Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Eylül '11

 
Kategori
Anılar
 

Gülçin teyze.

Gülçin teyze.
 

Heybeliada


Sevdiği yerlerden ya da dostlarından, arkadaşlarından uzağa düşünce geçmişi hep iyi olarak anmak, insanın doğasında vardır. O anları, insanları hafızamızın kuş tüylerinde saklarız ufacıcık bir parçalarına bile zarar gelmesinden korkarak.


İsteriz ki biz dünyaları gezelim, yeni insanlarla tanışalım ama o giderken ardımızda bıraktığımız insanlar ve yerler hep ama hep aynı kalsınlar, asırlar bile geçse hiç değişmesinler.


Bırakıp gittiğimiz yerlere ait anılarımıza ' ana kucağı ' muamelesi yapmayı ne kadar da çok severiz. Her başımız sıkıştığında, hayattan nefes alamaz olduğumuzda başımızı koyup rahatlarız, geçmişimizdeki güzel insanlar ve anlardan oluşan hatıralarımıza.

Bir gün eğer olur da canımız sıkılırsa, hani tadımızı kaçırırsa olaylar ya da insanlar; dönelim bir acı kahvesini içelim sahildeki çay bahçesinin, sokaklarında gezelim kaygısızca, eski dostlarla her köşe başında sohbetler edelim isteriz. Aradan geçen onca yıla karşın o dönüşümüzde ne yabancılık çekelim sokaklarında ne de sanki sadece kısa bir süre önce bakkala ekmek almaya gidip gelmek süresinde ayrı kalmışcasına devam edebilelim canlarla bıraktığımız yerden muhabbete diye umarız hep.


Kendimizde zaman içinde gerçekleşen değişimleri kabul etmediğimiz gibi ayrıca bir de üstüne üstlük anılarımıza da şahinin yavrusunu sahiplendiği gibi kol kanat gererek söz getirmeyiz.

Halbuki biz kabul etsek de etmesek de aslında o kadar çok şey değişmiştir ki ama bir türlü inanasımız, kabul edesimiz gelmez.

Rusya'da yaşamaya başladığım ilk zamanlarda Türkiye'ye daha sık ve uzun süreli olarak gidiyordum ancak daha sonradan bu gidişler peyderpey daha kısa ve özellikle de tatile giden turist moduna dönüşmeye başlıyor; ziyaretlerimin ilk günlerindeki o 'toprağı öpme hali' de, günlük hayatın içerisine dalınca ''Yahu bu kadar mı bozuldu ülkemiz, insanımız?'' sorusunu kendi kendime sıklıkla sorduğum ruh haliyle yer değiştiriyordu.

Gurbetliğin ilk zamanlarında, anılarımdan da güç alıp, her kıyaslamada Türkiye'nin ve insanımızın, Rusya'ya ve Ruslara üstünlüğünü ısrar ve inatla savunmaya çalışırken, zaman içinde gelişen olaylar bende ülkem ve insanlarının beni sanki bilinçli olarak cephede silahsız bırakmaya, tartışmalarda haksız çıkartmaya çalıştıkları hissini uyandırıyordu.


Sonraları tatilci ruhuyla kısa nokta atışlar şeklindeki geliş gidişlerim başlayınca, ülkemde yaşanan bu değişimler yüreğimi sanki daha az acıtır olmaya başlamışlardı. Kendi kendime ''Kaan kafa dinlemeye kısa bir süre için geldin, değer mi şimdi dert edinmeye?'' diye tekrar ediyor ve bu duyarsızlaşma sürecimde de sanki artık benim değil de başka insanların bilinçsiz, şuursuz kalabalıkların ülkesiymiş gibi, bir süre sonra da olana bitene aldırmıyordum . Bir yerde günümüzdeki gençlerin deyimiyle de ''Çok da fifi'' durumu yani.


Adaya ilk geldiğimizde henüz lojman da çıkmadığı için bizimkiler kısa bir süre için üç katlı bir evin yüksek giriş katında daire kiralamak zorunda kalmışlardı. Binanın en üst katında da Emekli Deniz Albay Haluk amca, eşi Gülçin teyze, oğulları Hasan abi, kızları Leyla abla ve ben yaşlardaki en ufak oğulları Mert yaşıyorlardı.

Gülçin teyze ada aşığı bir kadındı, annem haftanın beş günü sabahın köründe kalkıp gece yarılarına kadar yollarda da saatlerce zaman harcayıp Beykoz'a öğretmenlik yapmaya gidip geldiği için, benim okul çıkışında eve kurt gibi acıkarak gelen bir çocuk olarak ayrıca bir çok gün Gülçin teyzelerde yemek yemişliğim de vardır anılarımın arasında.


Gülçin teyze, İstanbul'a günübirlik inmeyi bile çok nadir olarak isterdi. Ada onun vazgeçilmezi idi, uzun süreli ayrı kalmaya pek dayanamazdı. İşte o yüzden yıllar sonra adadaki evlerinin kapısına kilidi vurup artık yaz-kış yaşamak üzere Bodrum'a gittiklerini duyunca ne kadar da çok şaşırdığımı hala hatırlıyorum.

En son geçen yaz Bodrum'daki evlerinde ziyaretlerine gitmiştim annem ve babamla beraber.

Gülçin teyze alzaymer olmuş, hafızası bir gidiyor bir geliyordu. Ben de babam da, adayı ve adadaki evlerini ne kadar çok sevdiğini bildiğimiz için sözü dönüp dolaştırıp Heybeli'ye getiriyorduk. Ben, ''Gülçin teyze, sizin evin karşısındaki bahçenin içinde eski bir köşk vardı ya, hani Rum madamlar otururlardı, iki kızkardeş...'' sonra da babam ''Gülçin abla, hani sen sizin evin balkonundan Büyükada'dan kalkan vapuru görür de bağırırdın ya, Hasaaaan gene kaçıracaksın vapuru, geç kalıyorsun'' diye.

Anlatınca bir an sanki hatırlar gibi oluyor, gözleri ya parlıyor ya da bize öyle geliyor ama dudaklarının kenarları mutlaka yukarı doğru kıvrılıyor, hafif bir tebessüm havası yüzünden bir meltem rüzgarı gibi gelip geçiyordu. Ne yazık ki bu mutluluk da diğer tüm güzellikler gibi kısa süreli oluyor ve ardından tekrardan dalıp gidiyor ve boşluğa bakan gözleri de hüzünle doluyordu.

Adada güzel günler geçirmişti ancak sonraları zamanla eski komşuları ya teker teker ölüp göçmeye başlamışlardı bu dünyadan ya da başka evlere, şehirlere, ülkelere gitmişlerdi. Komşuları bir bir göçerlerken onun da içinde derin göçükler olmaya başlamıştı bile, durduramadığı, engelleyemediği bir şekilde.Oğulları ve kızı da büyüdüler, evlendiler, sonra onlar da şehirdeki yeni evlerine göçtüler.  Karşılarındaki evin yeni sahipleri bir kat daha çıktılar binalarına, artık Büyükada'dan kalkan vapuru göremez oldu, hoş görse de artık ''Hasaaaan'' diye bağırıp aceleyle uğurlayacağı oğlu da yanında değildi zaten.

Ada o eski adası değildi Gülçin teyzenin. Sonra o da göçmeye karar vererek gitti Bodrum'a yerleşti. Bir süre anılarında yaşattı genç kızlık sevgilisini. Arada bir de olsa evine bakmaya gittiğinde hep yüreğine saplanmış bıçaklarla döndü Bodrum'a. Uzun zaman önce zaten her şey değişmişti adada ve hala da değişmeye devam ediyordu ama kimin umurundaydı artık değişen onun adası değildi nasıl olsa.

Adaya en son gidişinde belki de hissetmişti artık tüm bu olanlara dayanamayacağına . Çok zorladı kendisini, yüreğini yakan değişimi görmemek, duymamak için. Yine bir gün gözlerini kapadığında o eski günleri anımsadı, elleriyle de kulaklarını kapadı ama martı seslerini duymaya devam ediyordu, yosun kokusunu ise zaten hiç unutmamış, unutamamıştı.


Alzaymer sanırım 'değişimi kabullenemeyen' ama artık yapacak da bir şeyi kalmayan duygusal insanların kendilerini kandırmaya çalışmalarının son anında ortaya çıkan bir hastalık. Ya da belki de 'kurtuluş'un ta kendisi...
                                       
                                                   ***

Bir gün sabah yine yatağından kalkmış; ''Susadım'' dedikten sonra  kendisine verilen suyu kana kana içmiş ve ''Annem beni çağırıyor, ben gidiyorum'' diyerek gözlerini kapayıp o da 'göçenler'in arasına karışmış. Tıpkı ana kucağında başlayıp, doğanın kucağına dönüş ile son bulan diğer hayatlar gibi...

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..