Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Temmuz '13

 
Kategori
Siyaset
 

Hep aklımızda olmalı

Hep aklımızda olmalı
 

Demokrasiyi sınırsız özgürlük sananlar, demokrasiye değil, diktatörlüğe ulaşırlar.


Hatırlayalım...

Şu ana ve tarihsel geçmişe şöyle bir baktığımızda, aslında DEĞİŞEN HİÇBİR ŞEY YOK!

Ükemizin gerek dışında “bazı ülkeler”, gerekse içinde “bazı gruplar” geçmişte her ne isteyerek, her ne yapmışlarsa, o istekleri-idealleri aynen devam etmekte ve dolayısıyla da hep o amaçla hareket etmektedirler.

Bir nevî, hani şu komşumuz Yunanlıların da özellikle de eskiden, ara ara hep telâffuz ettikleri gibi  “megali(o)  idea”!

“Kimlerin” ne istediğini ve bu istek ve amaçların neler olduğunu anlamak için de, zamanında bu hedefe ulaşmalarına ramak kalmış olan ve  bize dayattıkları o “Sevr” antlaşma taslağının maddelerine bakmak yeterlidir.

Buna kısaca, özellikle hristiyan batı ülkelerin, ülkemiz topraklarını kendi “ekonomik çıkarlarına” ve “MUKTEDİR olma tutkularına” hizmet edecek şekilde SÖMÜRGELEŞTİRME arzusu ve hedefi diyebiliriz. Yani bir anlamda da, şu tarihsel perspektifteki meşhur “Haçlı Seferleri” zaten hiç bitmemiştir ve halâ da sürdürülmektedir günümüzde de. Tek fark, eskiden olduğu gibi alışılageldik fiziksel ve silahlı savaş teknikleriyle değil de, bundan ziyade “artık” psikolojik savaş şeklinde!

İster ülkemizin batıda Trakya ve Ege bölgesi için olsun, ister Doğu ve Güneydoğu bölgesi için olsun ve aynı şekilde güney ve kısmen kuzey sahillerimiz de dahil olmak üzere emelleri asla değişmemiştir. Keza, İstanbul ve Boğazlar üzerindeki emellerinden de hiçbir zaman vazgeçmemişler ve bu konudaki iştahları her daim beyinlerinde ve gönüllerinde asla doyurulamayan sonsuz bir açlık, hırs ve saplantı olarak capcanlı durmaktadır.

Bunun yanısıra, malûmdur ki, gerek gayrımüslim, gerekse de çeşitli etnik kökenden gelen azınlıklara da sahip bir ülkeyiz. Bu da ülkemizle ilgili emelleri olanlara son derece kullanışlı bir “araç” da vermektedir. Eskiden ve tüm tarih boyunca sair azınlıklarımızdan özellikle de Ermeniler ve Kürtlerde hep bir heves uyandırılıp, kendi başlarına ayrı bir devlet-varlık oluşturmak adına bu hevesleri de zaman zaman hep depreştirilir ve bu çabalar da yine aynen hep devam ettirilir.

Bütün tarih boyunca hem içimizde hem de dışarıdan da beslenerek bize karşı ve “bize rağmen” geliştirilen, sürdürülen, hristiyan ve batılı ülkelerce de hep desteklenerek defalarca sahnelenmiş ve hep canlı tutulmuş, yaratılmış gerek Kürt isyanları olsun, gerek Ermeni-Rum-Yahudi kıpırdanmaları ve lobileri olsun, hep ve yalnızca bu nedenledir. Ancak bütün çabalarına rağmen bunlar dahi, üstelik yalnızca bir veya birkaç insanın dolduruşlara gelerek sadece çok küçük gruplarca, son derece münferit veya aşiretsel ve onların da yine zaten sırf kendi kişisel feodalitelerini geçerli tutmak (mesela Rum patrikhaneleri de gibi), kendi sadece kişisel ya da zümresel hegamonya veya ağalık/otorite sistemlerini uygulayabilmek için yarattıkları hukuk dışı aykırılık ve aşırılıklardır. Devletimize karşı "hukuksuz" talepkârlıklardır. Yani bir eşitlik değil aksine kendilerine yönelik bir ayrıcalık tanınması talepkârlıklarıdır. Kendilerine bir eşitlik veya hukuk isteği değil, kendileri için bir ayrımcılık isteğidir.

Ve evet, yakın geçmişe kadar da hep genelikle münferit ve sadece ufak bir zümre ile sınırlı kalmış bir takım kıpırdanmalardır bunlar, taa ki PKK oluşumu gündemimize oturtulana kadar! Yani bizim esasen, ne ülke-devlet yönetimi olarak hukuk karşısında bu azınlıklarımız da dahil “milletin her ferdinin” aynı eşit haklara sahip  olmamız bakımından, ne de ülke insanları olarak gündelik yaşamlarımız tahtında da onlarla aramızda hiçbir sorunumuz, dışlayışımız, ayrı gayrılığımız, ayrıcalığımız, huzursuzluğumuz, onların da gündelik yaşamlarında hakları, saygınlıkları bağlamında bir kaygıları, eksikleri ve endişeleri olmadığı-bulunmadığı halde, bir azınlık sorunu yaratılması ve yaşatılması meselesi  de yine yeni değildir.

Aynı şekilde devlet gücünün veya yönetimlerin zayıfladığı, bir zaafiyete düştüğü veya yeknesaklaştığı ya da kısır döngülere girdiği dönemlerde, ülkemizi yönetmekle sorumlu bizzat iktidar ve kamu görevi mensuplarından ve dahi aydın sanılan veya sayılan bazılarının (mesela yazarların, sanatçıların vs.), geçmişte de nasıl ki kimi Osmanlı erkânı, paşalar, beyler, valiler ve sair insanlarda da olmuşsa , kendi ülkesini düşünmek yerine, ülkemizde emeli olanlarla bilinçli veya bilinçsizce “işbirlikçiliğe” ya da ülke menfaatlerine aykırı hareketlere sapmaları da yeni bir şey değildir, bu da hep aynıdır; eskiden de oldu, vardı, şimdi de vardır veya olur ve olacaktır da.

Yani zaten “Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşı olan” her birey, bu milletin her bir ferdi bunları, bu durumları, bu gerçekleri bilmektedir… Çünkü eskiden de yaşanmıştır. Dolayısıyla,  insanlarımız arasında da şimdilerde kimilerimizin kimilerimize: “gerçeği anlamıyorlar bir türlü, millet uyuyor, uyan ey milletim” filan demesine de, düşünüyorum da, esasen hiç gerek yoktur. Zira anlaşılacak bir şey yoktur ki, zaten herşey apaçıktır ve değişen bir şey olmadığına göre, zaten bilinmektedir, nesini anlasınlar? Daha önce hiç olmamış yeni bir şeyler ancak anlaşılmaya muhtaçtır ve “yeni bir şeyler” ancak anlaşılsın diye anlatılmaya çalışılır. Onun için “esasen” anlatılacak veya anlatılması gereken “yeni bir şey” de aslında yoktur. Eskinin hep tekrarıdır, yine, yine ve yine tüm yaşananlar.

Ama işte hâl böyleyken, Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milletini oluşturan insanlarımızın bir kısmının, bu zaten hiç değişmemiş durumu, yani Sevr’i, haçlıları, kapitülasyonları, batılı ülkelerin ülke topraklarımızdaki iştahlarını, hele de İstanbul arzularını, keza içimizde bazı mihrakların ve dahi bazı azınlıkların da hep ve daima kendi ayrılıkçı ve aykırı bağımsız hegamonyalarını oluşturma arzularını, tüm bu cennet yurdumuzu, devletimizi, milletimizi bölme, parçalama, güçsüzleştirme, yönetme ve köleleştirme emellerini filan, sanki hiç bilmezlermiş gibi bir havada hareket ettiklerini gördükçe, bizler de ister istemez anlatmak zorunda kalıyoruz haliyle, mecburen.

Aslında anlatmıyoruz bile, hatırlatıyoruz sadece… Zira “kimi insanlar” tüm bunları unutmuş gibi bir haller sergileyince, bizler de diyoruz ki unutmuşlar herhalde, biz de hatırlatmalıyız madem, hatırlatalım bari…

Halâ hatırlamıyor musunuz?

E ama bu kadar da unutkanlık olmaz ki canım... Hayır yani “demans” desem, buna da yaşımız daha tutmuyor ki henüz… E o zaman bu neyin nesi böyle? Hani bilmiyorsunuz desem, bilmiyor kesinlikle değilsiniz, bunların hepsini zaten gayet de iyi bilmektesiniz, bilmekteyiz… E ne bu o halde... yoksa erken bunama mı?
Ya da... birilerince bilinçli bilinçli sizin üzerinizde hipnoz etkinlikleriyle beyniniz yıkanıp da, bütün bunlar size unutturulmuş, siz de bütün bunları bilirken bilmezleştirilmiş olmayasınız?

Nasıl? demeyin.  Yukarıda da değindiğim gibi, şimdiki savaşlar genellikle silahla yapılmıyor, öncelikli olarak ve dahi ağırlıklı olarak “subliminal telkin"lerle yapılıyor! Reklâmlardı, medyaydı, filmlerdi, çeşitli kültür ve dil emperyalizmiyle insanların değer yargılarına, psikolojilerine oynuyorlar. Kaleyi içten içten yıkıyor, fethediyorlar. Son derece ustaca, usul usul, kendilerini şirin-dost-yardımcı göstererek, çaktırmadan. Emperyalizmi “her yönüyle”, “her alanda” mükemmel işletiyorlar!  Kapitalizmin en üst aşaması anlamında sadece ekonomik olarak değil, KÜLTÜR emperyalizminin yanısıra, bilimsel ve teknolojik emperyalizm dahi yapılmaktadır hattâ… çeşitli yayınlarla, seminerler, kurslar, toplantılar, kuruluşlar, sempozyumlarla, öyle ki bazı üniversiteler ve bazı STK’lar kanalıyla dahi. Tam kuzu postunda çakallar misali. Zaten ne demektir emperyalizm? Kısaca, “yayılmacılık”!  İşte tam da özüne de, tanımına da uygun şekilde.

Neden sanıyorsunuz, insanlarımızın yabancı hayranlığını? Kendi özünü, aslını küçümseyip değersizleştirip de, Avrupalılığı, Amerikalılığı modernlik, çağdaşlık, bir kalite, bir makbuliyet saymasını? Neden sanıyorsunuz,  kendi dilimizi es geçip de o hep şikayetçi olduğumuz her yere, her mekâna yabancı isimler verme özentisini? Neden sanıyorsunuz marka çılgınlığını, keza tüketim çılgınlıklarını? Yalnızca ekonomik-ticarî filan mı olduğunu düşünüyorsunuz bunların? Hayır sanmayın, çünkü tam da siyasî ve asıl, politik nedenleri-hedefleri var bütün bunların.

Tüm bu yabancılaştırılma, kendimize yabancılaşma nedendir dersiniz?.. Ki yabancılaştırılma derken sırf “batılılaştırılma” anlamında da değil, aynen “doğu”ya yönelik olarak da geçerlidir bu… oyun içinde oyun, aynı zamanda araplaşmak gibi de mesela!

Evet neden sanıyorsunuz, bir taraftan da insanın giderek bencilleşmesini, kendine, kendinden olana, kendi özüne, aslına, diline, dinine, ülkesine, insanına, vatanına, “askerine” yabancılaşmaları? Kendini, ülkesini, “insanını” aşağı görmeleri? Neden sanıyorsunuz güzelim alışkanlıklarımızı, insanlığımızı, toplumsal değerlerimizi, komşuluğumuzu, akrabalığımızı, güvenimizi, saygımızı, sevgimizi, şefkatimizi, inceliklerimizi, paylaşımlarımızı, yardımlaşmalarımızı neredeyse terkedip, dilin de, dinin de, bilimin de, sanatın da, kültürün de, tüm ORTAK değerlerimizin ve böylece  toplumun da, herşeyin herşeyin dejenere oluşunu? Birbirine kenetli insanların, çekirdek aile yapısının bile koflaşıp, yozlaşıp, dağılmalarını; insanların  tek başınalaşmalarını, yalnızlaşmalarını? Ve tabii böylece kaçınılmaz olarak kutuplaşmaları da!!

Neden sanıyorsunuz son zamanlarda giderek “kişisel gelişim”di, NLP’iydi, New Age’di, yok Hathor’uydu, Pleiades’iydi, Aziz Melek-Baş Melek Mikael’iydi, yok olmadı raquel, uriel, raziel, haniel, gabriel, samuel, ariel, metatron vs. “melek”ler, “celse”ler… ve her nasıl oluyorsa hepsi de “baş” üstelik bu mübareklerin… yok yogası, brahmanı, budha’sı, karma’sı, zen’i, tantrası, Sevgi Birliği’ydi, yok Işığı’ydı, Kardeşliği’ydi vs. vs. gibi türlü bin çeşit “spritüel” ve “ezoterik” propoganda ve akımların moda olmasını ve hızla yaygınlaşmasını?

Gelişim falan değil, dönüştürüyorlar çünkü sizi. Yüzeysel olarak size gayet mantıklı ve doğru gibi gelen donelerle özellikle de “sevgi”, “barış”, “kardeşlik”  ve “din” argümanlarını kullanarak, damardan damardan, ufak ufak, hiç çaktırmadan enjeksiyonlarla “gerçeklerden” uzaklaştırıyorlar ve bir hayal, kendi arzu ettikleri gibi bir kişilik-kimlik, hattâ “aidiyet” pompalıyorlar size. Siz de kendinizi an geliyor bir barış havarisi, bir kardeşlik timsali, bir sevgi yumağı, bir olumluluk abidesi… veya dini bütün, imanı tam en seçkin bir kul… ya da bilinci en gelişmiş, herşeyi nasıl da farkeden, tek kendi bilen, artık herşeyi aşmış, üstünlüklere ulaşmışçasına elit, o denli de “farkındalık” boyutuna ermiş belki bazan bir kahraman, bir idol, belki bazan seçilmiş bir insan, bir “seçkin” gibi filan zannedebiliyorsunuz kendinizi ve dahi aynen yine sizin gibi uyutulmuş diğer başkaları da haliyle sizi!

Gerçek ilimden-bilimden değil, gerçeklerden ve doğrulardan değil, sahteliklerden artık medet umar, çare arar ve sanar hale getiriliyorsunuz. Çeşitli safsataları ve sahteliği, yani yalanları veya maskeleri, maskeliliği filan da mesela artık çareymiş, doğruymuş gibi görür-sanar oluyorsunuz. Ruhunuza oynuyorlar, fikrinize oynuyorlar. Aldatıyorlar. Aldanıyorsunuz. Kullanıyorlar sizi. Bir anlamda da aptallaştırmış oluyorlar, siz hiç bunu zerre bile farketmeden. Siz de  kendinizi çok mutlu hissediyorsunuz. Zira hatırlayın ki en mutlu insan en aptal olandır zaten, hiçbir şeyin farkında değildir çünkü!

Böylece siz kendiniz kendinize ve de etrafınıza da müthiş bir yanılgıyla çok da bir iyilik yaptığınızı ve akıllılık yaptığınızı, ne kadar da akıllı ve asıl "yararlının" da kendiniz olduğunuzu filan düşünüyor oluyorsunuz ama, böylelikle topluma en büyük zararı bizzat siz vermiş oluyorsunuz. Tıpkı "mikrop" gibi bir hale getirmiş olarak sizi, sizin bu herşeye, her ne olursa olsun, öyle ki kötü, olumsuz, yanlış, haksız, yersiz bir şeylere karşı bile sürekli hep pozitif enerjiler saçarak,  tepkisiz, hep olumlu hep olumlu, güya hep sevgi ve iyilik, barış, kardeşlikle dolu olmanız “sayesinde”, sizin varlığınızla, sizin bu ahvaliniz üzerinden, bu şekilde tüm toplumu hastalandırmış oluyorlar. Neden sanıyorsunuz başlarla ayakların yer değiştirmesini?... Neden sanıyorsunuz, en olmayacak şeyin artık oluyor, ama en olacak ve olması gerekenin artık olmuyor, olamıyor olmasını? Neden sanıyorsunuz anormalin artık size normal, doğrunun yanlış, yanlışın doğru,  iyinin kötü, kötünün size sanki iyiymiş gibi gelmesini? Çünkü olmayacaklara, olmaması gereken şeylere hiçbir itirazınız olmuyor ki, hep olumlusunuz!! Hep hoşgörülü, sevgi dolu, barışçıl !!!

Üstelik  yalnızca insanlara, halklara değil,  hedeflerindeki o ülkelerin devlet yönetimleri üzerinden de yine topluma hükmetmeye yönelik olarak, yönlendirmeye açık, bu konularda zaafları, bencil veya yanlış idealleri, dolayısıyla yumuşak karınları olan bazı ülke yöneticilerini de, BU ZAAFİYETLERİNİ VE EĞİLİMLERİNİ KULLANARAK yine çok güzel kafa-kola alabiliyorlar da haliyle. Çünkü siz de tepkisizsiniz ve neyin ne olduğunu da şaşırmış durumdasınız ya zaten, herşeye olumlu, herşeye olumlu.. dolayısıyla bir çare olarak görebiliyorsunuz bir takım arazları varsa bile o yöneticileri de! Ve her nasıl bir sevgi, barış, kardeşlik, din argümanı, amacı veya empozesiyse bu, bütün diktatörler ve dolayısıyla da bütün ikilikler, kutuplaşmalar, kargaşa, halk isyanları, hattâ iç savaşlar dahi böyle yöneticilerin ülkelerinde daha bir ortaya çıkıyor, daha bir hızla ve yoğun oluşuyor doğal olarak. Çöküyor bile hattâ o toplum, parçalanıyor, bölünüyor... radikal değişimlere ama gelişmeye değil gerileşmeye uğramış oluyor bu nasıl bir barış, sevgi, huzur, refah ve özgürlük ise. Üstelik hem de son derece kanlı, düşmanca, şiddet ve saldırganlıklarla, vahşetle dolu bir biçimde. İyi ki sevgiydi, barıştı, kardeşlikti diyesi geliyor insanın… hani "HAK"tı, hukuktu, demokrasiydi, eşitlikti, özgürlüktü, hani güvenlikti, refahtı, huzurdu, emniyetti, eminlikti, hani gelişmişlikti, insanlıktı, mutluluktu, olumluluktu, iyilikti, hani  yararlıydı, hani nerede? diyesi geliyor.

Eskiden de askerî savaş stratejisi ve yollarından biri olarak, 5. Kol Faaliyetleri denirdi buna… Bir zamanlar yalnızca askerî alanla kısıtlı olarak uygulanmaktayken, tabii zaman içinde bu da daha yaygınlaştırılıp çeşitlendirilerek, uygulama boyutları, yolları ve alanı da genişletilmiş ve geliştirilmiş oldu. Tıpkı eski ateşli silahların da artık yerini daha gelişmiş, daha “modern” -iyi ki modern- silahların alması gibi!! Demek ki “modern”i de sorgulamak lazım bu arada! Ama “postmodern"i daha da fazla tabii ki!!  Zira böylece de artık yalnızca fiziksel değil, kimyasal, biyolojik, psikolojik… hatta genetik ve en önemlisi “aksiyolojik” silahlar da geliştirmiş oldular!!  Yani hem insanî, hem de toplumsal; hem vicdanî, hem fikirsel-zihinsel-bilinçsel; hem bilimsel, hem kültürel ve de “ulusal” değerler yitimi, çöküşü, dejeneresi! Çünkü duygu yitimi, “duruş” yitimi, kişilik-karakter yitimi, ruh yitimi ve dejeneresi. Dolayısıyla akıl yitimi ya da dejeneresi.

Evet, değerler yitimi !.. Ki…

Evrensel !!

Zaten "evrensellik" diyerek asıl, gözümüzü boyuyorlar, kandırıyorlar bizi!  Çeşitlilik, renklilik, çok seslilik, herkese hürriyet, her birey kendine egemen, herkes özgür, bağımsız, hür, güvende, mutlu, sorunsuz, güçlü diyorlar… ama tam aksi!  Çünkü asıl, tüm evreni tek bir devlet, tek kendilerinin yönettiği bir "evren devleti" haline getirmek ve öyle görmektir, bütün bunların "şimdilerde" ulaşmış olduğu artık asıl nedeni-hedefleri… böyle bir evren imajı, evren modeli, “evren devleti” projesi.

Onların bu hedefleri, üzerimizdeki-ülkemizdeki emelleri, devletimize, insanımıza, yurdumuza kentlerimize, topraklarımıza... ekonomimize, rejimimize, BİZE hakim olma, sahip olma, onların bizi yönlendirme ve yönetme arzuları hiç değişmedi.  Boyutları farklıydı sadece, boyutları da genişleyerek şimdiki zamana da böyle ulaşmış oldu ama eskiden beri tüm tarih boyunca da bu hep böyleydi ve hep de yaşadık zaten bunları… Ama siz, bazılarınız hiç hatırlamıyor gibi, unutmuş gibi işte bunları.

Onun için;
Bir düşünün bakalım. Hattâ acilen bir silkelenin ve kendinize gelin. Kendinizi bulun, kendinizle, aslınızla buluşun, ayılın.
Evet, hipnotize edilmiş, uyutulmuş olmayasınız sakın!?!
Zira başka türlü hatırlanmaması mümkün değildir şu bütün yaşananların ve olmuş olanların! Ve tabii, “bütün bu olanların böyle olmasının” ve “yapılanların böyle yapılmasının” ve “yapılabilmesinin” de!

Üstelik çok eski de değil… bize hakim olabilme hedeflerinin en sonuncusunun çok geçmedi de üstünden… hepi topu sadece 90 yıl önceydi… biz NİYE yapmıştık “Kurtuluş Savaşımızı”? Biz niye ve “hangi koşullarda” yazmıştık ATA’mızın önderliğinde o Çanakkkale, Anafartalar, Gelibolu destanlarımızı ve daha nicelerini…? Bütün bu emellere karşı çıkmak, önlemek için değil miydi? Evet NİYE, niye… ve “ne yüzünden”, “kimler yüzünden”??
Hatırlayın..!
Durup dururken miydi?
Koskoca bir imparatorluğu nasıl da zayıflatıp, çökertip, paylaşmak, bu topraklara kendileri hakim olmak, Türk insanını, Türk yurdu Anadolu’yu tarih sahnesinden silip kendilerine tâbi kılmak, kendileri hükmetmek değil miydi emelleri?
Ya yık yönet, ya parçala böl, küçük küçük eyaletler haline getir yönet, ya da güçsüzleştir, borçlandır, kendine gebe kıl öyle yönet.  Tek kendileri yönetsin de, nasıl yönetirse yönetsin… köle-kul mantığıyla! Gericiler, kandırılmış-uyutulmuşlar, akıl yitimine uğramışlar ve işbirlikçiler de onların hizmetinde!!

Unutturmaya çalışıyorlar tabii, hatırlamamız hiç işlerine gelmez çünkü!

O zamanlar Osmanlı’ydı Türklerin ülkesi-devleti, onu parçalayıp, yıkmak, yönetmekti dertleri, şimdi de işte Türkiye’yi!
Emelleri hiç değişmedi!

HATIRLAYIN..!
Ve HEP hatırlayın, HİÇ unutmayın güzel insanlarım.

Hatırlayın ki… kanmayın, aldanmayın, yanılmayın;
Hatırlayın ki… oyuna gelmeyin, sizin üzerinizden oynayamasınlar oyunlarını.
O zamanlar Lozan’la bozmuştuk oyunlarını, şimdi ise hiç Lozan’lara filan ihtiyaç kalmasın yine, kalmamalı, siz zaten her an bozabilirsiniz, bozun, bozalım, bozmalı bu oyunu.

Halâ çok geç değil daha.
Hatırlayın!

Yeter ki,
Hatırlayın...

Filiz Alev
27.04."13

 
Toplam blog
: 157
: 3152
Kayıt tarihi
: 03.03.11
 
 

Ekonomistim, emekliyim. İki evlat annesiyim. Müzikle ilgilenirim, bestelerim vardır. Düşünürüm, a..