Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ekim '10

 
Kategori
Siyaset
 

Cumhuriyet, Bizim Canımızı Ne Çok Yaktı

Cumhuriyet, Bizim Canımızı Ne Çok Yaktı
 

Koyu bir gece yarısı sonrasıydı İstanbul’a vardığımızda. Sivas’ın o kendisine has kıraç, verimsiz topraklarını bırakıp, o köy evi içerisinde sergilenmiş olan eşyalarımızı bir kamyonun arkasına koyup, doğduğum toprakları terk ettiğimizde ben henüz çocuk yaşataydım ve bir daha dolu dolu o toprakları görebilme şansına sahip olamadım. 1970’li yılların ilk yarısıydı İstanbul’la ilk tanıştığımda. İstanbul’un kenar kıyı semti diyebileceğimiz bir yerlerde ikâmet edecektik. Babam, ablam ve abim ailenin diğer fertlerinden önce İstanbul’a çalışma amaçlı gitmişlerdi ve sonrasında, tümü ile İstanbul diyarlarına yerleşmiştik. Pek tabiki insan, yerinden, yurdundan olunca ve bir başka yerde yaşamaya mahkum olunca, içinde tarifsiz bir burukluğun sızısını yaşıyor. Mutlu olmak mı? Sanmıyorum… Yerini yurdunu terke zorlanmış olan hangi insan mutlu olabilirki? Öyle ya, kimdi bizi yerimizden, yurdumuzdan terke zorlayanlar? Bir muhatap yoktu karşımızda. Yıllar geçtikten sonra, göç olgusunun bu toprakların en hazin trajedilerinden birisi olduğunu kavramıştım. Çalışmak için köylerini terk edip, büyük kent kıyılarına yerleşmek zorunda kalan milyonlar, ülkesini terketmek zorunda kalıp başka ülke topraklarında hayat sürdürmek zorunda kalmak, çok da kolay tarif edilebilecek trajediler değildir. Alışkanlıklarınızdan feragat etmek, bildiğiniz gündelik yaşantıyı bir çırpıda silip atmak ve yerine, yeni bir takım alışkanlıkları koymak yaşamın çok da kolay olmayan yanlarıydı. İşte ben ilk kez “Kızılıbaş” kelimesini, henüz İstanbul’a gelişimizin üzerinden çok geçmeden duymuştum. “Kızılbaş” kelimesinin ne olduğunu öyle bir içten içe merak etmiştimki, sonraki yıllarda bunun ne olduğunu, ne anlam içerdiğini fazlası ile öğrendim…

Erzurumlu, Alamancı diye adlandırılan bir ev sahibemiz vardı. Ekmek almak için dışarıya çıkan annemle tartışan bu ev sahibemiz, anneme ağzına geleni saymış ve bende bu durumu o çocuk gözlerimle izler olmuştum. Ve sonuna şu cümleyi koyduğunu, daha dün gibi hatırlıyorum; “Pis Kızılbaşlar”… Ve bu kelimeyi avazı çıktığı kadar bağırarak söyleyen ev sahibemizin, o andaki faveran hallerine bir anlam veremiyordum haliyle ve eve çıkan annemin gözünden düşen yaşlar, beni dahada bir hayrete düşürüyordu. Ne soracağımı bilmez bir yaştaydım. Ev ahalisinin, akşamları kendi aralarında yapmış oldukları konuşmalardan çıkardığım sonuç oyduki, o konutta artık kiracı olarak oturabilme şansımızın olmadığı yönündeydi. Ama ben halen o “Kızılbaş” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyordum ve kimseninde bana bunu açıklamaya niyeti yoktu. Ev ahalisi içerisindeki herkesin yüzünde somut bir mutsuzluk ifadesi vardı. Kısa bir zaman sonrasında o evden taşınmıştık. Yine aynı semt içerisinde, başka bir konuta atmıştık kendimizi. O ikinci konuta taşındıktan sonra bizlerin “Alevi” olduğunu ve yeni oturuduğumuz binanın tüm konutlarında oturanlarında “Alevi” olduğunu o zaman öğrenmiştim. Biz Alevilere, Kızılbaş derlermiş. Nedeni hakkında o yıllarda bir şey bilmiyordum ama sokağımızda yaşanan ev kavgalarında, çevre sakinlerinin bizlerin tümüne küfür savururken, cümlelerinin sonuna “Kızılbaşlar” kelimesini ilave etmeden geçmediklerinide çok iyi hatırlarım. İçeriksel anlamda ne olduğunu bilmediğim bu kavramların, üzerimizde ciddi bir baskı oluşturduğundan yana şüphem yoktu ve ister istemez bu baskı yoğunluğu, bu kavramları tarif etmeme neden oluyordu. Bizimde bir inanç anlayışımız vardı ve bu inanç anlayışımız toplumun genel çoğunluğu tarafından kabul görmüyor, kabul görmediği gibi, son derece iğreti yaftalamalara maruz kalıyordu. Ve bizlere, ev içerisinde en iyi öğretilen şeyin, Alevi olduğumuzu söylememek ve bu kimliğimizi toplum içerisinde saklı tutmak yönünde çaba göstermemiz gerektiği yönündeydi. Evet… Sürekli olarak bu kimliğimizi gizler bir vaziyette gardımızı alıyorduk ve bu şekilde büyüyorduk. Henüz daha ilkokulu yeni bitirmiş bir yaştaydık ve inanç anlayışımıza dair edinilen kimliğimizi, o yaşlarda saklama konusunda aile efradı içerisinde yoğun bir baskı ile karşılaşıyorduk. Aksi halde başımıza çok kötü şeylerin gelebileceğini, çevredeki diğer insanların şiddetinin üzerimizde olacağını sürekli olarak zihnimize kazıyorlardı. Zira, başımıza çok kötü şeylerin gelebileceği ihtimalini çok defa yaşamıştık. Her sokak kavgası sonrasında, karşı tarafın faveran bir şekilde “Pis Kızılbaşlar” diye bağırmaları, ortalığı inim inim inletmeleri bu kaygıyı güçlendiren nedenlerdendi. Bu sebepten dolayı haklı olduğumuza yüzde yüz inandığımız çatışmalarda dahi geri adım atıyor, olabilidiğince alttan alma yolunu tercih ediyorduk. Yeterki, biz haksız olalım ve şiddetli bir takım kavgaların ortaya çıkmasının önüne geçelim.

Yeni taşınmış olduğumuz o binada, en azından kendimizi yalnız hissetmiyorduk. Her aile Aleviydi ve en azından kendi içerimize kapanmış bir halde, o binanın çocukları olarak çeşitli oyunlarımızı oynuyorduk.

Ortaokula başladıktan sonra Alevi inanç anlayışını bir nebze olsun daha iyi kavramaya başlamıştım. Türkçe öğretmenimizin Ali Haydar ismindeki Malatya doğumlu olan bir arkadaşımıza Alevi olup olmadığını sorması, sınıfta, o anda buz gibi bir havanın oluşmasına neden olmuştu. Ali Haydar cevap vermek istememiş ve inanılmaz bir şekilde yüzünde ter boşalmıştı. Öğretmenin ısrarı üzerine Ali Haydar kafasını sallamış ve daha sonrasında bu öğretmenimizin Aleviler üzerine söylevlerini dinlemeye başlamıştık. Aleviler hakkında belkide ailemden daha çok bu öğretmenimizin sınıfta, Alevilik üzerine anlatmış olduklarından çok şey öğrenmiştim. Alevilerin yoğunlukta olduğu köylerde öğretmenlik yaparken, Alevilerden gördüğü desteklerden başlayıp, yaşam biçimlerine, inanç anlayışlarına yönelik çok detaylı şeyler anlatıyordu bu öğretmenimiz. Semahlardan bahsediyor, Cem törenlerini anlatıyordu ve özellikle Alevi inanç sisteminin hümanizmi merkezine oturtan içselliğinden bahislerde bulunuyordu. Ve her söylevinden sonra bu öğretmenimizin Alevilere yönelik hayranlık vurgusuna tanık oluyordum. Öyle ya, bir tarafta Alevilere yönelik hakaretetamiz lafları duyduktan sonra, Alevi olmayan birisinden, Alevilere dair olumlu şeyler duymak, sürekli olarak kimliğini gizlemek zorunda kalmış ben gibiler için bir içim su tadında oluyordu.

Sonraki yıllardada Alevi kimliğimi birçok ortamda saklamak zorunda kalmıştım. Her ne kadar kendimi bir dini inancın mensubu olarak görmemekle birlikte, kendimi ateist olarak tanımlamış olsamda, en nihayetinde ben Alevi bir ailenin çocuğuydum ve bu sebepten dolayı hem Alevi olduğumu, hem ateist olduğumu mümkün mertebe saklama ihtiyacı hissediyordum. Bu durumu Alevi olmayan bir insanın yalın bir şekilde hissedebilmesi çok güçtür. Alevilerin, üzerinde var olan kimliğini gizleme yönündeki baskının, son derece dram yüklü sonuçları olduğunu düşünüyorum. Yaşım kemale erdiğinde ve siyasal kimliğim yerli yerine oturma sürecine girdiği dönemden itibaren, insana bakış açımda yerli yerine oturuyordu. Etnik kökenlerin baskı altında tutulması, mezhepsel kökenlerin baskı altına alınıp, kendisini ifade edebilmesinin engellenmesi, dinsel inanç anlayışlarının ha keza baskılanması sonrasında, aslında bu durumun mevcut rejimin kodları ile alakalı olduğunu anlamıştım. Zira mevcut rejimin varlık nedenlerinin, insanları ayrıştırmak üzerine kurulu olduğu ve bu ayrıştırmayı yaparken, bu ayrı kimlikleri baskılamayı ihmal etmediğide gözümüze batarcasına kendisini gösteriyordu. Tek millet, tek bayrak, tek dil, tek din, tek mezhep gibi temel argümanlar üzerinden şekillenen cumhuriyet tarihinde, Alevilerin nasıl dışlandığını ve yok sayıldığını anlamak için bu temel argümanlardan hareketle sadece Diyanet İşleri Başkanlığının durumuna bile bakmak yeterli oluyor. Alevilerin yok sayıldığına dair en temel göstergenin, Diyanette temsil edilemiyor oluşları, rejimin kodları ile alakalı olan somut bir durumdur. Zira Aleviler, o çok sahiplendikleri cumhuriyet ve laiklik argümanlarının eşliğinde, somut bir şekilde sünnileştirildiklerinin halen farkında olamadılar. Oysa rejim, Alevileri Sünnileştirebilmek için olanca gücünü harcıyordu. Okullarda sadece sünni islama yönelik din derslerinin bile okutuluyor olması, rejimi tanımak için son derece yeterli bir göstergedir. Nasılki Kürtlerin Müslüman olmalarından hareketle, yıllar içerisinde asimile edilerek Türkleştirilmeye çalışılması rejimin temel bir çizgisi ise, Alevilerinde, süreç içerisinde Sünnileştirilmesinin birçok somut göstergelerini, rejimin kodlarında yakalayabiliriz.

Alevilerin bu rejimi, yani resmi ideolojiyi aslında son derece yoğun bir şekilde benimsediklerini, Alevi örgütlerinin yapmış oldukları her açıklamada görmekteyiz. Oysa sahiplenme çabası içerisinde oldukları rejimin, resmi ideolojinin kendilerini dışladıklarının farkında olmayan Alevi çevrelerinin, kendilerini dışlayanların, o anki siyasal iktidar olduğu kanaatine sahip olmaları, bu rejimin neyin üzerine ve ne şekilde inşaa edildiğinin bilincinde olmamalarından kaynaklanıyor. Alevilerin laikliğe sıkı sıkıya sarılmış olmalarına rağmen, sarıldıkları laikliğin, resmi ideoloji tarafından belirleniş bir laiklik olması ve evrensel laiklikle uzak yakın bir ilişkisinin bulunmadığını anlamaları için, evrensel laikliğin ne olduğuna dair kafa yormaları gerekmektedir. Pek tabiki Alevilerin bu duruma çok da fazla kafa yormadıkları ortada. Ve Alevilerin, rejime kökten bağlı oluşları ve resmi ideolojiyi içselleştirmiş olmalarından dolayı, bu gün kendilerini yok sayan statükodan yana tavır almış olmaları manidardır.

Dersim olaylarını yaşamış olan annem için, Dersim’de kitle imhasını gerçekleştiren kişinin Celal Bayar ve Fevzi Çakmak olduğu yönündeydi. Zaman zaman evimizde bu hadise üzerine bir tartışma açılsa annem Celal Bayar’a beddualarda bulunurdu. Sonraki yıllarda, ülkeyi biraz daha kavrama çabasında olan ben, Dersim’de yaşanan kitle imhasının emrinin direkt olarak Mustafa Kemal’den çıktığını söylediğimde, annemin bana ciddi anlamda tepki gösterdiğini hatırlıyorum. Zira annem ve babam, son derece koyu birere Kemalistti ve Mustafa Kemal’e hayran olan kişiliklerdi. Ne varki Dersim hadisesi hususunda, geçtiğimiz yıl CHP’li Onur Öymen’in söyledikleri, zamanında benim, annem ve babama söylediklerimi doğruluyordu. Sonraki yıllardada yaşanan birçok olayda, devletin gizli ellerini birçok olayın içerisinde sezinleyebiliyorduk. Örneğin; Maraş olaylarında yaşanan o vahim trajediye, devlet sadece seyirci kalmıştı. 1980 öncesi yaşanan Sivas olaylarında ha keza devlet yaşanan katliamı sadece seyretmiş ve suçlular hakkında tek bir tane dahi ciddi bir soruşturma başlatmamıştı. Çorum’da, Amasya’da, Malatya’da yaşanan onca katliamların üstü bir bir örtülmüştü. En son Sivas Madımak katliamı ve Gazi Mahallesi katliamı ile birlikte, devletin bu hususlara nasıl yaklaştığını alenen gördük. Bunca yaşanan katliam ve dramlara rağmen ve koca bir cumhuriyet tarihi boyunca kimliklerini dahi saklamak zorunda bırakılan Alevilerin, bu rejime, bu denli sıkı sıkıya ve sadakatle bağlı olmalarının altında yatan sosyolojik olgunun neler olduğu derinden derine araştırılması gereken bir durumdur. Rejim öyle bir Alevi imajını toplumun diğer sosyal gruplarının zihinsel arka planına yerleştirmişki, Alevilerin kendilerine vurulan o iğreti yaftalamara karşın, ne denli hassas olduklarını dahi kimi insanlar yeterli ölçüde kavrama ihtiyacı bile duymuyor. Bu hassas konularda yaptıkları sululukların nasıl infialler yarattığı ortada değil mi?

1990’lı yılların başında Güner Ümit isimli televizyon programcısının etmiş olduğu laf sonrasında, Alevilerin infiale dönüşen eylemlerini hatırlarsınız. Annem o eylemlere kendisini götürmem yönünde şahsıma bir dolu baskı yapmıştı ama bu baskısında muvaffak olamamıştı. Aynı davranış biçimini Şevket Kazan, “Sürekli aydınlık için, bir dakika karanlık” eyleminde ortaya koymuştu. Şevket Kazan’ın tavrı Alevi çevrelerinde tepki ile karşılanmış olsada, Şevket Kazan ismi, sürpriz bir isim değildi ve Alevileri yüreklerinden dağlamamıştı. Ama son olarak Mehmet Ali Erbil’in dilinden çıkanlar, Alevi çevrelerinin yüreğini bir kez daha derinden dağlamıştır. Zira aynı Alevi çevreleri, AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’a saydıran Mehmet Ali Erbil’i göklere çıkarıyor ve bu saydırmalarını ultra paylaşım sitelerinde paylaşıma açıyorlardı. Oysa Mehmet Ali Erbil ve türevlerinin, bu rejime sıkı sıkıya bağlı olduklarını düşünürsek, zihinsel arka planlarına yerleştirmiş oldukları Alevi imajının da ne olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Alevilerin bence her zamankinden daha bir dikkatle rejimi takiplerine almaları gerekiyor ve resmi tarihin yalan dolu nakaratlarını bir kenara koyarak, rejimin kodlarını kavramaya çalışmaları gerekiyor.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..