Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ekim '10

 
Kategori
Blog yazarları tartışıyor!
 

Din Dersi'nin seçmeli yılları

Din Dersi'nin seçmeli yılları
 

Kendimi şanslı mı saysam bilmiyorum... Ama henüz daha çok küçüktüm siyasal ve politik olaylara dair bir takım fikirler edinmeye başladığımda. Aileden gelen bir özellik olduğunu düşünüyorum bu ilgi halinin. Zira sülalemin bilcümlesinin 1970’li yıllarda siyasete yakın mesafede konumlanmış olması, haliyle ben yaştaki her ferdininde siyaset üzerine kelamlar edecek fikirlere sahip olmasına neden oluyordu. Sülale ve sülaleye yakın çevrelerin, 1970’li yılların politik atmosferinden mütevellit bütün genç erkânın ille de siyasetin bir hareketine meyil ettiğini düşünürsek, ailemin benden büyük bir kaç evladının da bu işlere bulaşması pek tabi ki tuhaf kaçmayan bir durumdu. O yıllar Sivas’ın kıraç topraklarından İstanbul’u mesken tutmaya başlayan yakın çevrenin tüm bireyleri, birbirlerine misafir olur ve eskileri yadederken, çocuklarının fikir ayrılıklarından ötürü birbirleri ile konuşmamalarını, son derece bilgelik! kokan fikirsel açıklamalarla birbirlerine anlatırlardı. O yıllarda iki yakın ailenin birbirleri ile konuşmaktan imtina eden çocukları için ailelerden birisinin hanımı, diğer ailenin hanımına “E ga gurban, sizin çocuklarda maocuymuş” demesinin altında yatan mizah kıvamı tadındaki diyalogları nasıl tanımlanır; bilemiyorum.

1970’li yılların henüz ilk yarısıydı aile boyu İstanbul’a yerleştiğimizde. İstanbul’un Güngören denen bir yerlerine gelip yerleşmiştik ailece ve daha öncesinden abimin ve ablamın ve daha daha öncelerinden babamın İstanbul’a çalışmak adına gelip yerleştiklerini düşünürsek, bizim aile olarak tümü ile Sivas diyarlarını terk etmemiz 1970’li yılların ilk yarısını ifade eder. Bir gece vaktiydi İstanbul’a yerleştiğimizde ve ben henüz daha dört yaşımı yeni bitirmiş beş yaşıma girmiştim. Sabah olupta gün doğuduğunda, tekrar köyüme dönme feryatlarımı dün gibi hatırlıyorum. Çocukluğumun o dönemlerindeki en yakın arkadaşım olan Hanife’yi Sivas’ta bırakmıştık. Ve yıllar geçmişti tekrar Hanife ile karşılaştığımızda. İstanbul Okmeydanı SSK hastanesinde hemşire olarak görev yapıyordu. Sanırım bir yirmi yıl önceydi. Ve tümü ile bir tesadüftü. Hepi topu bir kaç saat sohbet edip, birkaç bardak demli tarafından çay içmiştik hastanenin kantininde.

1970’li yılların ilk yarısında yerleştiğimiz İstanbul’da, o yıllarda en çok dikkatimi çeken, göz alabildiğine boş arazilerin varlığıydı. Evimizin camından baktığımızda, bir tepenin üzerine kurulmuş olan Davutpaşa kışlasının o heybetli hali benim için o yılların en büyüleyici görüntüsünü oluşturuyordu. Merter denen yerler boş arazilerle çevrelenmiş ve her arazi olarak nitelediğimiz yerlerin parselasyonu yapılmıştı. Hemen evimize birkaç km uzaklıkta bulunan bir okul gözüme ilişirdi. Daha sonra benim büyüğüm olan ablam, o okula kayıt yaptırmış ve ortaöğrenimini bu okulda sürdürmüştü. İzzet Ünver Lisesiydi bu okulun adı. Her kimse bu İzzet Ünver bilmiyorum ve doğrusunu isterseniz, öğrenmek, hiç ama hiç aklıma bile gelmedi. İşte o yıllarda en sevdiğim şey hemen evimizin çevresinde bulunan boş arazilerde kovboyculuk oynamaktı. Mahallenin bütün çocuklarının en fazla ilgi gösterdiği şeydi kovboy filmleri. Zaten kısa bir zaman sonra siyah beyaz bir televizyonumuz olmuştu. Pazar günlerini iple çekerdim. Sabah biraz daha erken açıldığı için televizyon, o erken saatlerde ABD menşeili kovboy filmlerini izlemekten müthiş keyif alırdım. En nihayetinde zihnimizi iğdiş ediyorlardı. Çünkü mahalle arasında oynadığımız oyunlarda kimse Kızılderili olmak istemiyordu. Herkesin olmak istediği tek bir şey vardı, yakışıklı Jo… Kalelerimiz oluyordu ve ellerimizdeki tahtaları silah olarak kullanıyorduk kalelerimizi korumak için. Çıkardığımız acayip seslerle ateş ettiğimizi var sayıp “Seni vurdum, sen öldün” diyerek tuhaf bir yaklaşım sergiliyorduk. İlginçtir, kurallar son derece keskin bir şekilde uygulanıyordu ve mızıkçılık yapan pek çıkmıyordu. Vurulmuştu işte ve çıkmak zorundaydı…Şimdi düşünüyorum da, o arazilerde ne çok oyunlar oynamış, ne çok yetenekler ortaya çıkarmıştık. O yıllarda yaptığımız en önemli iki şey vardı…Birisi işte bahsini kısaca yapmaya çalıştığım kovboyculuk oynamaktı ve diğeri ise sürekli olarak top peşinde koşturmaktı. Arazı boldu ve günümüzün her anı, her dakikası maç yapmak veya şut atmakla geçiyordu. O yıllarda karın yağışı bile bir başka olurdu İstanbul’da. Sabah uyandığımızda beyaz bir örtü serilmiş gibi hissederdim yeryüzüne. Göz alabildiğine bembeyaz bir görüntüye dönüşürdü dünya. Lanet olsun işte bir türlü o yıllarda okullar tatil edilmezdi. Şimdilerde en ufak bir hava bozması halinde okullar bilmem kaç gün tatil edilir. Ziyadesiyle müfredat denen planlama bir türlü tutturulamaz oldu bu zamanlarda. Kar lapa lapa yağıyorda olsa, okul yollarına düşerdik ve hiçbir şey olmamış gibi dersimizi yapar, tekrar evin yolunu tutardık. O yıllarda çevremizde o denli çok olaylar olurduki, her birisine şu veya bu şekilde tanıklık ederdik. Sabah uyandığımızda evlerin duvarları yazılara bezenmiş olurdu. En çok yazılan slogan ise “Kahrolsun Faşizm” sloganıydı. İlkokul üçüncü sınıfı okuduğum yıllarda sınıfımıza gelen bir müfettişin şahsıma sorduğu “Kaç türlü yönetim şekli vardır?” sorusuna verdiğim yanıt, tüm zamanlarımın en önemli yanıtını oluşturuyordu. Benim için o yıllarda üç türlü yönetim şekli vardı “Padişahlık, Cumhuriyet ve Sosyalizm”. Pek tabiki bu durum karşısında öğretmenimin annemi çağırıp bu durumdan şikâyetlerini iletmesi üzerine bütün bir ailenin madarası olmuştum ve namım bütün bir sülaleye yayılmıştı. Ve bilmem kaç yıl, müfettişe verdiğim bu yanıtla anılır olmuştum. O yıllarda unutamadığım en nadide olaylardan biriside 1977 yılı 1 Mayısıydı. Babamın, evin kapısını kilitlemesine rağmen ve kati yasak koymasına rağmen abimin evden sabahın köründe, gizlice çıkıp 1 Mayıs kutlamalarına katılmasıydı. Akşama doğru çıkan olaylar sonrasında aile efradı olarak büyük bir tedirginliğin içerisine girmiştik. Fakat abim erken gelmişti. O günde, o her zaman yaşamış olduğu kronik baş ağrılarından birisine tutulmuş ve alanı erken terketmek zorunda kalmıştı. Kendi anlatımı ile Tarlabaşı’n da bindiği otobüsle, Unkapanı köprüsü üzerine geldiklerinde o kızılca kıyamet kopmuş ve sonrası malumunuz.

1980 senesi geldiğinde, oturmuş olduğumuz evden, başka bir eve taşınmıştık. Yine Güngören içerisinde bir yerlerdeydi yeni taşındığımız ev ve ben o dönemde ortaöğretime başlayacaktım. Bende benim büyüğüm olan ablamın gitmiş olduğu İzzet Ünver Lisesi’ne kayıt yaptıracaktım. Nitekim kayıt günü geldiğinde önümüze iki seçenek konmuştu. Yabancı dil olarak ya Fransızcayı seçmek zorundaydım, yada Almancayı seçmek zorundaydım. Zira İngilizce öğretmeni yoktu. Almancayı seçmiştim. Ve bir diğer seçmeli dersimizde Din ve Ahlak Bilgisi dersiydi. E haliyle bu dersede girmeme yönünde tercih yapılmıştı benim adıma. Okullar açıldığında bu derse girmeye başlamıştım, zira öğretmenimiz Fulya Gürses herkesin derse girmesini zorunlu tutuyordu. Kendisi aslen Felsefe öğretmeni olan Fulya Gürses, öğretmen yokluğundan bu dersi üstlenmek zorunda kalmıştı. Aslen ateist ve en has tarafından komünist olan bu öğretmenin, sınavlarıda hayli ilginç olurdu. Sınavlarda sorduğu sorular ekmek, çay, şeker, tüp fiyatları üzerineydi. Fulya Gürses yönetimindeki Din Dersleri hayli eğlenceli geçerdi. Fakat orta ikinci sınıfa geçtiğimizde, işin rengi değişti ve o yıl Din Dersi öğretmeni okula atandı. Yeni Din Dersi öğretmeninin adı Ekrem Kayra idi. Ekrem Kayra geldikten sonra Din Dersi tercihi olmayan öğrenciler, kırk dakikamızı sınıf dışında geçiriyorduk. Elli kişilik bir sınıftık ve yaklaşık yirmi öğrenci Din Dersine girmiyorduk. Bu durum tuhaf karşılanıyor muydu bilemiyorum. Orta ikinci sınıf süresi içerisinde tek bir kez bile din dersine girmemiştim. 12 Eylül darbesi kendisini iyiyden iyiye hissettirmeye başladığı zamanlar geldiğinde orta üçüncü sınıfa geçmiştim ve o yıl din derslerine girme zorunlu hale getirildi. Ve derken din dersine girmeyen o kadar öğrenci din dersine girmeye başladık. Birkaç hafta sonda “Allah” ın ilk harfini küçük harfle yazan bir arkadaşımızın din dersi öğretmeninden yediği dayağı hiç unutamam. Öğretmen tarafından feci bir şiddete maruz kalan bu öğrencinin düşmüş olduğu durum hepimize feci bir korku vermişti. Din derslerinde daha bir dikkatli olmaya çalışıyorduk. Ve diğer öğrencilerdende bir hayli geri bir noktadaydık. Yeri geliyordu öğretmen dalar ezberletiyordu, yeri geliyordu ezberlenen duaları sınıfta kural ve kaidesine göre öğrencilere okutturuyordu. Dua okumak şahsıma hiç denk gelmemişti ama, verilen dua ezberleme ödevlerinide aksatmadan yerine getiriyordum. Yaşamım boyunca dine karşı hiç sempatiyle yaklaşamadım. Pek tabiki aile etkisinin bu hususta önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Mahallemizdeki bir çok çocukluk arkadaşım yaz aylarında kuran kurslarına giderdi ve o yaz aylarının sıcağını o kurslarda geçirirlerdi, biz bu gibi şeylere ilgi göstermeyenler ise yaz aylarında keyfimizce oynar eğlenirdik. Fakat yıllar geçtikçe, olaylara daha bir serinkanlı bakar hale geldiğimi dönemlerde, “Ülkemizde neden din dersinin sadece sünn-i islama göre verildiğini?” sorgulamaya başlamıştım. Öyle ya bu ülkede sadece sünn-i’ler yaşamıyorduki. Aleviler de vardı. Ayrıca hıristiyanlarda bu ülkede yaşıyorlardı. Oysa tüm bu farklı dinsel ve mezhepsel kökenlere sahip yurttaşlara, sadece sünn-i isam inancı dayatılıyordu. Bunun adına da Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi adı veriliyordu. Din Kültürü dediğimizde pek tabiki dünya üzerinde var olan bütün dinlerin yapısını, nasıl yaşandığının tartışılmaya açılması gerekirken, bizdeki bu tuhaf uygulama, farklı din ve mezhepsel kökenden insanların tepkisine neden oluyordu. Bu durum devlet erki üzerine en ciddi sorgulanmaların yapılması gereken bir durumdur. Bu devlet erki, bu topraklarda yaşayan insanlardan neler istiyordu. Nasıl bir insan tipi yaratmaya çalışıyordu? Bu denli mantık süzgecinden geçme ihtimali dahi olmayan bir uygulamayı, bu denli keskin bir şekilde topluma dayatmaları, toplumsal çatışmalarının fitiline ateş atmakla eş anlam taşıyan bir durumdu.

Bir anlamda Türkiye’de, devletin farklılıklara yönelik bakış açısının da en yalın örneğiydi, din derslerinin sadece sünn-i islama göre verilmesi yönündeki çaba.

Din derslerinin zorunlu hale getirilmesini, hatta ve hatta okullarda din eğitiminin verilmesini son derece sakıncalı bulanlardanım. Din eğitimini aileler kendileri bir şekilde karşılamalı ve isteyen dilediği şekli ile çocuklarına din eğitimini aldırmalıdır. Zaten laiklik denen anlayışı da bir anlamda böyle bir şey olsa gerek.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..