Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mayıs '09

 
Kategori
Eğitim
 

İlköğretmen (2)

Yazarı: Cengiz Aytmatov

"Cengiz Aytmatov; 1928 yılında Kırgızistan’da doğmuştur. Aytmatov, en geniş anlamda Türk Kültürünün dünyada yeni ve güçlü bir atılım yapabilmesini sağlayacak önemli bir değerdir. Buna karşılık Türk Kültürü ve Türkiye, Aytmatov’un birikiminden yeterince yararlanamamaktadır.

Aytmatov, çok yönlü bir kişiliktir. Her şeyden önce iyi bir edebiyatçıdır. Eserlerinde psikolojik ve sosyal çağrışımlar ile soyutlamalar, temel aldığı yerel unsurları evrensel boyuta taşıyabilmesini sağlamıştır.

Aytmatov, milletinin tarih boyunca kazandığı sosyal, kültürel, ahlaki, edebî, askerî, yani bütün maddi ve manevi zenginliğini eserlerine yansıtmış; yaşadığı coğrafyanın, insanının tarih içinde kazandığı değerleri, acıları, kahramanlıkları, tecrübeleri yazıya döküp ölümsüzleştirmiştir. Halkının içine düştüğü zor durumları eserlerinde en güzel şekilde anlatmış, onların çözümlerine dair ipuçları göstermiş, kendi ifadesi ile “tipik insan”ı ortaya koymaya çalışmış bir yazardır. Hikayelerinde milletinin temel mülkü olan millî hafızaya ait efsane, destan, masal, hikâye ve türleri; bunların meydana geldiği şartları, ardındaki hikâyeleri, insanları kullanırken, Kırgız Türk Kültürünü, psikolojisiyle, duyuş ve anlayış tarzıyla, tüm zenginliğiyle o kültürü bina edenlerin evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalışmıştır."

“Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini, kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın, milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu millî olanın ötesine doğru genişletmek ve ‘evrensel’ olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar ‘tipik insan’ı ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.”

Romanın Özeti:

Öykünü neredeyse tamamı bir mektuptan oluşuyor. Öykü bir ressamın ağzından anlatılıyor.

Kurkuruğ geniş bir yayladır. Köyün üst tarafındaki tepede, iki büyük kavak göklere doğru akmaktadır. Kurkuruğ’a nereden gelirsen gel önce kavakları görürsün. Bu kavakların olduğu tepeye Duyuşen’in Okulu diyorlar. Söylenenlere göre o tepede küçük bir okul varmış ama şimdi o okuldan en küçük bir iz bile yok.

Genç nesil bu tepe hakkında pek bir şey bilmiyordu. Büyüklere Duyuşen kim diye sorduklarında umursamaz bir şekilde ellerini sallayarak: “Topalkoyun ailesinden bir adam hala yaşıyor. Eskiden şu tepede bir samanlık vardı. Duyuşen, okul yaptı oraya, çocukları okutmaya başladı. Okula da pek benzemiyordu ya adı okuldu. Ne garip zamanlardı onlar!” diyorlardı. Duyuşen şimdi yaşlanmıştı ve köyün postacısı olmuştu.

Köyden bir telgraf aldım. Kurkuruğ’da yeni bir okulun açılış törenine çağrılıyordum. Okulun açılış törenine üniversitede öğretim üyesi olan Altınay Süleymanovna da gelecekmiş. Bir iki gün köyde kalıp Moskova’ya geçecekmiş.

Altınay Süleymanovna da bu köyde doğmuştu, ancak küçükken ayrılmıştı. Şimdi ise üniversitede, Felsefe dersi veren, yaşlanmış ve olgun ünlü bir kadındır.

Okulun açılış törenine Altınay Süleymanovna da gelmişti ve büyük bir coşkuyla karşılandı. Törenin bitiminde okul müdürü konukları ve öğretmenleri evine davet etti. Burada otururken elinde bir deste telgraf olan bir çocuk içeri girdi. Eski öğrenciler yeni okulun açılışını kutluyorlardı. Müdür; “Telgrafları Duyuşen Dede mi getirdi?” diye sordu. “Evet” dedi çocuk. Bunu duyan Altınay Süleymanovna’nın yüzü garipleşti ve kızardı. Duyuşen ısrarlara rağmen içeri girmedi, dağıtılacak postaları olduğunu söyledi ve gitti.

Altınay Süleymanovna dışarı çıktı. Su arkının yanında tek başına durup köyün girişindeki kavakları izliyordu. Yanına gittiğimde akşam saat 11’de Moskova treni ile döneceğini söyledi. Israrlarıma karşılık “Ertelemeyeceğim, bir işim var, gitmeliyim, ” dedi. Köylülerin tüm ısrarlarına rağmen akşam treniyle geri döndü. Birkaç gün sonra hiç beklemediğim bir anda Altınay Süleymanovna’dan bir mektup aldım. Mektubu; “Çok önemli, acele işleri olduğu halde her şeyi bir yana bırakarak yazdığını, anlatacaklarının bir itiraf olduğunu, özellikle gençler için yararlı olacağını ve bunu sadece köyündeki değil bütün insanların bilmesi gerektiğini, ne kadar insan çok bilirse acısının o kadar dineceğini, ” söylüyordu.

Mektup şöyle devam ediyordu:

“1924 yılıydı. O zamanlar 14 yaşındaydım. Ölen babamın amcasının evinde oturuyordum. Annem de ölmüştü.

Güzün, zenginlerin kışlamak için dağa çekildiği sırada köye sırtında siyah kumaştan asker kaputu olan genç bir yabancı geldi. İlkin onun orduda komutan olduğu, köye de başkan olacağı söylendi. Ama sonra komutan filan olmadığı, kıtlık yıllarında köyden ayrılan Taştanbek’in oğlu Duyuşen olduğu anlaşıldı. Köye okul açmaya, çocuklara ders vermeye gönderilmişti. O zamanlar “okul”, “öğretim” kelimeleri bilinmediğinden kimse anlamını anlayamıyordu. Duyuşen bir gün tüm köylüleri karşı tepeye çağırdı. Okul için bina gerekli olduğunu ve bunun için tepedeki eski samanlığın onarılmasında, ona yardım etmelerini istedi. Fakat köylüler: Biz köylüyüz, bizi toprak doyuruyor. Çocuklarımız da bizim gibi olacak, okuma bizim neyimize, deyip köye geri döndüler. Haline çok acımıştım. O günden sonra Duyuşen her sabah tek başına tepeye gidiyor, akşamın geç saatlerinde dönüyordu.

Birkaç gün sonra Duyuşen evleri tek tek dolaşıp çocukları topluyordu okula götürmek için. Ben yan gözle Duyuşen’e bakıyordum. Ödüm kopuyordu bizim eve uğramayacak diye. Duyuşen evimize gelip, okula gitmem için teyzemden izin istedi. Ama teyzem kaba bir kadındı. Duyuşen’e bağırmaya başladı. Amcam da kadınların erkek işine karışmasından hiç hoşlanmazdı. Bu yüzden teyzeme kızdı. Duyuşen’e de, ‘Al götür kızı!’ dedi. Okula vardığımızda, kaba saman döşeli toprağa oturduk. Duyuşen: ‘Çocuklar, ben size okumayı, saymayı öğreteceğim, ne biliyorsam hepsini size öğreteceğim, ’ dedi.

Gerçekten büyük bir sabırla bütün bildiklerini anlatırdı bize. Her öğrencinin ayrı ayrı başına geçip kalemin nasıl tutulacağını, daha anlamadığımız bir sürü şeyi, anlatırdı.

Düşündükçe hala şaşırıyorum. Kendisi bile heceleye heceleye okuyabilen, elinde tek ders kitabı, sıradan bir alfabesi bile bulunmayan bu adam, böylesine büyük bir işin altından nasıl kalkabilirdi. Dedeleri de, dedelerinin dedeleri de, kara cahil olan bu çocuklara ders vermek kolay bir şey mi? Duyuşen plansız, programsız, eğitim yöntemlerinden habersiz başlamıştı bu işe. Daha doğrusu böyle şeyler olduğundan bile haberi yoktu. Duyuşen bildiği gibi, uygun gördüğü gibi okutuyordu bizi. Ama işine iyi niyetle, tutkuyla sarılmıştı. Ve ben bugün bile emeklerinin boşa gitmediğine inanıyorum. Farkında olmadan büyük kahramanlık gösterdi. Evet kahramandı. Çünkü hayatları boyunca köyden dışarı çıkmamış biz Kırgız çocuklarının okula gitmesi, duymadığımız o zamana kadar bilmediğimiz dünyalarla karşılaştırdı bizi.

Duyuşen’in en büyük öğrencisi bendim. Belki bu yüzden ötekilerden daha iyi öğrenirdim. Ama bunun asıl neden olduğunu sanmam. Öğretmenimin her sözünü büyük bir merakla dinler, gösterdiği her harfi istekle bellerdim. Ve benim için dünyada Duyuşen’den daha bilgili, akıllı insan yoktu.

Kış yaklaşıyordu. İlk kar düşene kadar, tepeden inen dereyi taşlar üzerinden sekerek, bazen de yüzerek geçiyorduk. Sonraları dereye uğrayamaz olduk, buzlu sular donduruyordu ayaklarımızı. En çok küçüklere zor geliyordu bu. Okula geldiklerinde acıdan gözlerinden yaşlar akardı. O zaman, Duyuşen, dereden birer birer geçirmeye başlardı bizi. Birini sırtına, ötekini kucağına alıp geçirirdi.

Karakış dağların ardına doğru çekildi gitti. Bildiğim baharların en güzeliydi. Teyzem beni sürekli azarlıyordu ama artık dokunmuyordu, alışmıştım. Bir gün okuldan eve dönüyordum. Evin önüne iki yabancı at bağlanmıştı. Eyerlerine, koşumlarına bakarsan dağdan inmiş zengin kişilerdi. Teyzem yüzünde, onun olmayan bir gülümsemeyle kapıda karşıladı beni: “Üzülme yeğenim, sen yoksul kalmayacaksın. Başına talih kuşu konduğunda teyzene dua edeceksin.”

Teyzemin halinden kuşkulanmıştım. Canım sıkıldı, ürperdim. Ertesi gün okulda Duyuşen’in düşünceli olduğunu fark ettim. Okuldan çıkarken beni çağırdı: “Bugün eve gitme Altınay. Savunacağım seni, ” dedi Duyuşen. Şimdilik bizde oturacaksın ve benden hiç ayrılmayacaksın.

Sararmıştım, Duyuşen çenemden tutup yüzüme, gözlerimin içine bakıp gülümsedi: “Korkma ben buradayım, yanındayım. Derslerini öğren. Her zamanki gibi okula devam et, ötesini düşünme.

Kafamdan kötü düşünceleri atmak istiyordum ama nasıl? Teyzem her an tutup götürebilirdi beni, istediğini yapardı bana, kimse de karışamazdı. Duyuşen neler düşündüğümü anlıyordu. Bunları unutturmak için ertesi gün okula iki fidan getirdi. Dersten sonra bir yana çekti beni: “Bu kavak fidanlarını sana getirdim. İkimiz dikeceğiz onları. Büyüyüp yetince, sen de büyüyeceksin. İyi bir insan olacaksın. Bilgin olacaksın sen.”

Fidanlar benim boyumdaydılar. Onları okulun yanına diktik.

-Yarından sonra belediyeye gideceğim. Seni anlatacağım arkadaşlara. Kente okula alsınlar seni.

Ertesi gün dersteyken okula yaklaşan at sesleriyle irkildik. Tam bu sırada kapı açıldı. Teyzem kapıda göründü: “Kızımı almaya geldim. Evlenecek.” dedi. Bana doğru yürürken Duyuşen yolunu kesti. Teyzem atlılardan birini çağırdı. Geçenlerde evde gördüğüm adamlardan biriydi. Ardından eli sopalı iki kişi indi atlardan. Adamlardan biri Duyuşen’e vurmaya çalıştı ama Duyuşen sakındı, adamın karnına bir tekme vurdu, yere yıktı. Aynı andan sopalı adamlar öğretmenimin üstüne çullandılar. Öğretmenimin kolu kırılmıştı. Teyzem diğer adamlar birlikte beni yakaladı. Saçımdan sürüklemeye başladılar. Ağzımı tıkadılar, eyerin üstüne attılar beni. Başımı güçlükle kaldırıp baktım. Duyuşen arkamızdan koşuyordu. Eli yüzü kan içinde, sendeleyerek koşuyordu. Haydutlar durdurdu ve iki vuruşta öğretmenimi çalılıklara yıktılar. Beni nasıl, nereye götürdüklerini hatırlamıyorum. Bir çadırda kendime geldim.

Dördüncü gün uzaktan üç atlının yaklaştığını gördüm. Yerimde dondum kaldım. Biri Duyuşen’di. Ötekilerin başında jandarma şapkaları, üstlerinde yıldızlı kaputlar vardı. Duyuşen’in başı ve kolu sarılı idi. Attan indi hırsla çadıra girdi.

-Kalk hain! diye bağırdı. Şimdi cezanı bulacaksın. Hadi düş önümüze. Boyun eğmişti adam.

Yolda giderken öğretmenim: “Geçen gün belediyeye gittim, okumaya gideceksin.” dedi.

İki gün sonra Duyuşen istasyona götürecekti beni. Başıma gelen bunca şeyden sonra köyde bir dakika bile olsun kalmak istemiyordum.

-Altınay okumalısın sen. Ben pek öyle okumuş bir insan değilim. Gitmelisin, böyle daha iyi. Belki de sen gerçek bir öğretmen olursun, okulumuzu hatırlayınca gülersin.

Duyuşen’in düşündüğü gibi büyük şehirlerde okudum. Anlattığı büyük pencereli okullarda ders gördüm. İşçi Üniversitesini bitirdim ve Moskova’ya bir Enstitüye gönderildim.

Uzun süren öğrenim yıllarında çok güçlüklerle karşılaştım. Zaman zaman umutsuzluğa kapıldım. Böyle zamanlarda öğretmenimi hatırlıyor, ondan güç alıyordum. Önüme çıkan güçlüklerde yılmadım. Arkadaşlarımın kolayca anladıkları şeyleri büyük çaba harcayarak anlıyordum. Ben her şeye başından başlıyordum.

İşçi Fakültesinde okuduğum sırada Duyuşen’e bir mektup yazdım. Onu sevdiğimi söyledim. Cevap vermedi. Haklıydı belki de. Çünkü okumamı istiyordu. Ben de bir daha yazmaya çekindim.

İlk tezimi Moskova’da verdim. Kazandığım ilk büyük başarıydı bu. Bütün bu yıllar içinde zaman ayırıp köye gidemedim. Sonra da savaş başladı. Bir sonbahar günü köye gittim. Köye yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Ta uzaktan, köydeki değişiklikler göze çarpıyordu. Okulumuzun olduğu tepeye göz attım. Kalbim duracak gibi oldu. Yamaçta yan yana iki kavak göklere doğru uzanıyordu. Unutmamıştı, beni düşünmüştü. Duyuşen’in askere gittiğini öğrendim. Köye girmeden geri döndüm. Savaş bittikten sonra Duyuşen hakkında hiçbir şey öğrenemedim. Köye dönmemişti. Bazıları ölmüş olabileceğini, söylüyordu.

Yıllar geçiyordu. Geç evlendim. İyi bir kocam var çocuklarımız oldu. Çok ülke dolaştım ama bir daha köye uğramadım. Köyle bağımı kesmem kötü oldu ama ne yapayım. Eski günleri hiç unutmadım. Sadece uzaklaştım biraz.

Biliyorum köyden birden bire ayrılmama üzüldünüz siz. Oradakilere anlatamaz mıydım sanki. Hayır! O anda o kadar büyük bir utanç duymuştum ki hemen ayrılmalıydım oradan. Duyuşen’le karşılaşamayacağımı, yüzüne bakmaya hakkım olmadığını anlamıştım. Bana gösterilen sevgi yüzünden suçlu buluyordum kendimi. Yeni okulun açılış töreninde en önemli yerde ben olmamalıydım. Bu, ilk öğretmenimizin hakkıydı ama öyle olmadı. Biz şenlik içinde sofra başında oturmuştuk. O değerli adam o anda mektupları yetiştirmek için acele ediyordu.

Her zaman oluyor böyle şeyler.

Duyuşen’in nasıl bir öğretmen olduğunu gençler bilmez. Eski kuşaktan da pek çok kişi aramızda değil. Savaşta Duyuşen’in pek çok öğrencisi cephede kaldı. Gençlere öğretmenim Duyuşen’i anlatmalıydım.

Öğretmenimin yanına gideceğim. Önünde diz çöküp beni bağışlamasını isteyeceğim. Moskova dönüşü köye gideceğim. Yeni açılan okula “Duyuşen’in Okulu” adının verilmesini isteyeceğim. Bu sıradan postacı bunu hak etmiştir…”

Sonuç:

"Temelinde sevgi olan hiç bir eğitim denemesi, başarısızlığa uğramaz."

Şeyda Kotan

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..