Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ocak '12

 
Kategori
Anılar
 

Kar yağdı, böyle oldu...

Kar yağdı, böyle oldu...
 

Her şeyin mazereti hazırdır.

“N’oldu, noldu?” deriz telaşa kapılıp. Kimse bize pat diye birden “ Elinin körü oldu! “ demez. Ya ne der?

Yağmur yağdı, böyle oldu!” der.

Bu söz, resmi ağızların da literatürüne geçmiştir:

“Ekmekler bozuk mu çıktı? Elektrikler mi kesildi? Çocuk, bir çuval kırık karneyle mi geldi?

Mazeret hazırdır: “ Yağmur yağdı böyle oldu!”

Şimdi.

Onun yerini “ Kar yağdı, böyle oldu” lafı almıştır. Biz evvel Allah, her başa göre tarak bulmakta hünerliyizdir.

Şimdi kar mevsimi. Ne kadar günahlarınız varsa, ne kadar çata-pat işleriniz, yıkın gitsin karların üzerine. Kaldırır, uçurur sizi o.

Bartın Gazetesi sahibi Esen Aliş, Bartın’dan kar manzaraları yollamış. “Seversin böyle şeyleri” diye. Nerden bilecek sevdiğimi? Tahmin eylemiştir herhalde. “Anılarını yaz da, gazeteye koyalım “ diyor. Olur dedik. Bartın’da kar, diz boyu imiş. Belediye sıkı çalışıyormuş.

Biraz da Pirmete dostumuza benzedik. Konulara isteksiz olduğu günlerde, “bana resim yolla” derdi. Yollardım. Meğerse, resme bakarak yazı yazarmış.. İşte o hesap. Biz de resimlere bakıyoruz tabi.

Bartın’dayız. Annemle türbe ziyaretlerine giderdik. Oralarda bir arkadaş edinmiştim. “Biz kayakla, şöyle kayardık, şöyle dönüş”  yapardık diye diye yazın ortasında kış manzaraları çizer, kafa şişirirdi.  Çocuğa gıcık oldum. Sesimi çıkarmadımdı.

O yıl çok kar yağdı Bartın’a. Kar yağınca, o çocuğu hatırladım. Gittim buldum da. Ve “Biraz da biz şöyle bir kayalım, şöyle dönüşler yapalım” dedim. Kayaklarını vermek istemedi. Bir hışımla alıp, koltuğumun altında eve getirdim kayakları. Arkamdan bakakalmıştı.

Çıktım Aladağ’ın tepesine. İn  yok, cin yok. Koyuverdim aşağıya doğru kendimi. Bir anda, kendimi, tepetakla yerde buldum. Durumuma baktım, tepe üstü, balıklama dalmışım. Dikilmiş sarımsak sapı gibi dimdik. Kıpırdadıkça yaylanıyorum, yaylı yatak gibi. Kıpırdadıkça aşağı iniyorum asansör gibi. Başıma ancak çevirebildiğimde ne göreyim?! Mini bir ırmak akıyor, tepemin üstünden. Ve kayaklar ayağıma dolaşmış. Ben tepe üstü, suya gözleri dikmiş bakıyorum çağlayana.

Bir yandan da ağır ağır kayıyorum suya doğru. Ayaklarım kilitlenmiş. Ben dikenler içindeyim. Zira altımda böğürtlenler var. Böğürtlen çitlerini kar örtmüş. Ağırlığımla içine çöktüm tabi. Saçlarım suya ha değdi ha değecek. Ki, can havliyle tepinmeğe başladım. Etrafta zaten kimse yok. Nihayet Balıklama suya dalış yapıverdim. Kayaklar ayağımdan çıkmış ki, tepede kalmış, ben de karaya tutunabilmiştim.

Yepyeni pantolon, hiç unutmam “ L” şeklinde yırtılmıştı dizinden. Annem “ Baban görmesin” dedi “ Sappiklerden almıştık. Parası daha ödenmedi” diye de kızdı. Bu gidişimde Aliş’e sordumdu. “Sappikler”  hakikaten varmış. Ben uydurmamışım yani.

Ertesi gün,  bahçemizdeki  fırının damında, yanmış  buldum kayaklarımı.  Ayak giren denir aksamı kalmış geriye. Tahtaları yanmış. İlk defa bir sevgiliden sonra, ilk defa  tahta parçalarının ardından ağladımdı. Ama o tahtalar, benim canımdı. Bartın'ın biricik kayağı idi. Başka da yoktu.

Diyeceksiniz ki, bilmiyorsun kaymayı, yalnız başına niye çıkarsın Allahın dağına. Durun bakalım. Bir de  evveliyatı var bu işin.

Kars’tayız. "Evveliyat" demiştik. Büyüklere dağıttılar kayakları. Kayak evi idaresi, ağabeyime de vermiş. Atlı kızaklara 50 kuruş verdin mi,  yarım saatlik ötedeki Petrofka Kayak Merkezindesin. Tribünler var. Tavana kadar geniş beden  “pec” denilen sobalı lokalleri var. Vestiyer gibi numara alıp kayağını veriyor ve içeride çay içiyorsun.  Sıcacık bir yer. Karşıda tribün var.  Düşenler, kalkanlar, koşturanlar, piknik yapanlar. Oturduğun yerden görüyorsun hepsini.

Kayağı oralardan öğrendim ben. Bir defasında son kızağa binemedim. Çünkü  son elli kuruşum,  yırtık cebimden düşmüş. El ayak çekildi. Kalakaldım dağ başlarında. Hava karardı kararacak. Uzaklardan uluma sesleri geliyor. Son kızak da gitti. Kayak ayağımda, düştüm yollara. Yokuş çıkıyorken, peşimden gürültüler geldi. Dönüp baktım, ellerinde sopalarla çocuklar peşime düşmüş bana doğru koşuyorlar. Hemen anladım. Kayağımı elimden alacaklar. Şu tepeye bir varsam diye kan ter içinde koşarcasına yürüyorum. İyice yaklaştılar, yaklaştılar. Nefeslerini ensemde hissediyorum. Tam ellerini uzatıyorlardı ki, yokuşun tepesine gelmişim zaten, koyuverdim aşağıya doğru kendimi. Epey gittim, fırtına gibi uçtum. Tepede hepsi kalakalmışlardı.

Dahası var. Durun bitmedi. Ağabeyim kayağı aldı elimden. Kaldım kayaksız. Halkevi müdürüne gittim. Babamın kartını uzattım. “Babamın selam var” dedim. “Bir çift kayak istiyorum” diye de ekledim. O zaman, ilkokul 2 nci sınıftaydım. Kayak almak için yaşım tutmuyordu. Adam, oturttu beni. Çay söyledi bana. Eli telefona gitti. Babamı aradı. Tabi, bende de şafak atı. Babam Karsın Emniyet Müdürü . Adam  anlattı durumu, böyle böyle oğlunuz geldi diye. Ardından da  “ peki”  diyerek telefonu yavaşca kapatırken, bana usulca dönüp: “ Babanız sizi çağırıyor “ dedi. Çayı içemeden kalktım hemen. Gidemedim  pedere  tabi.

Ben de yer kızaklara merak sardım.. Emniyet, kaymayı yasaklamıştı. kızakları toplar, deposuna kordu. Ben de gidip, en beğendiğimi alır, dönüşte kaya kaya eve gelirdim. Daha eve varmadan, kızağın sahibi, kızağını tanır, elimden alırdı. Daha sonra, ceviz ağacından, cilalı  tahta çantalarla kaynağa başladım. Kendime kızak dayandıramadım. Çanta parçalandı. Şimdiki çocuklar harika. Naylonları altlarına serip, kayıyorlar. Ama bizim zamanımızda naylon yoktu ki.

Durun hele. Bitmedi. Uludağ’dayım. Eee, Terfi ettik gari. Kayak malzemeleri kiralık burada. Gece, kayak hocaları ile konuşuyoruz. Sık sık sorardım: “Dönüşleri nasıl yapıyorsunuz” diye,  “teknik yardım” alırdım. Anlatırlardı, eksik olmasınlar.

Ertesi gün, zirveden, yine koyuverdim kendimi. İnsanlara çarpmamak için  dönüş yaptım yarım kavislik. Ve durdum. O topluluk meğersem, gece akıl aldığım hocalar değil miymiş? Gecesi akıl al, gündüzü de  “afili” manevralarla kayak yap. Ta uzaktan, adamların yüzlerindeki hayreti sezebiliyordum.

Durun hele, daha bitmedi. Kars’ın Yusuf Paşa Mahallesinin, uzun ve dik yokuşu vardır. Lise dağılırken,  beş metrelik kızak tepeye konur ve insanlar üzüm istifi gibi sıralanırdı üzerinde. Ayrıca bir dizi insanın aralarına da yolcu alınırdı. Aralara girmek için yalvar yakar olanlar vardı. Bir üzüm salkımı gibi tepelenip yükselirdi topluluk. En tepesinde de  birisi, koynunda, Türk bayrağı taşırdı. Neden? Yol üzerinde Rus Konsolos binası vardı. Herkes gibi onlar da seyrederlerdi sokağı. Kızak, tek sefer yapardı zaten. Ondan önce, kimse, parçalanmamak için, önden kayamazdı.

Kızak, ateşler saça saça, kıvılcımlar uçuşarak hışımla aşağı indiğinde, üzerinde kimse kalmazdı. Dalgalı yokuşta her zıplayışta kızak, üzerindekileri yere atardı. En üstteki çocuk, tam konsolosun  önündeyken, bayrağı çıkarıp sallardı. Bütün evlerden alkış alırdı. Kızağın sürati, ağırlığından dolayı müthişti. Her zıplayışta insanlar yollara saçılırdı içinden. Kızağın demirleri, kiliseden sökülmüştü.

 Kars Valisi, bu yokuşta düşüp sakatlandığı için, buraya kamyonlarla kül döktürürdü bazı bazı. Ertesi günü de kar yağınca, küller örtülür, pist hazır hale gelirdi. Her ev birer kova ile de yolu suladı mı, yol tamamen buzlanırdı zırh gibi. Herkes o kızağa binemezdi. İtiş kakışta kim güçlüyse, o binebilirdi. Trafik dururdu o kızak yüzünden. Sokak başlarını polisler tutar,  geçişlere yasak getirirlerdi. Her akşam bir şamata ve şenlik vardı ki, koskoca yokuşun karşılıklı evlerinden sokağa fışkıran neşe, buzlarda yankılanırdı. Konsolosun perdeleri kapalıydı daima. Perde aralarından sarı sarı kafaları görürdük.

Hele o bayrak o yerden geçerken  çıkıverince, sokak  “ba!…ba..! ba..!” diye haykırış ve  feryatlarla inlerdi. Neşeyle çalkalanırdı yokuş. Civar semtlerden kızaklarla seyre gelinirdi. Her gün, bu beş dakikalık bu gösteri için insanlar burada, neşe’den yumak olurlardı.

Ama:

Hep birlikte; sanki kavilleşmiş gibi, birlik, beraberlik, aynı ruhu taşımanın, aynı hissi duymanın keyifli ve asaletli örneğini verir gibi bir  “ders verilirdi bu diyarda”.

“Şimdi ne ders veren var / Ne de ders alan var  / Yeter ki yağsın kar

İşte o kadar! / ”Gidem gidem / Nellere gidem / Hadin bakem / Deyven bakem /  Biz eyiyiz ./  Siz n’apıyosuyuz bakay /  Efele otumuş / Ne bu la ! /  Gartopu oynayala”

  

 

  

 

 

  

 

  

 

 

 

 

 

   

 

 

  

  

 

 

 

 

 

 

  

 

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 1616
: 918
Kayıt tarihi
: 13.08.06
 
 

Hayatın dikenli yollarından geçmenin  sırrı, aralarından çabuk geçmektir. Ümit, naylon çorap giyd..