Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ekim '07

 
Kategori
Eğitim
 

Hakkari dedikleri

EĞİTİMLE İLGİLİ ROMANLAR/ANILAR (45)

HAKKARİ DEDİKLERİ

Yazarı: Selahattin Şimşek

BOŞ OVALAR

Giderken:

Bir tünelden çıkıp bir tünele giriyor tren. Bir de yakıcı sıcak var ki... Biteceği yok bu tünellerin. Kurtulamadık şu dağlardan. Tren değil, dağlar yürüyor. Bizimle doğuya koşuyor. Dağlar sonsuza gidiyor.

Kalkıp dolaşıyorum kompartımanları. Bir tanıdık yüz arıyorum. Ne gezer. Birinci, ikinci mevki boş. Birinci, ikinci mevki yolcuları gitmiyor doğuya. Üçüncü mevkide tek tük yolcu var. Dökmüş yollara tren. Kalanlar; askerler, asker urbalılar, kara çarşaflılar, İstanbul’a davar götürmekten dönen keçeli çobanlar.

Hep dağ, ekilmemiş topraklar, bu topraklarda yazın yeşerip güzün sararan otlar... Uzayan yollar... Teğet geçmiş asırlar buralardan, teğet... Ovayı kamyonla bitiriyoruz. Şoförümüz askerlikte elde etmiş şoförlüğü. “Bu yollarda böyle mi sürülür şoför?” Kamyonun tekerlekleri dönmüyor da sanki sekerek gidiyor.

Yol, daha çok dereleri kovalıyor. Derelerin iki yanında, özellikle düzlük yerlerde kara çadırlar görüyoruz. “Zoma” diyorlar. Kamyon bir yokuşa tırmanıyor. Birinci viteste, ağır ağır çıkıyoruz. Biteceği yok yokuşun. Türkiye’de yol olarak buradan daha yükseği yokmuş. İnsana koyan, buranın uzaklığı değil, bir çıkmaz sokak oluşudur.

ALIŞMAK

Gelenler sessizce gelirler. Kimse görmez, kimse duymaz. Umursamaz kimse. Gelen rahatsızdır ilk günlerde. Alışmak güç gelir bu havaya. Gelmeden buralar başka türlü tasarlanmıştır. Bulduklarıysa başka çıkmıştır. Bir yangeldimcilik, bir boşvermişlik olanca erkiyle üstüne üstüne yürür.

Tek başına ne dese, ne etse boşlukta asılı kalır. Belki de adı deliye çıkar. Tası tarağı toplayıp geri dönenler de var. Var ama, herkes yapamıyor bunu. Kaçamıyor kimisi.

Bir öğlede, bir akşamda insan kusar bu büyük yapı. Çıkanların gideceği yer belli. Askeriyenin gazinosunda alırlar soluğu. Her gün söylenen söz tekrarlanır ağızlarda: “Şurası da olmasa halimiz duman.” Gazinoya oturunca bir elli ikilik kağıt istenir. İlkin bir parti oyun. Boş zaman bitmemiştir. Ardından, fal açar bulunanlar. Fal bilmeyen yok gibi. “Napolyon falı... Hitler falı...”diye çeşitleri de var. Boşuna bakılmaz fala: “Tayinim çıkacak mı, çıkmayacak mı?” Falı çıkanlar sevinir, müjdeler verir öteki masalara. “Gözün aydın”lar gelir karşılığında. Falı çıkmayanlar üzgün.

Şu dağın ardında bir dağ daha var. Dağların arasında 3-5 evli köyler. Bu toprak damlı evlerde her birinin ayrı öyküsü olan köylüler. Dağların bozluğu sinmiş yüzlerine.

Köylerde oranın en zenginine konuk oluyoruz. Karanlık odalara alınıyoruz. Karanlığa alışıncaya kadar kimseyi göremiyoruz. Köylüler çok konuksever... Alıştık her köyde aynı yemeklere: Pirinç pilavı, otlu peynir. Çay, yemekten hemen sonra içiliyor.

YOLLAR KAPANDI KARDAN

Ne yana baksan ak. Kapılar açılmaz olmuş. Kar, pencerelerin yarı belinde. Artık günleri saymıyoruz. Takvime bakmıyoruz. Günler de ne ki? Biz, uzun bir güne girmiştik. Gündüzleri, gecelerden farksız. Geceler, gündüz gibi ak. Bu gecenin sabahıdır beklenen. Bir sabah bekleyenlerin topluluğuydu bir toprak damın önünde görülen. P.T.T yazılı bu kara yapıya yaklaşıyorum. Her yeni katılan “Gelmiş mi?” diye soruyor. Kalabalıktan biri, ileride bir söğüde bağlanmış, boğazı çanlı iki katırı göstererek, “Evet” diyor. Bunlar, günlerdir yolları gözlenen, posta katırlarıdır.

Neden sonra kapıdan, pencereden mektuplar uzatılmaya başlanıyor. Alan kaçıyor. Bana da, iki mektup ile üç gazete çıkıyor. Gazetenin birini açarak yürüyorum. Tarihine bakıyorum, tam kırk günlük gazete. Gene de bana yenidir.

Kışın yollar kapalı. Kapalı oluşu salt yağan kardan olsa. “Şapa tehlikesi” diyorlar. Dağların sarplığında tutunamayan kar kütleleri büyüyerek düşüyorlar boşluğa. Dağ gibi yürüyorlar. Bir de gök gürlemesi gibi gürültü çıkarıyorlar ki ürkünç... Bir köy öğretmenine “Yine gelirim” demiştim de, hiçbir şey söylemeden sadece gülümsemişti. Meğer onun bu tavrı, şapa tehlikesindenmiş.

MEMLEKETEN İKİNCİ SAHİPLERİ

Az sonra köy evleri görünüyor. Oldukça dağınık beş altı ev. Bu toprağa gömülü kara yapılardan salt ince birer duman yükseliyor. En baştaki evin önünde duruyorum. Bir kadın var önünde. Ürkekçe baktıktan sonra, arkasını dönüp oracığa çömeliyor. Biliyor köye konuk gelmiş bir yaban olduğumu. Anlamadığım bir dille içeriye sesleniyor. On-oniki yaşlarında düşündüğüm bir erkek çocuk çıkıyor içeriden. O da durup yüzüme dik dik bakıyor. Sonra bakışları yumuşuyor. Gülümseyerek yanıma sokuluyor. “Buyur” diyor, Abdullah Ağa’nın odasına. “Bu yaştaki çocuktan, bu denli bir konuşma duymam, köyün üstünden bir kara bulut koğuyor. Işıtıyor sanki önümü. Bu yaştaki çocuklar, geleceğin iyi günlerini muştuluyor. Yürürken, yanında bayrak direği olan küçük bir kara yapı gösteriyor ve “okulumuz” diyor. Belli ki okullu bu çocuk da. Eğitmen, bir göz odasını ikiye bölerek, yarısını okul yapmış köylüye. Buradan ışık tutuyormuş köye. Bir cam getirip takmış penceresine... Atatürk’ün resmini asmış içine... Bir Türk Bayrağı çekmiş önüne... Ve birkaç çocuğa Türkçe konuşmasını... Çok büyük işler yapmış eğitmen yarının Türkiye’sine...

Abdullah Ağa’nın evine götürülüyoruz. Eşiğin içine atlayıp bekliyorum. Az mı bekledim, çok mu bekledim, bilmiyorum. Neden sonra karanlığa alışıyorum ve içeridekileri seçmeye başlıyorum. Ortada rasgele bir yatak... İçinde yatanın gözlerini görüyorum ilkin. Gözleri çıra gibi. Bıyıkları yeni terlemeye başlamış bir genç. Gözgöze gelince, bütün utangaçlığını üstüne alıp, iki elleri üstüne yekiniyor. Doğrulamıyor. Bir daha yekiniyor. Yüzünde derin acı duyanlara özgü bir çizgi yanıp sönüyor. Bu kez, serilircesine yatağına düşüyor. Hasta olduğu belli. Öyleyken, konuğuna saygıda kusur etmemiş olmak için ayağa kalkmaya çalışıyor. “Kalkma” diyorum ve elimle omuzlarına bastırıyorum. Geniş omuzları daha bir daralıyor. Başını iki omuzu arasına iyice indiriyor. Yüzünü öne eğip, küçülüyor yatağının içinde. Öylece kalıyor bir zaman. Sonra başını doğrultup, bir şeyler diyor, kapının orada dikili duran okullu çocuğa. Çeviriyor çocuk söylenenleri: “Ayıp oldu” diyormuş. “Aksilik, babam da yok... Allah’tan geldi... Off!”.

Yüzünü daha da ekşitiyor. Bacaklarını yorganın altında kıpırdatıyor. İki elini yastıktan aşırıp, toprağa dayıyor. Kalın, kıllı kolları, toprağa saplanmış iki ok gibi duruyor... Başını sol omzuna deviriyor. Bakışlarındaki anlamı çözmek güçleşiyor. Biraz acı, biraz tatlı, biraz da korku karışımı bir şey... Başıyla beni gösterip, bir şeyler daha söylüyor. Salt “derman” sözcüğünü anlıyorum söylenenlerden. Biliyorum, “ilac”a derman dediklerini.

“Ne var?” diyorum, çocuğa. Çocuk, daha iyi anlatabilmek için yanımıza doğru yaklaşıyor. Yatağın ayak ucuna, Ettahiyyatü’ye oturur gibi oturuyor. Hastaya eliyle dokunarak, “Bugün oldu” diyor. Ben de yaklaşıyorum. Sabırsızlanıyor, bir an önce öğrenmek istiyorum. Bir daha “Ne var?” diyorum. Devam ediyor, okullu çocuk:

-Bugün sabah oldu. Oduna gitti a oraya. Yakın. Bir bu, bir de Colu’nun oğlu Hişman. Ayı bunu tuttu, boğdu. Hişman kaçtı...”

-Ayı boğdu?

-Ayı boğdu...

-İyi ki öldürmedi.

-Öldürmeez. Ayı beyle yapar, öldürmez.

-E ne yaptınız ya?

Gene bir şeyler soruyor yatana ve sonra yanıtlıyor:

-Hiç!...

-Olur mu hiç?

-Yoktur ki... Bizim eğitmende varmış ya, o da tükenmiş. Şişesine eğitmenimiz mürekkep yaptı.

-Yoksa getirtin.

-Yollar kapandı gayri... Şimdi Urmiye’ye nasıl gidilir?

-Başka yerden?

-Nereden gelir, öğretmenim?

Son sözü beni derinimden vuruyor... Çocuklardan da hiçbir şey gizlenmiyor. Oysa ben, kendimden hiç söz etmemiştim. Deminden beri deminden beri süzüşünden bunu çıkarıyor çocuk. Hele, “öğretmenim” deyişini bir görme. Gözleri süzülüyor; dudakları, ağzı daha bir küçülüyor. Bilisizlerin açlığını sunuyor bu sözcükte. Bu köyün karanlığında, bu yavruların öğretmeni olmak, bunları elinden tutup gün ışığına çıkarmak, gerçekten emeklerin en ölmezini, hizmetlerin en Tanrıcası’nı işlemek, bir küçük şişe tentürdiyotun bile köye ne denli yaradığını yadsımayan ruhların yarattığı destanların doruğuna bağdaş kurmak, bir doktor Schweltzer olmak, bir Kubilay Öğretmen olmak... Demek olacağını işte bu çocuğun tatlı, dost yüzünden okuyorum. Bu bakışlar, hastanın iniltisinden de gelebilecek erkteydi. Güçsüz yanımı her kişi gibi saklayarak yatağa dönüyorum. Hasta tam bir teslimiyet içinde. Yorganı birlikte kaldırıyoruz. Yorgan açılır açılmaz... Kokunun kaynağı, demek... Bir kişi idare lambasını tutuyor. İyice eğiliyorum. Yaralar, bir beş değil... Her tarafı dişlemiş ayı. Bazısından hala kanlar sızıyor. Sanki onlar da “derman” diyorlar. “Derman” yok. İşte en büyük iç ağrısı şimdi başlıyor. Çantamı arıyorum ama yok buna yarayacak “derman”. Kitap dolu çantam. Neye yarar? Kitapları atmak geçiyor içimden... Ve daha neler: “Bundan böyle kitap değil, ilaç dolduracağım çantama... Köylere ilaç götüreceğim. Öğretmen, Eğitmen, Haso, Hüso, Celo... Anam, babam... Çocuklarım... Nereniz ağrıyor? Getir çantamı katırcı arkadaşım. Kaynat şu enjektörü... Al sana Aspirin, al sana Kinin... Senin gözüne damla, bacı... Ayı boğmuşlara...” Uyanık düş, ama ne tatlı...

Onlar gibi, Allah’tan sağlık dileyip, iki de kuru öğütten sonra, kanlı yorganı üstüne örtüyoruz..

Bir köşeye de benim için bir yatak seriyorlar. İniltileri dinlerken uykuya varmışım. Düşümde ayılar boğuyor beni.

Köylerde su çıkan ama boş olan araziler var. Bunun nedeni, domuzların veya ayıların mahsulü yemesi.

BU NASIL BİR KARŞI ÇIKAMAMA

Bir köyde okulun önünde durup insanları gözlemliyorum. Bir genç kürekle buzu kırıp suyu başka yere çeviriyor ve “Akmasın mezarlığa günahtır, ” diyor. Köyün en güzel yerini mezarlık yapmışlar. Oysa buraya güzel bir okul kurulurdu.

Ortada taze bir mezar var. Yanında da sürekli bir kız çocuğu duruyor. Öğretmene, bu kızın burada ne yaptığını soruyorum: “Mezarın başındaki kız bizim öğrencimiz. Adı, Mürüvvet. Mezar ise Mürüvvet’in annesine ait. Babası, aklına sokulan bir şüphe yüzünden annesini öldürdü. O gün, bu gündür Mürüvvet sürekli mezarın başında. Okula gelmiyor, ” diyor.

Öğretmen ve okul Mürüvvet’in acısını çekiyor.

DERMAN

Hemen her köyde ilk ve en çok duyduğumuz bir sözcüktür bu: “Derman”. Hele şöyle bir şatafatlı girerseniz köye, örneğin jeep ya da iyi bir ata binip arkanızda birkaç yedekçiyle, daha ilk anda sarılırsınız. Salt köyün ağası ile muhtarı “Hoş geldin” der; ardından, “Derman var mı?” “Derman var mı?”lar uzar. Çok sorulan bir soru.

Muska, üfürük, türbeler, en batıl inanışların yanı sıra gene de böylesine “derman” ile el açmalarını insan aklı almıyor, doğrusu.

Hastalar, ulaşım sorunu yüzünden tedavi olamıyor. Zaten doktora gidenler de Elazığ’a gidiyor. Çünkü, Hakkari’ye doktor gelmiyor. Bana bu konu ile ilgili olarak sordukları sorulara cevap veremiyorum. Hatta, bir öğretmenin ildeki doktorun istediği 500 lirayı sağlayamadığından, doğumda karısını kaybettiğini, söylüyorlar.

Köylüler, gerçekleri korkusuzca söylüyorlar. Yollar dolambaçlı değil. Kılavuz istemiyor gerçekler.

Köyde evler çok kalabalık... Odalar karanlık, çocukların eli yüzü kir. Çocuklar, çamaşır ve sabun istiyor. Suların üstü açık, başı boş...

Bir köyden diğerine giderken, boşluktur; çıplak ya da karlı dağlardır, ilerisi. Kimi kime, hangi kenti nereye bağlamıştır? Günleri bozuk para gibi harcarsınız ama, yine elinizde bir şey kalmaz. Gene de vardığınız, bulduğunuz yer, geriden var olduğu belli olmayan 3-5 evli bir köy. Evlerin her biri bir yerde. Buradaki insanlar, dağların gerisinde neler var, bilmiyorlar. Uygar bir dünya ile bağlantı kuramamışlar. Buralar bir çıkmaz sokak, Türkiye’nin çıkmaz sokağı...

MEMURLAR NEDEN KAÇIYORLAR?

Buralara memur olarak değil de, turist olarak gezmek için gelmeliymiş insan. Yerliler, “Buraya yazın turist, kışın kar yağar” diyorlar. Turistin göreceği de, üç beş vahşi dağ. Daha görmeye değer çok şey var ama, bilmem onlar ilgilerini çeker mi?

Memur, ilk günlerde şaşkınlık içindedir. Toplumsal ve doğal çevreyle bir türlü uyuşamaz. Her an bir geri tepme hissedir. Buranın ayrı, bağlayıcı bir yanını bulup oradan tutunmazsa, burada kalması güçtür. Bunu da herkes bulamaz.

Yıllarca bu yere aydın memurlar gelmiş gitmiş. Nedense aradaki baraj bir türlü yıkılamamış. Ne memur yaşayışı yerli halka etki yapmış, ne de halk memurlara birazcık olsun yaklaşabilmiş.

Yerli halkın memurlar ile bütün ilişkileri, özel işleri ve çıkarları içinde döner. Bir çıkarı ya da işi olmayan pek yaklaşmaz.

Burada herkes dışarıdan gelen memuru halka, halkı memura ısındırmanın mümkün olamayacağı kanısındadır. Ayrı gidişin önü alınabilir, alınmalıdır da. Nedendir, yol genişlemede! Memura, verilenlerden iki katı istenir. Son zamanda, memurların mezarlığına kadar ayrılmış, bir tepeye memur mezarlığı yapılmıştır. Camide de ayırmayı düşünüyorlarmış.

Gelen memur, seneyi burada geçirmeye karar vermişse, önündeki uzun kış için büyük bir hazırlık yapacaktır. Kışın yollar geçit vermez. Kışın ortasında yakacak, yiyecek bitmesi korkunç sonuçlara götürür. Bunların yazdan alınmasında, çoluk çocuğu yerleştirmede, sağlık şartlarına uymasa da bir ev bulmasında, dairesinde emrinde çalışan bir memurdan yardım isteyecektir. Yerli memurlarsa, her biri çevredeki bir ağanın oğlu, ya da en yakınıdır. Ağalara giden yollar bunlardan geçer.

Bin naz, iki katı fiyatla dışarıdan gelen memurun ihtiyaçları sağlandıktan sonra, artık o memurun ülkücülüğünün bir yanı felç olmuş, ağır aksak yürümeye başlamış, demektir. Evet, burada ev deyip de geçmemeli. Altı üstü toprak, içinde hayvanların zor barınabileceği bir odanın kirası, İstanbul, Ankara’daki ikinci sınıf semtlerde bulunan bir apartman dairesinin kirası kadardır. Onu da bulmak, her memura vergi değildir. Devlet buraya memurlar için ev yaptırmamış değil. Yaptırmış ama çok az. Onlardan da güçlüler gücünce, ya da işi az maaşı çok memurlar faydalanıyorlar. Birçokları çocuklarını getirmez. Ev bulsa da, yiyecek, içecek bulamayacaklarından korkarlar. Ardından doktorsuzluk, ilaçsızlık korkusu gelir.

Bir de yeni gelen genç öğretmenler var ki, bunların durumu ayrıca anlatmaya değer. Her biri, hayal kırıklığı içinde atandığı köylere dağılırken “Ahh!” diyorlar. “Buraya bir daha dönebilsek.” Kim bilir, bu gençlere hayat ne kadar gülpembe gösterilmiştir? Uzun uzun teselliden sonra, hepsi de çaresizlik içinde, bir şey diyemeden, köylerini bulmak üzere bu vahşi dağların birinden aşıp gözden kayboluveriyorlar.

Bu dağlardan en çok göze batan birisinin yüzeyine, ak taşlarla ve binbir emek ile “VATAN” yazmışlar. “VATAN” yazmakla “vatan” oluyorsa bir diyeceğimiz yok. Şüphemiz da yok. Elbette vatan. Memurlar da “vatan” diye geliyorlar. Yalnız ne var ki; başka bölgelere uymayan bu bölgede çalışacak olanlar, daha çok çalışmak mecburiyetindedirler. Bunun için de, devlet buraya yolladığı memurların kendi dertlerini unutturup, çevrenin dertleri ile uğraşacak duruma gelmelerini sağlayabilmelidir. Örneğin bir ev derdi olmamalıdır. Amerikalıların, üç beş kişinin gittiği yere açtıkları bir piex gibi, buraya da memurun çok önemli bazı ihtiyaçları tam değeri karşılığında gönderilmelidir. Hiç mahrumiyeti olmayan bir yerde çalışan memurlarla, burada çalışan memurların aldıkları maaş ve derece arasında fark olmalıdır. Uzun yıllar terk edilmiş bir beldeyi kalkındırmak için gönderilen memurların, kaderine terk edilmesi, kalkınma davasına, hizmet değildir.

Terk edilenler, işte böyle her gün askeriyenin gazinosuna oturur, elli ikilik bir oyun kağıdı ister, “Tayinim çıkacak mı, çıkmayacak mı?” diye fala bakar, ya da bir sabah tası tarağı toplayıp kaçar. Ondan sonra “vatan” memursuz kalır.

DOĞUYA IŞIK

Güneşin Doğu’dan doğduğuna bakmayın siz. Işığı Batı’yadır onun. Doğu, karanlıklara gömülü. Nice köyler var ki, yirmi beş yıl olmuş okula kavuşalı. Görünüşte, hiç okulu olmayan köylerden ileri gitmiş değildir. Köy vardır, yanına tren istasyonu yapılmış. Trenin penceresinden baktığımızda, okuma-yazma bilmediği halde, gazete isteyen, kirli, hastalıklı çocukları görüyoruz.

Görülüyor ki tek yönlü kalkınma olmuyor. “Köye, kireçle kiremit girdiği gün, köy kalkınmış, demektir” diyenler haklı olduğu kadar, “Önce sağlık diyenler”, “Sağlıktan önce kültür gelir” diyenler de haklıdır. Nasreddin Hoca’nın hesabı, hepsine “Haklısın” diyeceğiz. Derken de, asıl işimizi unutmamalıyız: “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” diye oturup da söz-yazı düellosuna bunca zamanımızı vermedense, kolları sıvayıp, bizi asırlardır bekleyen işlerimize, zaman geçirmeden sokulmalıyız. Doğunun durumu göz önündedir. Bunu bilip, kabul ettikten sonra, geriye sorunu bilimsel olarak inceletmek ve yerinde en uygun şekilde halline girişmek kalıyor.

Köylere gittiğimizde Türkçe konuşanı çıra ile arıyoruz tek tük okuma-yazma bilenler de askerde öğrenmişler. Bu bakımdan, Doğunun kalkınmasında şimdilik en büyük rolü ordu oynamıştır. Bu yıl orduda açılan Temel Eğitim faaliyetlerinin büyük faydalar doğuracağı şüphesizdir. Demek ki, yalnız Milli Eğitim, kendine düşen işi istenilen şekilde başaramıyor.

Başaramayacak da. Doğunun kalkınması da, yalnız okul yapmakla olmayacaktır. Buranın köylerine devlet, okul yapımı için oluk gibi para akıtmış. Ne yazık ki, katır ya da insan sırtında demiri, çimentosu taşınarak rasgele kimselere yaptırılan bu okullar aradan çok geçmeden göçüp gitmiş ya da göçmek üzeredir. Çok yerlerde, ilçelerde de öğretim toprak yapılarda yapılıyor. Öğretmenleri kaçıran nedenler çoksa da, birisine bunu sayabiliriz.

Bu ilin beş ilçesi var. Beş ilçenin beşinde de kaymakam, doktor yok. Ortaokulu yok, tecrübeli ilkokul öğretmenleri de yok. Buralara okuldan yeni çıkmış, on yedi yaşlı ilkokul öğretmenleri gönderiliyor. Onlar da iki yılı doldurur doldurmaz, soluğu Batıda alıyorlar. Bir yıl sonra, gidecekleri için çokları, sanki askerliğini savıyormuş gibi, gününü doldurmaya bakıyor. İşini, candan benimseyen yok.

Burada kaçamayan, her türlü yokluğa, hanımları ile beraber karşı koyarak yaşayan, gene Ordu mensuplarını görüyoruz. Türk aydını olarak, en ücra köşelerde onları buluyoruz. “Şark hizmetidir; sıramızı savıyoruz” diyorlar. Bunlardan sonra, daha çetin şartlar içinde çalışan öğretmenler gelir. Subaylar, “şark sırası” savıyorlar. Hiç olmazsa yiyecek, giyecek sıkıntısı çekmiyorlar. Maaşları da zararsız denebilir. Ya öğretmenler?...

YUKARIYA YAZDIK

Köyler görüyoruz, eskiden imece ile yapılmakta olan işleri yüz üstü bırakılmış. Köy, terk edilmişliğin bağrına gömüldükçe gömülüyor. Muhtara nedeninin soruyoruz. Yanıt aynı: “Yukarıya yazdık, beyim.” Okuluna uğruyoruz. Aynı terk edilmişlik, uzaktan görülüyor. Sıvaları dökülmüş, bacası yıkılmış, masaların ayağı çıkmış...

Genç öğretmene gösterecek oluyoruz. “Yukarıya yazdık” sözünü tam bir rahatlıkla söylüyor. Sanki bunu söyleyince, akan sular duruyor. Ne kolay bir satır ile memleketi idare etmek. Yok eğer yazısı yazılmamış, yani yukarıya duyrulmamış bir durum varsa, onu da bir öncekine (selefine) yükle: “Efendim, benden önceki arkadaş yatmış, bir işe bakmamış ki...” Gene sıyrıl işin içinden. Önceki yakmışsa, senden ne haber? Diyelim, yeni gelmişsin. Üç ay olmuş. Peki üç aydır ne yaptın? Hangi işe –başaramadıysan da- başladın?

Aklımın almadığı ikinci nokta; buraya gönderilenlerin “Yukarıya yazdık” şeklinde bir baştan savmacılık oyununu rahatlıkla oynamalarıdır. Yoksa bu oyunu oynamaları için, bir üst kademeden, ast durumunda olanlara sürekli baskı mı yapılıyor? Ya da işin en kolayı bu mu?

Anlamsızlık içinde hiç olma yolundadır burada memur. Öğretmense, eline mala alamaz, keser tutamaz. Katipse, ütüsüz gezemez.

Öğrencilerine tam bir “iş eğitimi” veren, “ayaklarını bu topraktan koparmayan” okullara, “çoban mektebi” dedik. “Hamal yetiştiriyor” dedik. Kuru bilgi hamallarımız, az imiş gibi, “Bilgili öğretmen isterük” dedik ve bu hazır kurumların kapısına kara kilidi astık.

SELAHATTİN ŞİMŞEK’İN EŞİ ANLATIYOR

İstediği gibi olmuştu: Kurada Hakkari’yi çekmişti. O günlerde kendisine önerilen Öğrenci Yetiştirme Yurdu Müdürlüğü’nü, Adıyaman İlköğretim Müfettişliği’ni kabul etmemiş, kendi sözüyle “Bu yurdun her köşesini sevmeli, benimsemeliyiz” diyerek, yoksunluk bölgesi Hakkari’ye gitmeyi kararlaştırmıştı. Seve seve ve erinçle gidiyordu.

“Bu diyardan gitmeyip, bu deveyi gütme”de kararlı olduğu için, her şeyi hoş görüyor ve beni teselli ediyordu. İlk vardığımızda ev bulamayıp, kırk gün hastanenin bir odasında kalmamızı, çevreyi, Türkçe bilmeyen insanları ve yoldan yoksun dağları iyimser buluyordu. Sonradan güçlükle bulabildiğimiz ev, otelin alt katında tek oda ve holden oluşmuş toprak bir evdi. Buradaki olumsuzlar bana çile, O’na hoş geliyordu. Seneye naklimiz için “Ankara’ya git, sağlık durumumdan atanmamız için gerekenleri yap” dediğimde; “Bir yıl daha kalmalıyız. Hakkari’yi, insanlarını, doğa güzelliklerini, görmediğim ilçe ve köylerini iyice tanımalıyım. Bunu da ancak ikinci yıl tanıyabilirim. Sabredeceğiz, Hakkari bize çok şeyler kazandıracak” şeklinde yanıtlamıştı.

SELAHATTİN ŞİMŞEK

Bir öğretmene yakıyorum bu ağıdı. Cumhuriyet gazetesinde, Yüksekova’dan çıkıp, Oramar Köyü’ne, ilkokulu incelemeye giden Selahattin Şimşek’in Zap Irmağı’nın sularında boğulup gittiğini okudum. Ben tanımadım O’nu. Tanınacak insanları tanıyamadan yitirdiğim zaman. Kimdi O? Onbinlerce köy öğretmeninden biri idi. Mayıs ayında bir gün, dağları buzullarla kaplı Yüksekova’dan yola çıkıyordu. O yollar dar, güç geçilir yollar. Dağlar, dünyamızın eski halinden ses veren buzullar, yaz çayırları, karanlık vadilerdir orası. Bu dağlar arasında bir köy : Oramar Köyü, Hayvana Köyü. Bir okul: Oramar Köyü İlkokulu. Doğanın ilkel kucağında işlenmemiş ham ceviz dalları gibi ruhları yaban asmalarıyla sarılmış çocuklar. Bırakılmışlık, bilgisizlik. Öte yandan, Selahattin Şimşek’in, çözülen buzullar, yeşeren çayırlar, dağ yaylaları, inceden inceye çıngırak sesleri üzerinden, Oramar Köyü’ne doğru taşıdığı insanca güneş, Mayıs güneşi. Bir öğretmen: Selahattin Şimşek. Yüksekova’dan atlıyor atına, vuruyor karlı dağlar türküsüyle, Oramar Köyü’ne.

Kimse bilmiyor O’nu. Selahattin Şimşek’in Yüksekova’dan Oramar’a gittiğini, o ıssız yollarda, at üstünde bir öğretmenin, türküsü kayalara vura vura gittiğini kimse bilmiyor. Kim tanıyor, Zıgala okulundaki köy öğretmeninin. Dağ eteklerinde o ıssız yol uzağı köylerde çalışıp didinen, her sabah, sayısız ışıltılı göze bakıp “Günaydın!” diyen, köy öğretmenini.

Bu ağıdı yakıyorum. Mayıs ayında bir gün, at ile yüksek ovadan çıkıp Oramar Köyü’ne giderken, Zap Irmağı’na düşüp ölen Selahattin Şimşek’e yakıyorum bu ağıdı. Siz tanır mıydınız O’nu? Tanımazdınız. On binlerce Köy Öğretmeninden biri idi O. Yurduna güneş getirmek isteyenlerden biri idi, bir adsız kahraman. Ben tanır mıydım O’nu? Tanımazdım. Ama bilirdim ben, Muş Ovalarında, Dersim Yaylalarında, Van dolaylarında ve oralarda, daha sonra bütün yurdumda nice öğretmenler, okullarında Cumhuriyet demeyi öğretiyorlardı çocuklara. İnce dağ yollarında nice öğretmenler gidip geliyorlardı, yurdu yurt etmeye, bir köyümden bir köyüme.

Ben o ilkel, o soylu halk ağıdını yakıyorum O’na. Işık götürürken yurdumdaki bir köye, bir yurt ırmağına düşüp ölene! Yavaş yavaş o köylerden, Cilo dağlarının eteklerine davar sürüleri yayılacak. Çadırlarla şenlenecek o yaylalar, çoban oyunları oynayacak obalarda dağlı çocuklar; Selahattin Şimşek’in okullarında alfabeyi söken çocuklar.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..