Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '12

 
Kategori
İnançlar
 

Kanlı miras- İlk çağlardan günümüze 'kurban'

Kanlı miras- İlk çağlardan günümüze 'kurban'
 

İlk çağ insanları, önceleri en uygun ilkime sahip olan yerlerde yaşama tutundular. Vahşi hayvanlardan korunmak için bir arada yaşıyor, tabiatın onlara sunduğu yiyecekleri toplayarak besleniyor, bir yandan da insanoğlunun ağzından ilk çıkan çığlık sesinden,  gittikçe anlamlı kelimelere ulaşan bir dille konuşup anlaşıyorlardı.

Tarih kitaplarındaki; göllere kazık çakıp (hangi aletlerle?) evler yaptılar türünden zırvaları bir yana bırakırsak, en uzun ömürlü insanlar en korunaklı yer olan mağaralarda yaşayanlardı. Ancak vahşi hayvanlar yüzünden sürekli korku içindeydiler. Kabuklu yemişleri kırmak için kullandıkları taş insanoğlunun ilk aletiydi. Sonra korunmak amacıyla sivri uçlu kırık dal ve odunları silah gibi kullandılar. Böylece gittikçe “avcı-toplayıcı” topluma evrildiler. Elbette her şeyi avlayamıyorlardı. Gerçek bir avcı olabilmeleri, ancak demiri eritmelerine, o da, ateşi kullanabilmelerine bağlıydı. Bu arada; doğum-ölüm, gece-gündüz, yağmur-yıldırım gibi doğa olaylarından gök cisimlerinin hareketine kadar her şeyi gözlüyor, merak ediyor ve bunlara anlam vermeye çalışıyor, bir yandan da  konuştukları dili gelişiyorlardı. 

Vahşi hayvanlardan hem korkuyor hem de onları öldürmek ve onlar gibi güçlü olmanın çarelerini arıyorlardı. Zamanla korktukları doğa olaylarına ve vahşi hayvanlara bazı kutsallıklar atfettiler.

İlk önce, sönmüş yanardağların civarında yaşayan topluluklar ince kenarları çok keskin olan volkan camını bıçak ve silah olarak kullanmayı becerdi. Onunla öldürdükleri hayvanların derisini yüzüyor, etini parçalıyorlardı.

Ateşi ilk kim kullandı, bunu nasıl becerdi, ateşe ilk nasıl tapıldı asla bilemeyeceğiz.  Ancak zamanla eti pişirmeyi, belki de sert olduğu için yiyemedikleri ve taşla öğüttükleri tahıl ıslandığında onu ateşte ısıtırken ekmek yapmayı öğrendiler. Derken ocak yapmak için kullandıkları bazı taşların ateşin sıcaklığı ile eridiğini gördüler. Ve erimiş olan (muhtemelen) bakır ya da kalayı, henüz sıcakken döverek bıçak, balta gibi kesici aletler yaptılar. Böylece maden çağı başladı. Artık daha önce öldüremedikleri hayvanları öldürüyor, hayvanın gücü kendilerine geçsin diye etini kesip yiyor, kanını içiyorlardı. Hayvanın derisinden yaptıkları postu giyiyor, yüz ve ellerini bu hayvanları anımsatan şekillerle boyuyor ve böylece hayvanın gücünün ve kutsallığının kendilerine geçeceğine inanıyorlardı.

Kutsal saydıkları hayvanın postu da kutsaldı. Postu önce kabilenin en iyi avcısı, en güçlüsü giyerken, sonra kabilenin reisleri ve kâhinleri giymeye başladı. Zamanla post yerden kaldırılıp kralların ve kâhinlerin oturduğu tahta serildi. Çok sonraları tekke ve dergâhlarda şeyhlerin üstüne oturdukları  postnişin denen kutsal post, işte bu posttur.

İlk kurban fikri, taptıkları tanrı ve tanrıçaları memnun etmek ve böylece onların gazabından korunmak amacıyla ortaya çıkmış olmalı. Bu tanrıların ruh ve gölgelerinin yaşadığına inandıkları yerlerde, onlara kurban sunmak için taştan sunaklar yaptılar. Bu sunaklarda tanrılara hayvan kurban ettiler. Tanrıların, kendileri gibi acıktığını,  kurbanların kokusu ve buğusuyla doyduklarına inanıyorlardı.

Zamanla sunakların etrafını ve üstünü kapattılar. Böylece tarihin ilk kutsal mekânları, yani tapınaklar ortaya çıktı. Artık, kâhin ve büyücülerinin topluma yön verdiği zamanlar başlamıştı. Tapınak rahipleri zamanla krallardan, zengin tacirlerden ve efsanevi kahramanlardan daha büyük bir güce eriştiler.

Zamanla toprağı işleyebilecekleri tarım aletleri yaptılar. Şehir krallıkları birleşip tarihin ilk devletleri ortaya çıkarken yerleşik tarıma geçildi. Toprak ve tarım aletlerinin mülkiyeti ile tanışan insanlar anaerkil toplumdan ataerkil topluma evrildiler. Önceleri, çocuk yapmakta erkeğin rolünü gebelik süresinin uzunluğu nedeniyle kavrayamayan erkekler, bu işteki rollerini öğrenir öğrenmez kadınları tahtından indirmekte gecikmediler. Böylece erkek tanrılarla tanrıçalar yer değiştirdi. Artık tanrıçaların değil, baba tanrıların ve onlar için yapılan tapınaklardaki rahiplerin borusunun öttüğü dönemler başlamıştı.  Bu güç; tek tanrılı dinlerde de devam etti ve Hristiyanların papayı, kral ve imparatorlardan daha yüksek yetkilerle donatmalarına kadar uzandı.

İlk çağ toplumlarında, “tanrıyı yemek” diyebileceğimiz bir görenek vardı. Tanrıyı temsil eden bir hayvan veya bir insan (yarı tanrı-yarı insan sayılan kişiler)  ölünce veya öldürülünce, kuvvet ve varlığının onun etini yiyenlerde devam ettiğine inanılırdı. Katolik kilisesinde papazın; İsa’nın kanı diye kutsal şarap, eti diye de küçük bir ekmek yedirmesi bu görenektendir.

Böylece çağlar boyunca her köklü toplumsal değişim, yeni bir dinin doğmasına, kültürlerin zenginleşmesine ve farklı dünya görüşlerine sebep oldu.

Tuhaftır, bulunan en eski kurban iskeleti uygarlığın beşiği Mezopotamya’da bulundu. Bir kazıda, bilinmeyen bir tanrıya kurban edilen çocuk ve genç insan iskeletlerine rastlandı. Bunların ortadan ikiye bölünmüş olmaları, kâhinlerin öldürülen kurbanların iç organlarına bakıp geleceğe ilişkin kehanette bulunduklarını gösteriyordu.

I.L.Wooley’in, “Ölüm Çukuru” dediği yerde yaptığı kazıda ise; ölen kralla birlikte gömülmüş olan kralın eşi ile mahiyeti olduğu düşünülen insanların iskeletleri bulunmuştu. Tuhaf olan; aynı çukurda kazı derinleştirildikçe kat kat aynı tür mezarların ortaya çıkması ve iskeletlerde hiçbir direnme izi olmayışıydı. Bir mezarda rastlanan bakır kazan ve kurbanların yanı başında veya ellerinde duran taslar, kurbanların uyuşturucu bir su içtiklerini gösteriyordu. Sonraları bu çukurlarda kral ve mahiyetinin değil, İlkbahar tanrıçası ile Buğday tanrısını temsil eden genç bir kız ile bir erkeğin, ürünün bereketli olması için sonbaharda törenle kurban edildiğini, ilkbahar geldiğinde yine iki gencin tanrı ve tanrıça seçildiğini ve böylece her yıl bu törenlerin tekrarlandığı ortaya çıktı.

Eski Mısır’da, Nil nehrinin bereket getirmesi ve tarlaları su basmaması için her ilkbaharda genç ve güzel bir kız kurban ediliyordu. Yapılan dini törende nehrin kıyısına çakılan bir kazığa bağlanan kurban sular yükselince boğuluyordu.

Yine Mezopotamya’ya dönelim. Efsanevi Saba ülkesinde insanlar, bir nehirde yaşayan timsaha benzer bir yaratığa tapıyordu. Her kadının dünyaya getirdiği ilk kız çocuğu bu yaratığa kurban ediliyordu. Belkıs adlı bir genç kız, törenle kurban edilecekken gökten inen 7 melek, bu yaratığı öldürülünce buna sevinen halk sağ kurtulan kızı kraliçe seçti. Ancak, yaratığın bir damla kanı Belkıs’ın ayağına sıçramıştı. Zamanla ayağı kıllı bir ayının ayağına benzemişti. Onun dillere destan güzelliğini işiten Hz.Süleyman,  Saba Melikesini ülkesine davet etti.  Uzun giysiler içerisindeki Belkıs, Süleyman’ın sarayına geldiğinde üstü camla kaplı ve içinde balıkların yüzdüğü bir havuzun üstünden geçerken suya girdiğini sanıp eteklerini toplayınca herkesten sakladığı sır ortaya çıktı. Efsaneye göre, zenginliği ve gösterdiği hikmetlerle ünlü Süleyman, yaptığı büyü ile Belkıs’ın ayağını eski haline getirip onunla evlendi.

Gelelim Anadolu’ya…

Anadolu’nun en eski halklardan biri olan Hititlerin başkenti Hattuşaş’ta, her yıl kimlerin hangi tanrılara kaç hayvan kurban edeceğini anlatan bir taş levha bulunmuştu. Tel el Amarna mektuplarının bulunması ve Yazılıkaya’da bulunan iki dilli bir yazıt sayesinde tamamı çözülen Hititçe yazılarda insan kurban edildiğine dair bir kayıt yoktur. Hititlerin tarihe karışmasından binlerce yıl sonra batı Anadolu’da kurulan; Frigya, Likya, Lidya ve İonya gibi uygarlıklarda da insan kurban edilmezken, Trakya, Girit ve Yunanistan’da, onlardan bin yıl sonra ise Amerika kıtasında Aztek ve İnkaların insan kurban ettiklerini görüyoruz.

Söylenceye göre çok eskiden Anadolu’nun savaşçı kadınları olan Amazonlar savaşlarda sağ yakaladıkları erkekleri köle olarak kullanırdı. Savaşlarda öldürdükleri erkeklerin ise üreme organlarını kesip ana tanrıça Kybele’ye (Kibele) sunarlardı. O zamanki mezarların üstüne, fallos şeklinde mezar taşı konurmuş. Kybele’nin rahipleri hadım edilmiş birer haremağasıydı.

Tarihçiler, Schilliman’dan önce Troya savaşının Homeros’un anlattığı bir masal olduğunu sanıyordu. Oysa daha sonra bir değil, üst üste kurulmuş tam 9 Troya olduğu ortaya çıktı. Homeros’un sözünü ettiği Troya bunların altıncısıydı.

 İ.Ö. 3000’lerde, Akha kralı Agamemnon bin gemiden oluşan filosunu, Troya’ya doğru sefere çıkmak üzere Aulis limanında toplar. O sırada rüzgâr kesilir. Günlerce yıldız-karayel estiği için gemiler bir türlü yola çıkamaz. Agamemnon’un başvurduğu kâhin, ona, vahşi tanrıça Artemis’in kutsal geyiğini öldürdüğü için cezalandırıldığını, onun öfkesini dindirip gönlünü almak için kendi kızı İphigeneia’yı (İfijeni) Artemis’e kurban etmesi gerektiğini söyler. Agamemnon bunun üzerine, boğazı rahipler tarafından kesilmek suretiyle kendi öz kızını kurban eder.

Bir ozan bu korkunç olayı İphigeneia’nın ağzından şöyle anlatır:

“Babamın benzi kireç gibi atmıştı. Elleriyle yüzünü örttü. Yaşlarımla gözlerim neredeyse kör olmuştu. Yalvarmaya çabaladım ama sesim iç çekişlerimle kıyıldı. Katı suratlı, kara sakallı, kurt bakışlı hoyrat kralları, tapınakları, gemileri, kıyılara dökülmüş insanları hayal meyal görüyordum. Birisi boğazıma keskin bir bıçak saldı. Ve kesti. İşte bu kadar.” (Alıntı; Anadolu Efsaneleri-Halikarnas Balıkçısı)

Troya Akhaların saldırısına uğrayınca, daha önce Phrygia’ya ve Troya’ya da saldırmış olan Amazonlar, bu defa Anadolu’nun savunucuları olarak Troya’nın yardımına koşarlar. O savaşta pek çok Akha’lı savaşçıyı öldürürler. Amazonların kraliçesi Penthesileia, Akhalıların kahramanı Akhilleus’le bire bir savaşır ve onun tarafından öldürülür.

Troya düştükten ve savaşabilecek bütün erkekler öldürüldükten sonra ihtiyar kraliçe Hekabe, Hektor’un karısı Andromakhea ve diğer kadınlar esir pazarlarında satılmak üzere gemilere bindirilirken Hekabe’nin en güzel kızı Polyksene,  Akhilleus’un mezarı üzerinde boğazı kesilerek Akhilleusa kurban edilir. Bu Anadolu’da yapıldığı bilinen son insan kurbanıdır.

Tanrılara insan kurban etmenin belki de en iç acıtıcı olanı Kartacalıların çocuklarını toplu halde ateşe atarak kurban etmesidir.

Kartacalılar, Tyr ve Sidon’da yaşayan ataları Fenikeliler gibi tüccar ve denizci bir halktı. Kartacalı ünlü komutan Hannibal yıllarca Roma imparatorluğuna kök söktürmüştü.  İ.Ö. 202’de Romalılar Kartacayı yerle bir ettiler.  Sicilyalı yazar Diodorus onlar hakkında şunları yazmıştı:

“ Son zamanlarda en iyi aileler kendi çocuklarını tanrıya kurban edecekleri yerde başka ülkelerden bebek satın alıyorlardı. Onları gizlice büyütüyor sonrada tanrıya kurban ediyorlardı.

Kartaca’da, tanrı Baal Hammon’un tunçtan yapılmış dev bir heykeli vardı. Bu heykelin eli öne ve aşağıya doğru uzanıyordu. Bu ellere konan küçük çocuklar tutunamıyor ve aşağıya, alevlerin içine yuvarlanıyordu.”

Tarihçiler, tıpkı yıllarca Homeros’un yazdıklarına inanmadıkları gibi Diodoros’un yazdıklarına da inanmadılar. Onlara göre eski insanlar, hele Kartacalılar bu kadar zalim olamazdı. Ancak 1921’de arkeologlar eski limanı çevreleyen yerde; Kartacalıların, “Baal’ın yüzü” dedikleri tanrıça Tanit’in tapınağını, daha sonra da, Le Kram koyunda Ölüler Kentini buldular. Burada, en alttaki tabakadaki çukurda küller içerisinde, bazıları henüz bebek olan küçücük çocuklara ait yanmış, binlerce kemik vardı.

Diodoros, Kartacalıların iğrenç törelerini yazarken aslında gerçekleri yazmıştı. Arkeoloji de efsanenin doğru olduğunu kanıtlamıştı. İşin korkunç yanı; Kartacalıların çocuk kurban etmesi Romalıların Kartacayı yakıp yıkmasıyla da bitmedi, birkaç yüzyıl daha sürdü. 2. yy.da yaşamış olan rahip Tertullian, Kartacalıların tanrı Baal’a Afrikalı çocukları kurban etmeyi Augustos devrine kadar sürdürdüğünü yazıyor. Bunun üzerine imparator Tiberius, Baal’in bütün rahiplerini çarmıha gerdirdi. Ancak, rahip Tertullian bu iğrenç kurban töreninin kendi gününe kadar gizlice yapıldığını da yazıyor.(Alıntı: R.Furneaux-Kayıp Uygarlıklar)

“Anne ve babalar, kana susamış tanrıya kurban etmek için götürdükleri çocuklarını bir yandan da ağlamamaları için öpücük ve okşamalarla oyalıyorlardı.”

Tek tanrılı dinlerin ilk ortaya çıktığı zamanlarda İsrailoğulları; Kudüs’ün güneyindeki Hinnom vadisinde, kız ve erkek çocuklarını ateşe atılarak Mezopotamya tanrılarından Molek'e (Moloch)* kurban etmek için “Tophet” denilen yüksekçe bir sunak  yapmışlardı. Bu tanrıya taptıkları ve aynı kurban rituellerini tekrar ettikleri için Tevrat’ta lanetlenmişlerdi.

Tevrat'ta anlatılan Hz. İbrahim’in oğlu İshak konusu, nihayet insan kurban etmekten vaz geçildiğini gösterir. Bu olay İslam’da da vardır. Ancak İshak’ın yerine Hz. İsmail geçer.

 *) Molok veya Molek, melek kelimesinin bu tanrının adından geldiği söylenmektedir.

 

 
Toplam blog
: 36
: 7030
Kayıt tarihi
: 12.12.07
 
 

Elazığ'ın, şimdiki adı Alacakaya olan, ama eskiden küçük bir madenci kasabasında; Güleman'da doğd..