Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Nisan '09

 
Kategori
Anılar
 

İnsanlık hep var olacak, olmalı !

İnsanlık hep var olacak, olmalı !
 

Galata Köprüsü (Aralık 1975)


 

Şimdi oğlumda da görüyorum! “Gençtir, ne yapsa yeridir.” ya da “Ee, delikanlı tabii.” gibi tanımlara uygun uç hareketlerim hiç olmamıştı gençliğimde. Hep sakin, çok düşünüp-az konuşan, etrafı gözlemleyen, insan profillerini tanımaya çalışan araştırmacı bir insan oldum. Bazı arkadaşlarım uzaydan geldiğimi ve dünyalıyı tanımaya çalıştığımı düşünürlerdi !

Hep diyorum, keşke en az bir 20 yıl daha erken gelseydim dünyaya. Kim bilir ne güzeldi o günleri İstanbul’un! Yine de sonlarına yetiştiğim -Galata Köprüsü'nde sadece 5-10 kişiyle balık tutabildiğim- için şanslıyım. Şehrin daha az kalabalık, mevsimlerin daha haşin hissedildiği günlerdi. Küresel ısınma gibi entelektüel tanımlar da yoktu! O tarihte ailem Ankara’da yaşıyordu; ama her fırsatta İstanbul’a gelmeyi seviyordum. Şimdinin bilmem kaç megapiksel dijital kameraları değil, analog Zenit kameralar pek meşhurdu. Fotoğraf çekme aşkım hep vardı. Bugünkü gibi yine İstanbul’un sokaklarına dalar, hemen her şeyi fotoğraflardım. Ama eve döndüğümde, çektiğim fotoğrafları USB’den bilgisayarıma aktaramazdım! O günlerin siyah-beyaz çekimlerinin fotoğrafçıda tab edilmesi 1-2 gün sürerdi.

1975’in soğuk ve yağışlı bir aralık günüydü. Haydarpaşa’dan bindiğim vapur Karaköy İskelesi'ne yanaşmıştı. Planım Galata’dan Beyoğlu’na doğru yürümek ve girilmedik sokak bırakmamaktı. Karelerini yakalayacağım anlam dolu yüzleri, anı dolu kaldırımları, kim bilir kaçıncı mevsimini yaşayan binaları düşündükçe heyecanlanıyordum. Aslında şimdi düşünüyorum da o günlerin görüntüsü de sanki siyah-beyazdı. İnsanlar da, binalar da grinin ve siyahın tonlarındaydı.

Uzakta gördüğüm o da Mustafa gibi olduğu yere çömelmişti. Başında yamulmuş bir Milli Piyango şapkası vardı; ama elinde bilet yoktu! Durdum. Bir süre onu izledim. Kıpırdamıyordu. Yok hayır, elleri titriyordu! Saçları ve sakalları bembeyazdı. Yavaşça yaklaştım, yanında durdum. Beni fark etmesi için bekledim. Değişiklik olmadı. Beyaz şapkası kirlenmişti. Belindeki yarı açık çantasında piyango sonuçları görünüyordu. Ben de çömeldim yanına. Artık yüzünü daha rahat görebiliyordum. Gözleri yarı açıktı. Akamayıp kalmış bir gözyaşı damlası dikkatimi çekti. Sakallarına az kala durmuştu! Titreyen ellerini tuttum. Buz gibiydi.

“Dayı, yoruldun mu? Ben de bilet alacaktım.”

Hiçbir değişiklik yoktu. Ne kıpırdıyor ne de ses çıkarıyordu. Duymamış mıydı acaba beni. Ayakkabısının burnundaki açıklığı fark ettim. Hali çok kötü görünüyordu. Bulmayı hedeflediğim anlam dolu yüzlere örnek olmasını istemediğim bir kıvamda duygusallık rayihası vardı havada. Ne neşe ne heyecanla indiğim vapurdan -daha ilk dakikalarda- hüzne çarpmıştım! Ben de dayadım sırtımı tarihi bankanın duvarına. Kaldım bir süre sessizce. Gelen-geçen bize bakıyordu. Sonra sarıldım ihtiyara.

“Ya dayı, neden bir şey söylemiyorsun? Hasta mısın yoksa?”

Başını kaldırdı. Gözlerini açtı. Aman tanrım, o kördü! Değneği de görünmüyordu yanında!

Titreyen elini uzattı, elimi tuttu.

“Biletim yok evladım. İnsanları sevmem bana öğretilirken, o insanlara bu sevgiyi kucaklamaları öğretilmemiş! Yaşlılık, emeklilik zor. Şeker beni kör etti. Hanımım da hasta ve bu yetmezmiş gibi, oğlumla gelinimi de trafik kazasında kaybettim ve tek torunumuza da iki yaşlı biz bakıyoruz. Elde yok, avuçta yok. Okul masraflarına yetişmek zor. Arkadaşlarına özeniyor çocukcağız ve üzülmesini istemiyoruz garibin. Allah ömür verse de okulunu bitirip işini buluncaya dek yaşayabilsek. Yaşım 80’e yaklaşıyor ve üç kuruş da bu işten kazanıyordum. Kör halimle başka ne yapayım! Dilenemem ki.”

Belli ki aydın bir insandı. Kurduğu doğru cümlelerle kendini ifade edişinden anlaşılıyordu bu.

“E ne güzel işte dayı. Hem çalışmak seni dinç de kılar. Bir hedefin var. Torununu da geleceğe hazırlıyorsun. Bak ben de bilet almak istiyorum zaten. Bana bir seri versene!”

Başı yine öne düştü. Derin bir iç çekti.

“Bu sabah birkaç kişi geldi yanıma. Biletleri ver de içinden 20 tane seçeceğiz dediler. Sevindim. Allah ne güzel bir siftah vermişti. Bir süre birbirleriyle konuşmalarını dinledim. Sonra sesler kesildi. Gitmişlerdi. Yürümek istedim arkalarından; ama değneğimi de almışlardı. Bağırdım; ama kimse yardımıma gelmedi. Çöktüm olduğum yere. Bunun neden benim başıma geldiğini sordum kendime. İnsanlar bu kadar kötü olabilir miydi. Öyle olmadığına ikna ettim kendimi. Mutlaka benden daha kötü durumdaydı o insanlar ve çaresizliklerinden almışlardı biletlerimi. İnşallah iyi bir ikramiye kazanır ve hiç değilse onlar hayatlarını kurtarırdı. Ama keşke değneğimi almasalardı. Eve nasıl döneceğim şimdi?”

Ne diyordu bu adam! Böyle yüce ve asil bir duygu olabilir miydi. Şu sabahın köründe bana verdiği insanlık dersine ne denilebilirdi. Bu, acı da olsa bir olaya ne ulvî yaklaşımdı. Başımı kaldırdım. İskele yanındaki balık teknelerine pikeler yapıyordu martılar. Çığlık çığlığaydılar. Belki de Jonathan’dı içlerinden biri. Yağmur da çiseliyordu. Üşüyordu ihtiyar. Dudaklarımı zorla büzüştürüyor, gözlerimi kapatamıyordum. Kaparsam gözyaşlarımın dışarı fışkıracağını biliyordum. Konuşamıyordum. Konuşursam hıçkıracaktım. Biraz topladım kendimi.

“Dayı, hadi gel seni evine götüreyim.” derken sesimdeki çatlamayı fark etti.

“Ağlıyor musun oğlum? Allah bana bile dayanma gücü verirken, ben bile başıma gelen olaya Allah’ın takdiri derken, sen de üzülme. Sonra tanrının gücüne gider. Ama Allah senden de razı olsun bana el verdiğin için. İyi bir gençsin sen.”

Hey güzel Allah'ım, "Ağlamazsam namerdim." dedim. Gözyaşlarımı göremeyecek; ama hıçkırıklarımı duyacaktı. Burun çekmelerimi de.

“Hadi dayı gel, yola düşelim. Seni evine götüreyim.”

Yavaşça kalktı ve koluma girdi. Yürümeye başladık. Hiç konuşmadı yol boyu. Dua okuyordu hep. Evi Süleymaniye yakınlarındaydı. Bir kıraathanenin ismini verdi ve sorarak buldum orayı. İçeri girince birkaç kişi koştu bize doğru.

“Abdullah Abi, ne oldu sana?”

Olanları anlatınca lanetler okundu. Bol bol sırtım sıvazlandı. İçtiğim en lezzetli çaydı. Abdullah Abi para yardımımı kabul etmedi; ama "Torununa okul desteği." deyince akan sular durdu! Sarıldı bana, dualar etti. Elini öperek ayrıldım oradan. Gün bitmişti benim için.

O’nu bir daha göremedim. Sanırım 1981’di o kıraathaneye tekrar uğradığımda. Abdullah Abi ölmüştü. Eskiye gidip o anlarımızı hatırladım. Acaba, biletlerini çalanlar ikramiye kazanmış mıydı! Bunu bilse eminim çok mutlu olurdu. O banka köşesinde bugün bile durur, onu hatırlarım.

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..