Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ekim '08

 
Kategori
Dil Eğitimi
 

İngilizce konuşmanın dayanılmaz cazibesi

İngilizce konuşmanın dayanılmaz cazibesi
 

Ben


Öğrencilik yıllarımda ortağım Hüseyin abiyle birlikte ihraç fazlası tişört satarak sağlardık geçimimizi. Gündüzleri sosyeteye hizmet veren lüks mağazalar akşam olunca bize kalır, biz de İzmir limanından kota yemiş ihraç fazlası ürünleri bu dükkanların önünde açtığımız seyyar tezgahlarda orta direğin beğenisine sunardık.

Bir gün üzerinde kocaman “TOP ONE” yazan tişörtler çıktı bizim paketlerden. Benim yabancı dil Almanca, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu Hüseyin abininki de Fransızca olunca biz bu Amerikan diline Fransız kaldık doğal olarak. Fransız dediysek “TOP” un bizim dilimizde ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar da değildik elbette. Bunun için de bu malları tezgahın altına indirdik. İyi kamufle etmemiş olacağız ki, bir akşam kolejli veletlerden birisi bunları fark etmiş ve ısrarla almak istemişti.

"Kardeşim bunu utanmadan nasıl giyeceksin" dediğimizde, önce ufak bir afallama moduna giren çocuk durumu anlayınca öyle bir kahkaha patlatmıştı ki sormayın!..

Bizim sinirlendiğimizi gören velet işi uzatmamak için "Abi bu sizin anladığınız anlamda top değil bizde kötü anlama gelen Top onlarda bir numaralı adam anlamına gelir demez mi?" Bunun üzerine tezgahın altındaki TOPları gönül rahatlığı ile sere serpe teşhir ettik..

O günden sonra siparişlerimiz de arttı. İşlerimiz de açıldı. Her gece bizim tezgahtan Sam Amca’nın iadesi üç beş TOP ONE geldi geçti. Geçti geçmesine de her geçen seneyle birlikte bu İngilizce bilmeme işi içimde bir ukde olarak büyüdü gitti.

Yıllar sonra akademik hayata başladığımda nasıl olsa devletimiz bizi bir gün bu dili öğrenmek için diyar-ı gurbete gönderir oralarda herkes gibi biz de öğreniriz bu mereti diye heveslenirken bin bir emekle getirttiğimiz akseptanslar büyüklerimizin sümenleri altında çürümeye mahkum edilince bizim de yurtdışına gitme hevesimiz kursağımızda kaldı. Onlar adamlığının gereğini yaptı diye pes edecek halimiz yoktu elbette. Yüksek Lisans, Doktora dil engelini emektar Almanca ile aşıp, iş doçentliğe gelince “iş başa düştü oğlum Mehmet kendi işini kendin hallet” dedim ve başladım kendi kendime İngilizce çalışmaya. Bir kaç gramer kitabıyla işin teknik yönünü hallettikten sonra bir düzine hikaye ve romanla da kelime hazinemizi geliştirip girdik sınava. Gençliğimizin en güzel yıllarına mal olan üç beş denemeden sonra ÜDS adı verilen tuhaf bir sınavdan 100 üzerinden 82.50 alarak doçentlik dil işini halletmiş olduk. Artık TOP ONE ‘nin de anlamını biliyorduk. İş Bankasının kapısında yazan Push’un da. Ayrıca Memo’nun Mehmet’in kısaltması olmadığını da… Bunun sadece bir reklam aldatmacası olduğunu öğrenmiş ve liberal pazarın saftirik gerzekliğinden kurtulmuştuk çok şükür. Yazılanları okuyor, okuduğumu anlıyor, anladığıma yazılı cevap verebiliyordum.. Amma gel gelelim bir türlü konuşulanları anlayamıyordum.

Bir de bu çıkmıştı başımıza. İngilizce bu… Yazılışı ayrı, okunuşu ayrı... Almanca gibi yazıldığı gibi okunsa ne vardı konuşmaya ki… Söz gelimi elin Alman’ı iş, ticaret anlamına gelen firmen dediğinde firmen’den başka okunuşu olmayan bu kelimeyi sözlükten şıp diye buluyorsun. Ama İngilizce öyle mi ya… Adam biznıs diyor. Karıştırmadığın sözlük kalmıyor ama yine de anlamını bulamıyorsun. Oysa bildiğimiz business i kast edermiş de erbabı anlarmış onu. Eee ne yapalım yüze yüze kuyruğuna gelmişiz, bırakmak olmaz… Ne yapılacaksa yapıp bu engeli de aşmalıydık. Geceler boyunca bunun en pratik çözümü ne olabilir diye düşündüm durdum. Yine uykusuz geçen bir gecenin sabahında soluğu doğruca fakültede aldım. Good Morning diye daldım bizim İngilizcecilerin odasına. Sen misin İngilizce konuşmaya çalışan. Heriflerin yanına varan bir pişman, varmayan iki. Bir yarısı vatanı, diğer yarısı da dini imanı kurtarmakla meşgul. Edep bîgünah; vatan payümal olmuş, kim takar İngilizceyi… Pestenkeran bedenlerini böylesine ulvi vazifelere adamış hocalarımızı bir an olsun gavurca gibi fani ve fuzuli işlerle meşgul etmiş olmanın hicabı içinde dakika fevt etmeden süklüm, püklüm ayrıldım oradan.

Yine iş başa düşmüştü. Bu İngilizceyi çatır çatır konuşmayı kafaya koymuştum bir kere.. Haksız da değildim hani. Anadilime vermediğim emeği bu dile vermiş, tam üç yıl boyunca hiçbirini konuşamadığım iki binden fazla kelime ezberlemiştim. Deneye yanıla, düşe kalka sonunda bir formül geliştirmeği başardım. Bu formülün izinde 6 ayı aşkın bir süre çalıştım çabaladım. Apaladım, yalpaladım ama sonunda konuşmayı başardım. Hatta bir İngiliz arkadaş bile edindim kendime. Türkiye’ye davet ettim onu. Geldi. Konuştuk. Anlaştık. Mobayl yerine mobil dediğimde gülse de, anlıyordu ne kastettiğimi. Arkadaşlarımla tanıştırdım bu safkan İngiliz kızını. İki hafta misafirimiz oldu. Teyzem yaşında olunca evlerde de sorun çıkmadı. Şimdi kendimi kuş gibi hür hissediyorum. Çünkü dünya dilini konuşabiliyorum. Konya sınırlarının dışına çıkmadan, masanın başından kalkmadan ve hiçbir yardım almadan nasıl mı becerdim? Sihirli formülümü sadece ve sadece gerçekten öğrenme arzusu içinde olanlarla paylaşabilirim :)

 
Toplam blog
: 79
: 717
Kayıt tarihi
: 30.12.07
 
 

1963 K. maraş doğumluyum. Bir kamu üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. Muayyen zama..