Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Temmuz '06

 
Kategori
Kitap
 

Kan gibi kiraz lekesi dudaklarımızda

Kan gibi kiraz lekesi dudaklarımızda
 

Jack London ve Martin Eden.

Kitap okumayı ve derin zevkini henüz keşfettiğim o ilk gençlik yıllarımda, çok etkilendiğim en önemli romanlardan biriydi Martin Eden.

Gerçekten de usta yazarın hayatım dediği, “Martin Eden” den çok etkilendim. İçerisinden bir çok şey çıkardığım romanda öylesi bir bölüm vardı ki, (aslında küçücük bir ayrıntı) tüm yaşamım boyuca sık sık karşılaştığım ve “ Jack London’un, Martin Eden’ini ve onun çılgınca aşık olduğu soylu ve zengin sevgilisi Ruth ‘un, aklıma gelmediği neredeyse tek bir gün bile olmadı.

Usta yazar olmak böyle bir şey olmalı herhalde.

Okumamış olanlar için sıkmadan bir özet yapmamda fayda var. Çünkü kafama taktığım şeyi anlatmak için, bu gün Jack London’dan yararlanmayı planladım.

Martin Eden yoksul ve tüm yaşamını denizcilik yaparak geçiren ama edebiyatı ve yazmayı şehvetle seven biridir. Bir yandan gemilerde kol gücüne dayanan her türlü gözü karalık gerektiren bir işi yapar ve başarılıdır, öte yandan her başarılı yazar gibi deliler gibi kitap okur. Gemilerdeki işi fiziksel gücünü geliştirirken, okumak konusunda ki abartısı da edebi kişiliğini olgunlaştırır. Ve hayat öyküsünü, “Martin Eden “adını verdiği kahramanına baş rol vererek, bu romanında anlatır. Martin Eden'de kendisidir aslında.

Olay 1800lü yılların sonlarında geçen bir hikayedir ama bu günden yada daha eski zamanlardan içerik olarak hiçbir farkı olmadığını anlarsınız okuduğunuzda. (Neyse özetleyeceğiz dedikti.)

Okuma merakı ve yazma denemeleri, (Başta hep hayal kırıklığı ve yoksulluk getirmiştir Jack London’a, tıpkı diğerleri gibi), gemicilerin basit ve acımasız yaşamının dışında, soylu, zengin, seçkin bir çevrede sağlar Martin Eden’e. Henüz yazdıklarını gönderdiği editörlerden çekler yerine, “red” yazıları geldiği bir dönemidir Martin Eden'in. Tek derdinin, oda kirası ve gücünü koruyabileceği kadar beslenme parasına ihtiyacı olduğu günlerdir bunlar. (bildiğim bir alay Amerikan yazarı aynı şeyi yaşamış aslında, Amerikan tarzı bu olsa gerek)

Tam da o günlerde birazda tesadüfen tanıştığı hastalıklı, narin ama dehşet kültürlü bulduğu zengin kızı Ruth ile tanışır. Martin güçlü, kuvvetli kapılardan sığmayan yoksul ama kültürlü genç bir denizcidir. Ruth ise zengin, kültürlü ama hastalıklı bir hatun. Martin ilk karşılılaşmalarında âşık olur kıza.

Aslında kendi çevresinde kadınların paylaşamadığı bir adamdır Martin Eden, ama, Ruth onun ulaşamadığı bir yerdedir. Martin Eden umutsuzca ve yüreğinde türlü enfeksiyonlarla kendi kendine sürdürür durur aşkını. Kız da aslında boş değildir Martin’in adalelerine ama arada uçurumlar vardır aralarında kıza göre. Epeyce bir bölüm sürer gider bu yüzden aşkın gelişip filizlenmesi.

Uzatmayalım. Martin Ruth için yanıp tutuşarak edindiği ilhamları yazılarında başarıya dönüştürür ve çok ünlü ve zengin bir yazar olur sonunda.

E, Ruth da artık ünlü ve zengin yazarın kendi çevresinde gördüğü ilgi karşısında aşkına razı olur gibi olur.

Bizim filmlere benzer bir şekilde mutlu sonlar, malikâne bahçesinde koşuşturacak şen çocukları, hizmetçiler, lüks bir hayata ramak kalmıştır artık. Ama gerçekleşemez bu sahne bir türlü.

Usta yazarın bu sonuçtaki nedenleri çok felsefidir.

Öyle kız kör oldu, zengin babası iflas etti, esas oğlan zengin oldu, ama bir kazada erkekliğini kaybetti cinsinden değil yani.

Nedeni çok basit bir olaya bağlar yazar .

Neredeyse nedenlerin, nedensizliği sonucu çıkar işin sonunda onca delice tutkunun ardından. Ama içi boş değildir bence.

Okuduğunuzda “hadi ya” falan da dersiniz aslında.

Kısaca olay şudur.

Martin artık yazıları para eden biridir. Hatta her yazdığı, editörlerin önceden geri yolladığı tükürükten şeylerin bile basıldığı kapışıldığı bir yazar. Para sorunu yoktur artık, evi yaşamı çevresi çok hızlı değişir. (Amerika ya mekan, normaldir).

Platonik aşkı ve uğruna hiç düşünmeden ölebileceği Ruth da artık sevgilisidir. (Gerçi bir türlü öpüşüp sevişemezler o da ayrı)

Ama Martinin sevdasının doruğunda olduğu bir birlikteliklerinde her şey tersine döner.

Aslında her şey yolundadır. Ruth Martinin sevgi dolu yüreğinin gazı ile sağlıksal gelişmeler de göstermiştir. Eskisinden daha güzel, daha da cazibelidir. Hatta seksi bir hatun bile olmuştur. Fakat bir kiraz, evet sadece bir kiraz her şeyi mahveder. Martin Ruth’u ağzı açık, yüreği çarpık bir şekilde hayranlıkla dinlemektedir gene ama, bir yandan da Ruth kiraz yemektedir boşta bulunup. Ve soylu hatunumuz, her zamankinden biraz özensiz yemektedir kirazını.

Heyecanla bir konuyu anlatırken sevgilisine, kiraz dudakları ile dişleri arasında kalır, ezilir, o kıpkırmızı suyunu akıtır, Ruth’un öpülesi dudaklarına. Ve acımasız kırmızı, ağzının her tarafına bulaşır acımasızca zavallı Ruth’un.

Taze ciğer aşırmış kediye döner güzelim Ruth.

Farkında da olmadan öyle anlatır durur ne diyorsa işte edebiyat sanat.

Martin şok olur.

“Aman Allah’ım, Ruth’un dudaklarında kirazdan leke olabiliyor diye düşünür.

Ruju dağılmış basit bir fahişeden farkı kalmaz, Ruth un artık gözündeki değeri. (Bunu böyle tanımlamaz ama)

O andan sonra her şey değişir, Ruth ve Martin için. Martin Ruth’un bile dudağına kiraz leke yapıyorsa. Başkalarına ne olmaz diye melankoliye kapılır. Amaçsız, anlamsız işlerle uğraşır uzun süre..

Yazmak konusunda eski heyecanını bulamaz artık Martin. Ruth’u bırakır seyahatlere çıkar boheme dalar v.s. Hatta içine kapanır falan.

Yazar tüm bu gelişmelerin sonunda denizde intihar eder.(aslında böyle olmadı kahramanı atlattı denize)

Jack London, bu karmaşayı bu çelişkiyi bir burjuva topallaması olarak görür. Ve bastonunun da sosyalizm olduğunu ileri sürer kitabına dair ahkâmında.

Kitabın önsözünde bireyciliğe saldırır.

Hatta “Martin Eden öldü, ben yaşıyorum, çünkü o bireyciydi ben sosyalistim “ der.

İtirazım yok.

Kafama taktığım bu değil, ama kirazın dudakta bıraktığı lekenin kopardığı fırtınaya, ben çok fazla taktım hayat boyunca.

Ve gerçekliğine, gerçekten çok fazla inanıyorum

Biraz düşünün hangimizin hayatını alt üst eden benzeri bir kırmızı leke yok ki?

Hangimiz delice âşık olduğu, uğruna ölmeyi göze alabileceğimiz aşkları sonradan çöpe atmadık. Erkek ya da kadın, sadece karşı cins ilişkimizden söz etmiyorum, eskiden ya da yeniden demiyorum. Siyasette, sanatta, insan ilişkilerini ilgilendiren her konuda başımızın üzerinde taşıdığımız, uğruna kul köle olduğumuz her idealimizin dudaklarında, bir süre sonra kırmızı lekeler olmuyor mu?

Ve biz bu lekeleri "pisliğe" benzetmiyor muyuz?

Alkışladığımız, oy verdiğimiz, yıllarca sırtımızda taşıdığımız siyasetçilerimizi asıp, öldürüp, sonrada anıt mezarlar yapmıyor muyuz? Törenlerle girdiğimiz partiler bi müddet sonra “tu kaka” olmuyor mu? Aşk evlilikleri yapıp dillere destan gazete sayfaları ile başlattığımız sevdalarımızı bir süre sonra yerden yere vurmuyor muyuz?

Uzatmayalım.

Neden böyle yapıyoruz? Dudaklarımızda neden kırmızı leke yapıyor tatlı, kırmızı kiraz.

Kan gibi görüyoruz bir süre sonra kirazın tatlı kırmızısını.

Biz bir arada yaşamı abarttıkça aynı renkler, farklı ifadeyi yüklüyor eylemlerimize. İstediğimizde iyi, istemediğimizde kötü olabiliyor aynı renkler.

Aslında biz neyi, ne zaman iyi ya da kötü görmek istediğimizi bilmiyoruz sanırım.

Aşkın, sevdanın, vefanın ya da aklın hiçbir rolü yok.

Tüm bunları ve anılarını, Mehmet Ali’nin indirdiği pijamanın içinden çıkanı gördüğümüzde unutuyoruz.

Kısaca iyi, kötü, güzel, çirkin, namuslu, namussuz yok hayatımızda. Kırmızı lekeler var.

Dudaklarımıza, sevdalarımıza, aşklarımıza kısaca geleceğimize bulaşan kırmızı lekeler.

Bazen kan, bezende kiraz lekesi, biz ne lekesi olmasını istersek onun tadında.

Sevgi ve kolaylıklarla kalın.

 
Toplam blog
: 26
: 881
Kayıt tarihi
: 07.07.06
 
 

Basın Yayın Yüksek Okulu mezunuyum. Adalar'da yaşıyorum. ..