali. İnsanın ruh halini kendisine çeken güçlü bir çekim halinin olduğu gerçeği. Nasıl tarif edilir bilmiyorum ama, zihnimi saatlerce denizin o naif haline teslim vaziyette bırakabilirim. En yalın rahatlama haline doğru adım adım ilerlerim denizle birlikte. Çocukluğumdan beri bir şekilde denize yüzümü çevirerek yürüme alışkanlığı edinmişim. O meltemin hafif ılık esintisinin şekillenen halimde önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Daha ortaokul zamanı, velet halimize bakmadan okulu kırıp, Menekşe’de sandal kiralamaya giderdik. Denizin üzerinde saatlerce sandalla dolaşırdık. 1980’li yılların ilk çeyreği zamanlarda, İstanbul’un sahilleri bozulmamıştı. Her bir kıyı semtinde illede balıkçı barınakları olurdu ve o barınakların hemen önünde eski, yıpranmış, kırık dökük sandallar bol miktarda dururdu. Pek tabiki o barınakların ve sandal aralarının en keyifli halleri, sakinlerin karşılıklı şarap kadehi tokuşturmasıydı. O çocuk halimizle gider, o sakinlerden kiraladığımız sandalla denizin üzerine açılıp, keyifli bir şekilde denizin o yosun kokulu halini ciğerlerimize kadar çekerdik. Tabiki her birisinin toplamda bir bütünlük yaratması önemliydi. Sandal arasında şarap kadehi tokuşturulmayan balıkçı barınaklarının anlamı ne olabilirki? Tabiki bu güzellikler zamanla yok oldu, gitti. Bakırköy sahilindeki balıkçı barınağı yok olalı yıllar oldu. Üzerini doldurdular. Güya yürüme yolları, parklar yaptılar. Birde deniz otobüsü koydular o yerlere. Yani anlayacağınız hangi akla hizmet olsun diyedir bilinmez, denizi doldurdular. Doldurmaların sonu bir türlü gelmedi. Sonrasında dalga kıranları egemen kıldılar sahillere. Belki o eski zamanlara inat, dalga kıranlar bir nebze olsun o dönemlerin anılarını taze tutar bir hale dönüştü. Üç beş arkadaş bir araya gelip, dalga kıranların üzerinde bira keyfi yapmanın tadı şimdilerde başka şeylerde pek yok. Şarapçıların daha çok tercih ettiği mekânlara dönüştü dalga kıran üstleri. Bir zamanlar sahilin sur diplerinde şarap keyfi yaparlardı. Mendil üzerine peynir ve birkaç domates, salatalık eşliğinde, meltemin hafif ılık esintisi ile birlikte şarap kadehi tokuşturma yarışına girerlerdi İstanbul’un has şarapçıları. Bir ara Yenikapı dolaylarında takılmıştık birkaç şarapçıya. Bir ağırlıkları vardı tabiki. Kırmızı ucuz bir şarap hemen yanıbaşlarında ve orta yere saçılmış olan nevaleleri meze yapıp demlenirlerdi. O yıllarda bu denli lezzetli gelen başka bir şeylerin var olduğuna inanmazdım. O domateslerin enfes kokusu, hıyarların tadı ve hele hele yeşil biberide mendil üzerine sıraladınmı ve birde bunlara tam yağlı beyaz peyniri ekledin mi, denizle birlikte şarabın keyfi bir başka oluyordu. Bir kültür olarak korunamadı sahil şeridi şarapçılarının hoş sohbet, vurdumduymaz, gamsız gündelik yaşamları. Bir şekilde kolluk güçlerinin sindirmesine muhatap oldular. Kimseye zararları yoktu. Denizin o naif halini, sahil şeridi şarapçılarıda üzerlerinde taşıyorlardı. Şimdilerde ne sahil şeridinde şarap içenler, ne balıkçı barınakları, nede denizin o eski tadı kaldı.

1990 senesinin bir Temmuz gününde Antalya’ya tatile gelmiştim ve o yıllarda balıkçı barınağında teknesi olan bir ahbabımızla Akdeniz’e açılmıştık; balık tutup, keyif yapacaktık. Yoldan aldığımız domates, salatalık ve biber ile birkaç somon ekmek alıp vurmuştuk kendimizi teknenin üzerinde Akdeniz’e. O gün yediğim domates ve biberlerin haddi belli değildi. Denizin o iştah açıcı haline en iyi örnekti. O yıllarda benki yemek yeme hususunda hayli zaafları olan bir kişiliktim; ama o denizin hali ile bütünleşen kokular, yavan ekmek arasına konan domatesle nasılda lezzetli bir hale dönüşmüştü, anlatamam.

Denizin büyüleyici hali, büyüleyici kokusu ve naifliği anlatmakla bitecek bir şey değil. Ama gelin görünki bu doğallığın yanında, kıyıların o betonlaşmış hali tam bir hüzün kokusu yayıyor etrafa. Çarpık yapıların cepheden denize bakan o kaba ve hoyrat hali ülkenin bütün bir kıyı şeridine sirayet eder hale geldi. Sadelik kaybetti, hoyratlık kazandı kıyılarda. Aslında sadece kıyı şeridi hoyratlığa teslim olmadı, bütün bir yaşam hoyratlığın egemenliği altına girdi. Öyle olmasa, bu günün o çok modern insanı, yüzünü betona, sırtını denize döner miydi?

Modern olmayı, çağdaşlığı daha çok şık kıyafet giyimine ve boyuna takılan gravata indirgediğimizden, modernizmin tanımını bile yamuk yumuk hale getirdik. Kendimiz olmak varken, taklitçilik zihin dünyamızın tek egemen anlayışı oldu. Taklit batağına yeltenen zihinlerin durumunun komikliği ise hele hele şu son yılların kendisine has gündelik yaşantısı içerisinde feci bir sırıtma haline dönüştü. Hani o seksenli yılların arabesk filmleri vardı ya, başroldeki jön veya başrolün o arabesk şarkıcılarının ses tonlamasındaki mekanik hali ile giyim, kuşam ve duruş arasında taban tabana bir zıtlık görüntüsü, belkide tüm zamanların en mizahi durumunu temsil ediyordu. Sadece geçmiş dönemin arabesk filmlerine özgü bir durum değil tabi bu söylediğimiz. Yetmişlerin siyah beyaz filmleri içinde geçerli. Sürekli karakter atan başrol oyuncusu ile havasından geçilmeyen şımarık kızın doksan dakikalık replikleride mizah tadında izlenir hale geldi. Doksanlı yıllar geldiğinde bir nebze olsun o yetmişlerin, seksenlerin artistleride kendilerine dönmeye başladı ama bu defa para edenin aslına dönmek olduğunu ve o eski hallerinin mizaha dönüştüğünü pek çabuk fark ettiler. Kendilerine döndüler ama o hoyratlıkları devam etti. Kendilerine dönerken, o dönüş sürecinde küstahlık, kabalık at başı gitti. Toplum bu şarkıcılara öyle bir kendisini kaptırdıki, sağ olsunlar, alçak gönüllülük denen kavram, aptallıkla paralel bir tanımlamaya doğru dönüştü. Dikkat edin, toplumun ilgi odağına dönüşmüş olan bu sanatçılarda inanılmaz bir kabalık hakimdir. Yapay halde gözyaşı dökmeler, delikanlılık tripleri, karakter atmalar yaşamlarının bir parçası olurken, topluma o feci duyarsızlığıda taşıdılar. İnsanların ölüm çığlıkları etrafta yankılanırken, bu hoyratlar topluluğunun pimi çekilmiş eğlence anlayışları bu toplumun zirvesine çıktı. O eğlence aralarında ise ötekilerin çığlıklarını sömürmeye giriştiler. Ve hep beraber öyle bir doğaya yabancı hale geldiki insanımız, dedim ya, sırtını dahi denize döner oldu ve bu tuhaflık ise kimsenin pekde dikkatini çekmedi.

Yaz aylarında çok sevdiğim ama işlerimin bu sene bir hayli yoğun olması sebebi ile bir türlü gitmeye fırsat bulamadığım Adrasan koyuna önceki yıllarda yaptığım ziyaretlerin ana noktalarından birisi, denizin hemen yanıbaşındaki alçak teras üzerinde, denize nazır gün batımını izlemekti. Akşamın o hafif meltem esintisi eşliğinde, terasa kurulan içki sofrası ve hemen yanıbaşımızda bulunan dağ, orman ve deniz ile birlikte gece yarısının dibine kibrit çakardık. Gün batımının eşsiz halini başka yerlerde bu denli keyif alarak hiç izlememiştim. Ne yalan söyleyeyim, herhalde kadehteki rakıda denize nazır duruşunda bir tat değişimine uğruyor. Öyle lezzetli hale geliyorki, insanın daha bir dolu dolu içesi geliyor. Gece yarısı gongu çaldığında, ay, tamda koyun ortasında kendisine bir yer buluyor ve selamını masaya gönderiyor Adrasan Koyunda. Kimi zamanda masayı denizin hemen dibine kurup, hafif mırıltılı şarkılar eşliğinde gece yarısını devirdiğimiz oluyordu. Ama o kıyının tamda dibinde, küçük dalgaların çıkardığı ses dinlenceninde kendisi oluyordu. Ve taaaa uzaklarda, ufukta bir yerlerde bir ışık pırıltısı göze takılıyordu. Gökyüzünde yıldızlar bütün bir dünyayı seyre dalmışlar gibi. Kıyıya kurulan ahşap masa, deniz, ışık pırıltısı, dalganın sesi ve tam orta yerde ayın o heybetli duruşu, yıldızların ışıltısı; bir bütünlüğü tanımlar hala dönüşüyorlar Adrasan Koyunda.

Deniz için belkide yapılabilecek en yalın tanımlama, insan yaşamının vazgeçilmez enerji kaynağı olduğudur. Kendime zaman zaman sorarım “ Denizi olmayan bir kentte yaşamak zorunda kalırsan ne yaparsın?” diye. Cevabı zor olan bir soru. Ruh dünyam şamar oğlanına döner herhalde. Her güne başlangıç derin streslere gebe olur. Yani bir yıkım demektir ki bu hayalini dahai kurmak istemediğim bir durumdur.

İçanadolulu olmama rağmen, İçanadolu ile olan bağlarım her zaman çok kopuk olmuştur. Hiç aramadım İçanadolu’nun o kendisine has coğrafyasını. Gidişlerimde sıkıntı basardı. Nedenini pekde bilemediğim bir sıkıntıydı bu. Yaşamın pek bir dingin olduğu İçanadolu coğrafyasında, keyf almadığımı çok zamanlar hissetmiştim ve bunda kesinlikle denizin etkisinin çok büyük bir yeri olduğunu düşünüyorum. Uçsuz, bucaksız, kıraç topraklar üzerinde yapılan İçanadolu yolculuklarının sıkıcı haline en yalın örneğin, arazi ortasından akıp giden siyah kuru asfalt yol dışında, belki o arazinin ortasında bir yerlerde yanan bir puslu ışığın göze çarpar olmasıydı. İnsan yüzü görmek ise belki çok şansa kalmış bir şey haline dönüşüyordu. Belki o coğrafyanın kıraç toprakları üzerinde otlayan koyunlar ve başlarında bir köylünün çobanlık yapması hali benim için göze çarpan en ilginç olay halini alıyordu. İşte bu ve bunlardan dolayı, denizin olmadığı bir coğrafyanın, sıkıntılı bir hali olduğuna dair kesin kanaatlerime İçanadolu yolcukluklarımda fazlası ile ulaşmıştım. Hani şu hakkıda teslim etmek gerekiyorki, ülke coğrafyamız nadide bir noktaya kurulmuş. İçanadolu denizsizlik nedeni ile sıkıntılı olsada, ülkenin üç yanında ve tam doğunun uç noktasında birbirinden muhteşem denizlerin ortasına konmuş olmak, şansın ve kaderin bir cilvesi olsa gerek. Fakat bu muhteşem coğrafyaya sahip olmanın dayanılmaz bir hoyratlığınıda taşıdığımızıda, yukarıdaki satırlarda az çok anlatmaya çalışmıştım. Oysaki, bu coğrafyaya gereken hassasiyeti göstermek gibi bir zaruretimizin olduğu aşikâr.

Sabahları işe geliş güzergâhım üzerinde bulunan üç adet, kocaman tabir edilecek bir sitenin, denize tamda sıfır noktasına kondurulmuş olmasının, hoyratlığımızın ne hallerde olduğuna dair iyi bir örnek olacağını düşünüyorum. Ve bütün bir Antalya kıyıları, hoyratlığın, vurdumduymazlığın iz düşümü haline bürünmüş. Tabiki yazık oluyor. Hani sadece bir kentin, bir bölgesinden bahsetmiyoruz, bütün kıyılarımızda o feci hoyratlığın, o feci vurdumduymazlığın binbir çeşidine tanık oluyoruz. Bodrum, Marmaris, Kuşadası Kaş, Kalkan, Fethiye gibi yörelerin içler acısı hali ortada değil mi? Doğanın en müstesna noktalarına kondurulan, denize nazır yapılaşmanın, süreç içerisinde her türlü anlam yitimine uğrayacağı ortadayken, bu denli feci bir pervasızlığı nasıl kabullenebiliyoruz, işte bu soruya yanıt verebilmekte bütün mesele. Pervasızlıklara karşı, inanılmaz bir güçsüzlüğümüz var. İstemesekde gözümüzü kapatıyoruz, görmemek adına. Çaresizliğin ortaya çıkardığı bir davranış hali olarak nitelendiriyorum, görmeme çabasını.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..