Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mayıs '13

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Hay ağzın bal yesin

Hay ağzın bal yesin
 

Regeneration of a Suret035.


Üç hafta geçmişti. Okumuyor, yazmıyor, dinlemiyor, yemiyor, içmiyordum. Tamam Bahattin amcanın Sözcü’sünü okuyordum ama en azından roman okumuyordum. Tamam sözlüğe yazıyordum ama en azından sadece tanım yapıyordum. Tamam Vivaldi’nin Summer’ını dinliyordum ama en azından şarkı dinlemiyordum. Tamam ölmeyecek kadar yiyordum ama en azından içki içmiyordum.

Oturma odasında bir koltuk tepesinde yaşıyordum, öylece oturuyordum, ölesiye oturuyordum. Oturma odası hiç bu kadar adını hak etmemiştir. Düşünmüyordum. Sadece oturuyordum. Ruhum ve zihnim kısa sürede paslanmaya başladı. Tinim içten içe küf kusuyordu; gümüş parlaklığı yitirip bakır tonlarında matlaşıyordu. Yalnızlığı bu kadar istedim ve özledim diye, bu kadar yalnızlığa mahkûm edilmem şart mıydı?

Zihnimde tam olarak belirleyemediğim bazı şeylere kızıyordum sadece. Artık bir isminin olmasını istemediğim iç sesime söyleniyordum: Bunu bana yapmalarına nasıl izin verdin? Neden engel olmadın? Benden daha iyisini ne hakla istiyordunuz? Sen de onlarla birlik oldun! Neden bir şeyi tutkuyla istemenin anlamı kalmayana kadar, Onu vermemekte ısrarcısınız?

İşyerinden Sami abi geldi elinde altılı bira ve bir kilo erikle. “Suretim hepten asosyal oldun, niye insan içine çıkmıyorsun?” dedi. “Bak sana erik getirdim söylemesi ayıp kilosu 8 milyon” diye de ne büyük bir özveride bulunduğuna vurgu yaptı. Sami abinin bu ziyaretinden aklımda kalan cümleleri sadece bunlar. Yanımda kaldığı bir saat içinde sürekli konuştu, getirdiği altı birayı içti, kilosu 8 liradan aldığı bir kilo eriği de çekirdekleriyle birlikte yedi ve “senin kayış kopmuş birader, hüzünlendim, hadi bakalım çüz” deyip gitti. Sami abi aslında kendince bana terapi yapmaya gelmişti, ruhumun küflerini zımparalayıp cilalayıp yeniden parlatmak istiyor, bu amaçla altılı biraya ve bir kilo eriğe sonsuz güveniyordu. Oysa erik sevmediğimi dünyalara bildirdiğimi sanıyordum. Kiraz da zaten henüz çıkmamıştı. Belki bulunsa da çok maliyetli olmalıydı.

İnsanlara beni diledikleri zaman arayabilecekleri rahatlığını verdiğim için de mutsuzdum. Neticede sizin için her zaman vakti olduğunu söyleyenlere yeterince saygı duyulmazdı. Oturmaktan ve düşünmemeye çalışmaktan arta kalan bir zamanım olmadığına göre benim gerçekten vaktim yoktu. Sami abiye de kızmıştım. Bir kilo eriği çekirdekleriyle yiyebilen bir insan sanki gerçekten hüzünlenebilirmiş gibi; benim için endişelendiğini söylemişti.

Zihnimde bir durumla, bir duyguyla, bir kişiyle ilgili olarak yüzlerce farklı kombinasyondan oluşan diyaloglar ve hayaller kurabiliyordum. Hepsinde kendimi haklı çıkarıyor, her birine dahice karşılıklar veriyor, her durumda gösteriden alkışlar arasında ayrılabiliyordum. Bunların tamamı huzur veren, gurur veren hayaller olduğuna göre; demek ki gerçekte hiç biri böyle tezahür etmeyecekti. İyi şeyler birden bire olurdu, bu kadar bekletmezlerdi insanı, bunca sürüncemede bırakmazlardı.

Oturma odamda her şey yarım yamalaktı. Yarım bırakılmış bir salçalı tost, yarım bırakılmış bir kitap, yarım bırakılmış bir bardak su, yarım bırakılmış bir maket. Gemi maketi tabii. Dışarıdan bakıldığında bu yarım bırakılmışlık, can sıkıcıydı, yorucuydu, havasızdı, boğucuydu. Bir de sehpanın bacağının dibine sıkıştırılmış bir tek çorabın sureti. Aslında orda olmayan ama çok net gördüğüm bir tek eşya.

Öfkeli yada hüzünlü mü olduğuma karar veremiyordum. Tüm insanlığı eleştiriyordum, okumuyorlar, okuduklarını anlamıyorlar, hazır bir özetle yetiniyorlardı. Ve onlar kim oluyordu da benimle sidik yarışına giriyorlardı. Beni yargılamaya, yaftalamaya hangi cüretle yelteniyorlardı. Madem kimse haddini bilmiyordu, madem kimseye bir şey veremiyordum, madem kimsenin altı çizili tek bir satıra dikkatini çekemiyordum; o vakit onlara günlerini gösterecektim. Kimseye yaranamadığıma göre, kimseye anlatamadığıma göre, kimseyle geçinemediğime göre, tüm düzenleri alt üst edecektim, ilkelerimden tümüyle vazgeçecektim, iyi niyetlerimi bir bir yargılayıp asacaktım; o yarım tostun tabağını mutfağa götürüp yıkamayacak ve dudağımın kenarındaki salça lekesini ölsem de temizlemeyecektim.

Ertesi gün öğleye doğru evde tek başına yaşayan yetmişlik komşum Bahattin amca uğradı. “Abdest al da Cuma’ya gidelim evlatım” dedi. “Uçuk mu çıktı dudağın kenarında, kan kurumuş gibi” diye de ekledi. Sadece verilen komutu işleyebilen bir mekanik cihazmışım gibi denileni yaptım. Oysa uzun süre önce agnostik olmuştum ben, ama Cuma’ya gitmeyi bir türlü bırakamamıştım. Vaaz eden hoca efendinin yerinde, yani vaaz kürsüsünde Nietzsche’yi, hutbe okuyan hatibin yerinde, yani minberde Hayyam’ı, namazı kıldıran imam efendinin kıbleyi gösteren -yarım daire şeklindeki- en önde durduğu yerde, yani mihrapta Mevlana’yı görüyordum. Minarenin şerefesinde ise ezanı Vivaldi’nin okuyacağına hiç şüphem yoktu. Dinler arası diyalogun ve hatta dinler ve dinsizler arası bir diyalogun en muhteşem hayaliydi beni cumaya çeken.

Cumadan çıkışta Bahattin amca ve tanımadığım üç amca daha elimi sıkarak “Allah kabul etsin” dediler. Eve dönmeden Bahattin amca emekli maaşını çekmek istedi, komik şifresini ATM’ye girip maaşını özenle çektikten sonra manava uğrayıp bir buçuk kilo çilek aldık. Sonrasında Bahattin amca “Sen şimdi evine git, bir saat kestir, ikindiye bana gel” dedi. Doğrusu bir agnostik için ikindiyi de kılmak fazla abartılı sayılırdı, zira Bahattin amca da camiye cumadan cumaya giderdi ama o günlerde bana ne denirse, onu yapmaya programlıydım.

İkindi vakti olmadan kalktım, abdestimi alıp Bahattin amcanın kapısını çaldım. İçeri buyur etti: “Hoş geldin tutunamayanım” dedi. Salonun ortasına çektiği masanın üzerinde yıkanmış ve doğranmış çilekler, dilimlenmiş Bergama tulumu, bir büyük yaş üzüm rakısı ve bardaklar duruyordu. Pencereler sonuna kadar açılmış, bahar tüm şımarıklığı ile salona davet edilmişti. Eş zamanlı olarak Bahattin amcanın çift kasetçalarlısından Müzeyyen Senar nameleri yayına başlamıştı. Bahattin amca: “Bana şaraptan, sana biradan gına geldi, bi de şu namusludan içelim evlatım” diyerek, rakı şişesine açıklık getirdi.

Birer kadehi sükûnet ve huşû içinde bitirmek üzereydik ki kapı çaldı. Bahattin amcanın “Hoş geldin hörgüçlü” demesinden gelenin Sami abi olduğu anlaşılıyordu. Elinde yine altılı bira ve bir kilo erik vardı. Sami abi: “Hayırlı cumalar, bereketli olsun. Sosyopatik seni, burada olduğunu tahmin etmiştim” dedi, masaya çöküp bir eriği çekirdekleriyle birlikte yedikten sonra “Bahattin dede hele bi kadeh de bana ateşle bakam” diye su bardağını uzattı. Dalgalanıp da durulana kadar içtik. Sami abinin eriğin çekirdeğini ayırıp yeme kriterinin, eriğin kilosu 3 lira seviyesine gerilediğinde başladığını sonradan öğrendik.

Bazen deliler gibi özlediğin olmuyor mu blog? Hayvanlar gibi özlediğin? Oluyor bence. Toplamda deli danalar gibi özlemiş oluyorsun ama nafile. Elinden bir şey gelmiyor artık, sadece oturuyorsun oturma odanda. Mucizeye de inanmadığın için makul bir acılı özleme şükür ediyorsun: “Tanrım sen beni yılışıklıktan, yapışkan bir sülük olmaktan koru!” diyorsun. Vaktiyle sana yapışanlara, acımayla karışık nasıl bir tiksintiyle ve iğrenmeyle baktığını anımsıyorsun. Bu duruma düşmektense lime lime eksilmeyi tercih ediyorsun. Allah korusun!

Eski sevgiliye “özledim üzümüm” babında kısaca “Ö.Ü.” diye sms atmak ve “Ölesiye Üzülürsün tabii, bunu baştan düşünecektin” diye cevap gelmesi. Aynı “Ö.Ü.” mesajını daha eski sevgiliye de atmak bu kez “niye ÖğÜrüyorsun çok mu içtin?” diye cevap almak. Mesajın hakikaten fazlaca kısa olduğundan ziyade, sevgililerin hakikaten fazlaca eski olduğuna kanaat getirmek ve başını önüne eğip, retrospektif düşüncelere dalmak.

Bazen kendi kendime yada çok özel bir arkadaşıma: “kuşkusuz tüm zamanların en iyisiyim” diyorum. Bunu, “en kalitelisi, en yakışıklısı, en zekisi, en kültürlüsü, en duyarlısı, en tutkulusu benim!” anlamında söylemiyorum. Kendi geldiğim nokta, kendi ulaştığım konum olarak söylüyorum. Değişmeye ve yenilenmeye vicdanımın-algılarımın-insanlığımın-bakış açımın-ihtiraslarımın-tutkularımın-egosuzluğumun üstüne koymaya çalıştığım için söylüyorum. Sadece kendimle ilgili olarak, başka bir kıyasa davranmadan söylüyorum.

Denizi, ağaçları, kadınları seyretmeyi değil de; düşünmeyi daha çok sevdiğimi sanıyorum. Denize, ağaçlara, kadınlara dokunmayı değil de sadece onları düşünmeyi sevdiğime göre, onlarsız da onlarla olabiliyorum. Emsalsiz bir yetenek mi? Budalaca bir yetkinlik mi? Tartışmaya açık pozisyonum.

Evrene: “Şu konuda yeniden bir şansım olabilseydi şöyle yapardım ya da şunları yapmazdım” minvalinden bir mesaj yolluyorsun ya. Hatta bu mesajı o kadar çok yolluyorsun da boşlukta ki yankısını izliyorsun. İşte o mesaj günün birinde yanıtlanıyor. Olumlanıyor. O zaman anlıyorsun ki, evren, senin kendine inandığından çok daha fazla inanıyor sana. Evren yepisyeni bir başlangıç sunuyor sana ama beklediğinden umduğundan çok daha yeni, tamamıyla yeni. Tertemiz.

Üç kulvarda yarışan bir takımın taraftarıysanız, haftada en az 2-3 maç izliyor ve 12-13 bira tüketiyor olabilirsiniz. Sonuçta (faynıli) elinizde kalan tek bir kupa dahi olmayabilir, ama artık irice bir göbekle muhatap olmak zorundasınızdır. Endişelenmeyin ve makul bir stres ile diyetinizi destekleyin. Biz buna içimize doğru dokunduğundan olsa gerek “dokan diyeti” diyoruz, demeliyiz.

Eroir

Ayrıntılara boğuldum.

Gözkapaklarım ağırlaştı.

Yalnızlığımın yalnız bana zararı dokundu.

Kendim üzerimdeydi etkim, yalnızca.

Kendimi kendime saklıyordum.

Evrene katkım yoktu.

Bir deniz mahsulleri lokantasının kokusundaydım.

Yazdı, sıcaktı, sarımsaklıydı, buğuluydu.

Acıdan kaçarken acıya tutuldum.

Yoktum, hiçtim hiçlikteydim.

Yazdı, yalnızdım, yazdım.

Yazılmasa da olurduk. Yazdım.

Ben buldum.

Özlü laf: Köpekler istiyor diye atlar ölmez. (Romen Atasözü.)

Kezban’lar istiyor diye ihtiraslar sönmez. (Suret Sıfırotuzbeş özlü sözü.)

Not: Gelecek Program (Coming Soon, Silver’dan Suret’e Mektup, çok yakında burada.)

Hepinizi en içten en derin duygularımla selamlıyorum. En yeniden merhaba.

 
Toplam blog
: 41
: 815
Kayıt tarihi
: 27.01.10
 
 

En güzel hikayesini henüz yazmamış olan, Smyrna'da yaşayan, henüz yolun yarısında bulunan, kamu g..