Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Kasım '10

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Geleceğe bırakılan iz; "Anı yazmak"

Geleceğe bırakılan iz; "Anı yazmak"
 

Görsel:ayrilikveask.com


'Anı'nın eski karşılığı 'hatıra'dır. Edebî bir tür olarak anı, bir kişinin aklının erdiği dönemden itibaren görüp yaşadığı, kendisi ve toplum için önemli bulduğu olayları ve durumları belli bir sistem içinde yazıya döktüğü, genellikle otobiyografik yanı ağır basan metinlerdir.

İnsanlığa ve topluma katkısı bulunan, dolu dolu yaşayan kişilerin anılarını, öz yaşamlarının imbikten geçirilerek damıtılmış ve satırlara dökülmüş halini okumayı seviyorum. Onlardan çok şey öğreniyorum. Ama yazma konusu biraz zor gibi. Bense bloglarımda satır ve dize aralarına yedirerek yapmaya çalışıyorum bu işi biraz... Bu nedenle konu üzerinde epeydir düşünüyordum. Bu düşüncelerimi de sizlerle paylaşmak istedim.

Neler mi düşündüm?

Kişinin 'anı' larını yazması 'ân' ı yazmaktan önemli bir ölçüde farklıdır. 'An' ı yazmak (günce tutmak) kanımca hem geçmişten hem de gelecekten kopuk, uçup gitmeye tutsak, fani bir zaman zerreciğini kalıcı kılma amacı güder. O nedenledir ki daha öznel, derin, içten ve ruhun derinliklerinden kopup gelen anlık duygu ve düşünceler hakimdir. Oysa 'anı yazmak', zaman zerreciğinden çok daha uzun, kişinin yaşına göre değişen bir süreci içerir. Anlamlı bir geçmişi içerir ve geleceğe de göz kırpar. Kişinin yaşamında iz bırakmış olan olayları objektif bir şekilde ve anlatım açısından da kurgusal nitelikte ortaya koyan yazılardır. Bir başka tanımlamayla "ân"ı yazmak, derin bir göle düşen yağmur damlalarıysa 'anı yazmak' o derin gölün kendisini resmetmek gibidir.

Daha da geniş bir anlamda "anı yazmak ölümün elinden bir şey kurtarmaktır "(*). Bu kurtarışın bence iki yönü vardır. Kişi anılarını yazdığına göre henüz sağdır, hayattadır. Burada, gerçek ölümü, yaşarken unutulmak olarak düşünen, hatırlanmak, eski ağırlığını -buruk bir tat ile de olsa- tekrar hissettirmek isteyen bir yan egemendir. Bu işin ikinci yönü ise, iz bırakmakla, gerçek fiziki ölüm gerçekleştiğinde gelecek nesillere bırakılmak istenen deneyim birikimi ile ilgilidir.

Anılar bu sayede kapı eşiğimizde nöbet tutan belli-belirsiz ayak sesleri olmaktan kurtulur hanelerimizin içinde sohbeti hoş, bilgi ve görgüsü bol misafirlere dönüşürler.

Yaşam denilen, süresi herkes için değişen sınırlı sürecin sonuna doğru yaklaşıldığı hissedildiğinde; hemen her bireyin bu süreç boyunca karşılaştığı acı, tatlı, övünç ya da utanç verici "anıları" ile hesaplaşmak isteyen yanı şaha kalkarak bireyin karşısına dikilir. Kişi, içindeki bu güçlü şahlanışı ancak anılarını yazarak bastırabileceğini düşünür.

Akla gelen diğer bir husus, "yaşam arşivi"nin değerlendirilmesi isteği olabilir. Bazı insanların da, toplumlar, kurumlar ve hatta devletler gibi yaşam boyunca ellerinde birikenlerinden (Mektuplar, belgeler,resimler vb.) oluşan, irili, ufaklı kişisel arşivleri vardır. Bu aynı zamanda o kişinin "yazılı belleği"dir. Hatta buna kişinin "kendi tarihi" de diyebiliriz. Anılarını yazan bir kişi aslında kişisel tarihini kayda geçirme uğraşısı verir. Bu yazılı belleğin, bu kişisel tarihin dışarıya açılıp paylaşmak istenilen kısmı vardır. Bir de -herşeye rağmen- saklı tutulmak istenilen bölümleri olabilir. Paslı çivilerle ahşap sandıklara kapatılarak sonsuzluğa intikal edecek çeyizler gibi...

Kanımca ideali kısa etek giyer gibi yazmak olsa gerek; dikkati çekebilecek fakat mahremi de örtebilecek bir kısalıkta...

Bir de "hoş sadâ" yanı vardır anıların. Sosyal ve mesleki çevrelerimiz, dost, tanıdık ve yakınlarımız nezdinde şair Baki'nin deyimiyle "bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ" olabilmek...

Bunun yanısıra, aynı çevre nezdinde verilen "sınav yönü" de vardır anıların. Yazılı bir sınav... Yaşanmış bir tez'in savunması... Keza, sözlü olan, zihinlere hapsolan uçar gider!

Okuyucu açısından en değerli yanı ise, bazı deneyimleri bedel ödemeden edinebilmektir.

Temel kurallar,

"Hoş sadâ"nın gerçekten hoş bir sadâ, yazılı sınavın da başarılı olabilmesi için öncelikle aşağıda yeralan üç temel kurala uyulması gerekir (**).

-Yazıldığı yayımlandığı dönemde, içinde adı geçen kişilerin bir bölümü artık yaşamadıkları için -eğer tarih, toplum ve insanlık önünde fahiş hataları yoksa- onları yargılamaktan ve infazdan kaçınılmalı,

-Yaşayanların düzeltme ve yorum hakkını tanımalı,

-Okuyanların kişisel görüş ve değerlendirmelerine de saygılı olunmalı.

Ben Sn.Prof.Güvenç'in öngördüğü bu üç kurala iki kural daha eklemek isterim:

Birincisi okuyucu açısından; geleceğe ışık tutma ve tarihçilere yardımcı olmak açısından ortaya konacak böyle bir yapıt, kaynakları ölçüsünde değer kazanır. Ancak, bu kaynakların "kim"ler tarafından nakledildiği, günümüze kadar nasıl geldiği, değişime uğrama olasılıklarının oranlarını bilmek ve incelemek gerekir. Fakat, bu kaynakları yine de bir önyargı olmadan olduğu gibi almak gerekir denirse de, o zaman metinlerin, söylenenlerin doğru olup olmadıklarını anlamak için, aklın temeli olan "çelişmezlik ilkesi" ne başvurulmalı. Çelişenler tereddütsüz dışlanmalı ve hatta reddedilmeli. Doğa ya da gerçeğe benzerliği yasalarıyla zıtlaşan herşey, yazarların sayısı ve ünü ne olursa olsun kabul edilmemeli. Bunların geçersizliği gündeme gelmelidir.

İkincisi ise yine yazar açısından; kişiler, olaylar ve kurumlar hakkında, tarihe karşı olan sorumluluk gereği zorunlu hallerde "oymacılık" yapılacaksa bunun ince bir sanat olduğu, oyulacak yerlerin asla kesilmemesi gerektiği asla unutulmamalıdır.

Ardından da sunuş gelir. Hoş, zarif ve latif olmalı derim.

Herkese hoş, zarif ve latif anılara beşiklik edecek güzel bir bayram dileğiyle...

İ.Ersin KABAOĞLU,

3/11/2010,Ankara

Not:

(*) Bu söz, Nobel Edebiyat ödülü sahibi, ünlü Fransız yazar Andre Gide'e aittir.

(**) Bozkurt Güvenç, "Anılarlardan Sayfalar", T.İş Bankası Kültür Yayınları.Edebiyat Dizisi:363.s.7.

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..