Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Şubat '14

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Hayata seyirci kalmak ya da içine dalmak (I)

Hayata seyirci kalmak ya da içine dalmak (I)
 

Büyük bir saygı ve hayret uyandıran istisnalar da var!


Yaşam, doğumdan ölüme kadar uzanan, herkes için süresi değişik olsa da sınırlı bir süreç... Bu süreç içinde bireylerin öncelikle "kendini yaşama hak ve sorumluluğunu” yerine getirmeleri önem taşımakta... Bu da kendilerince yeterli ve gerekli bir alanda çalışıp üreterek bu sorumluluğa sahip çıkılması ve varoluşlarını bu şekilde gerçekleştirerek pekiştirmeleri yoluyla olur. Bu durum insanların yaşamları süresince, toplumsal bir varlık olduklarını unutarak, sırf kendi bireysel çıkarları için çalışarak yaşayacakları anlamına gelmemeli. Toplumsal beklentiler ve değer yargıları da kişisel sorumluluklarımız gibi zaten kişiliğimizin önemli bir parçasıdır. 

Deneyimlerimizle de bildiğimiz üzere, insan yaşamı, günümüzde oldukça muğlak (belirsizlik egemen) zeminler ve dönemler üzerinde, oldukça karmaşık ve derinlikli bir hale gelmiştir.

Çok önceleri, zor koşullarda avlanıp karnını doyuran ve mağaralarda yaşayan insan, tarih boyunca, yüzlerce yıllar alan gelişmeler sonucu yerleşik hayata geçti, aletler yaptı, onları kullandı. Her şey son derece özgür ve doğanın bir parçası olarak yaşanırken, yine bir dizi gelişme sonucu, yabancılaşma pahasına insanlar kurumlar oluşturdu, yasalar yaptı, okullar kurdu ve meslekleri icat etti. Büyük kitleler halinde kendimizi mega kentlerde bulduk.... Önceki kuşaklar kendi elleri ile bizlere çok çeşitli kulvarlar oluşturdu. Bu kulvarlar üzerinde ilerlemeye devam etmekteyiz... Ara sıra -epeydir ülkemizde olduğu gibi-  ters yönde olsa da...

Zamanın gelinen bu noktasında bizler, farklı ırk, kültür, sosyal sınıf ve ülkelere mensup insanlarla bu küçülen dünyayı paylaşıp atalarımızın bizler için hayal bile edemediği gelişmeler ve beklentilere göre yaşamımızı planlamaya çalışmaktayız.

Bu planlama sonrası sorumluluklar alarak gereğini uygulamaya çalışırken, çok çeşitli toplumsal kategoriler içerisinde, çok farklı kesimlerle, gönüllü ya da gönülsüz kesişmeler (karşılaşmalar, işbirlikleri, çekişmeler ve yarışmalar) içine girer, çok sayıda ilişki sarmalı içinde yuvarlanır dururuz. Özellikle de kent yaşamı içinde iş, aile, sosyal yaşam ve çocuk büyütme sarmalında…

Çokça bizim dışımızda,

Etki menzilimizin çok ötesinde, üretim, tüketim ve bölüşüm temelinde kotarılıp da önümüze konan teknolojik, parasal, gizlice ideolojik, rekabetçi ve algısal bir yapıysa bu “Hayat”, onun kurallarını koyup rantını toplayan egemenler, keyifli keyifli, ayılmaksızın parasal sarhoşluklarından işte budur "O", dedilerse dört duvarlı ve dar odalardaki hayatlarımıza, biline ki, bedelini yine bizler ödeyeceğimiz içindir! İşte bu algısal yapı, hayatlarımızın çoğunu kapsamakta, ilişkilerimiz de, kaderlerimiz de bundan payını doğal olarak almakta!

Bizlerse binlerce yıllık içinde ruh, dayanışma, özgürlük, sevda, paylaşım, acıma, sorumluluk ve benzeri birçok insani duygudan oluşan içkin bir var oluşla çıkarız çoğu kez onun karşısına. Kolay kolay uyuşmaz bunlar! Bu durumda bize,duygularımıza ve değerlerimize kalansa "hayatlarımız"da, oldukça küçük bir alan, onları koruyup da yaşatabilmek adına çarpışılan... 

Belki de bu nedenle bazen,

Çek(il)ip kurtulmak isteriz hayatın o sıkıcı geleneksel bağlarından, saçma sapan politik, gereksiz tüketim ve gösterişlere dayalı -çoğu sahte- oyun alan(lar)ından... Kendi yüksek tepelerimize çıkıp orada bir süre sakince durup düşünmek isteriz! Ama yine de sahne ortasına (dostlar, akrabalar ve yakın çevremiz tarafından) çekilip getiriliriz. Tıpkı sıkıcı düğünlerde oyuna kalkmak istemeyenlere yapıldığı gibi... Bildiğimiz ama çok da haz almadığımız bir oyuna... Bazen ite-kaka, tuta-sürükleye...

Walter Benjamin’e göndermeyle; "başkalarının oluşturucu temelleri üzerine kurulmuş bir hayatın ve bu hayatı sürekli kılan bir yaşama biçiminin” içine girmeden, artık her koşul altında yaşamın içine dalmak yerine –değiştirmek de mümkün olamayacağına göre- tribünlere çıkıp seyretmek gerektiğini düşünebiliriz...

Diğer yandan “Hayata seyirci kalmak kötüdür oğlum. Hayatın iyi, uslu bir seyircisi olmaktansa hayatın içinde başarısız bir adam olmak bin kere daha iyidir. İyi bir boks seyircisi olmaktansa, kötü bir boksör olmayı göze almak daha iyidir, oğlum…” diyen bir Yılmaz Güney öğüdü takılır zihnimize… Bunun aksi; anlam veremediğimiz, içine dâhil olamadığımız, etken değil de edilgen kaldığımız, kurallarına ve işleyişine zaman zaman akıl sır veremediğimiz hayat oyununda kapı dışında kalmaktır.

Bu aksi yöndeki tercih kimi zaman keyifli bir süreçtir; başkalarının, olayların ve de ilişkilerin gelişimlerini izlemek, gözlemlemek… Ama hızla akıp giderken, orasından burasından bakakaldığımız hayat da bizlerinse .... Veya başka hayatlarda kendi hayatlarımızı yaşıyorsak… Bu aslında oldukça hüzünlü hatta can acıtıcı bir durumdur. Çünkü hayatı hakkıyla yasamak cesaret ister ve bizler eğer bu cesareti gösteremezsek sistemin parçası olmaya, başkalarının hayatını yasayıp, kendi hayatınıza seyirci olmaya mahkûm oluruz. Bu durum bir anlamda “hayatı pencereden seyretmek” gibidir. Hem başkalarının hayatında, hem kendi hayatımızda figüran olmaktır biraz… Aslında, hep sahnede bir rol kapma mücadelesi olan hayatta başrol tekliflerini geri çevirmektir. Daha uç durumlarda ise, hemen hiç bir kararda tuzu bulunsun istememek, etliye, sütlüye karışmamaktır! 

Oysaki…

(Bloğun II. bölümü için bkz.:  http://blog.milliyet.com.tr/hayata-seyirci-kalmak-ya-da-icine-dalmak--ii-/Blog/?BlogNo=448011  )

İ. Ersin Kabaoğlu,

8 Şubat 2014, Ankara 

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..