Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Aralık '07

 
Kategori
Öykü
 

Kazanma ve kaybetme üzerine üç minik öykü

Kazanma ve kaybetme üzerine üç minik öykü
 

I.

Çetin ve ben sınıfın en çalışkan, en güçlü, en sevilen iki öğrencisiydik. İkimiz iyi arkadaştık ama aynı zamanda aramızda adı konulmamış bir yarış vardı. Ders notlarında, sporda, beden eğitiminde, kızların ilgisini çekmede ve her dönem başı sınıf başkanlığı seçiminde... Çetin’in çok ciddiye aldığı, benimse biraz gönülsüzce katıldığım amansız bir yarış... Bu konularda açık rekabetin yanı sıra çok sevdiğimiz öğretmenimizin en sevdiği öğrencisi olabilmek için de gizli gizli yarışırdık. Öğretmenimiz Füsun Hanım Çetin’le aramızdaki bu yarışın farkındaydı ama hiç renk vermez, hiçbir zaman taraf tutmazdı. Adil bir hakem olmaya çalışırdı sadece. Tabii ikimizin de, hem o zamanlar henüz yirmili yaşlarının başlarında, hem çok güzel bir kadın olan Füsun Hanıma âşık olduğumuzu söylememe gerek bile yok. Onun gözdesi olmak için türlü çeşitli cambazlıklar, jestler yapmaya çalışırdık.

“Öğretmene jest” hariç geri kalan her branşta Çetin’i geçerdim. Öğretmenimiz sınıf başkanını gizli oy açık - sayım usülüyle biz öğrencilere seçtirirdi. Demokrasi terbiyesini bize daha o yaşlarda benimsetmeye çalışırdı. Arkadaşlarım da her yıl beni başkan seçerlerdi. Beş yıl boyunca ben hep sınıf başkanı oldum, Çetin ise yardımcım. Çetin’den geride kalmamaya çalışırdım ama benim çok meraklı olduğum bir şey değildi bu rekabet. Yazılı sınavı sonuçları açıklanacağı zaman Çetin çok heyecanlanırdı. Benim beş, onun ise dört buçuk üzerinden beş alması bile Çetin için ufak çaplı bir yıkımdı. Böyle durumlarda onu teselli etmek yine bana düşerdi. O çok ders çalışırdı. Ben ise daha çok dersi öğretmen anlatırken dinleyip öğrenir, evde de pek çalışmazdım. “Ben senden çok çalışıyorum ama yine de benden iyi not alıyorsun” derdi hep.

İlkokuldan sonra yollarımız ayrıldı. Başka okullara kaydolduk. Bir süre sonra da başka bir şehre taşındılar. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra bir gün tesadüfen karşılaştık. Beni bir bilardo salonuna davet etti. Birlikte içeri girince çalışanların Çetin’e gösterdiği saygı ve ilgiden oranın sahibi olduğunu anladım. Eski günler, okul yılları falan derken konu bugüne geldi. Çetin çok zengin olmuştu. Ben üniversiteyi bitirmiştim ama bitirdiğim bölümle alakasız bir işte sefil bir ücretle çalışıyordum. Çetin ise ortaokuldan sonra okulu bırakmış, tüccar babasının yanında çalışmaya başlamış, daha sonra da işleri devralarak epey zengin olmuştu. Durumlarımız hakkında birbirimizi bilgilendirdiğimizde Çetin’in bana pek fark ettirmek istemese de rahatladığını hissetmiştim. Hayatta başarı ve zenginlik bakımından beni kat kat geride bırakmıştı.

Nihayet kazanmıştı. Konuştukça onun memnuniyeti ve gururu artıyor, bense oturduğum sandalyede küçülüp parmak adam durumuna geliyordum. Halbuki böyle şeyleri hiç dert etmem. Kadere inanırım; kimsenin serveti, kariyeri karşısında kendimi yenik hissetmem. Ama o anda nedense biraz rahatsız oldum. Bir süre sonra konuşabileceğimiz mevzular bitip sohbet tavsayınca “bilardo oynayalım mı?” dedi. Oynadık; ben kazandım. “Yine dört buçuktan beş” dedi Çetin.


II.
Üniversiteden sınıf arkadaşım Levent tavla oynamayı çok severdi; ille de benimle oynamayı. Çünkü beni hiç şansı tutmazdı. Bilirsiniz, zar ya da kâğıtla oynanan oyunlarda bazı kişilerin bazılarını şansı tutmaz. Bir gün okul çıkışında vakit geçirmek için bir kahveye girdik ve tavla oynamaya başladık. Üç parti oynadık hepsini de ben kazandım. Ertesi gün hakeza, onun ertesi gün yine aynı...

Ben tavladan da Levent’i yenmekten de bıkmıştım, artık oynamak istemiyordum. Levent ise tam tersine bana yenildikçe hırslanıp daha çok oynamak istiyordu. Hani “yenilen pehlivan güreşe doymaz” hesabı... Levent yenilince her defasında “burada şansım tutmuyor” diyor ve ertesi gün başka bir yere gidiyorduk.

Bir gün yine onu birkaç el üst üste yendikten sonra “senden mutlaka bir oyun alacağım, son bir defa oynayalım, ondan sonra istersen oynama” dedi. Kurtulmak için kabul ettim. Oradan kalkıp başka bir yere, daha önce hiç oturmadığımız bir kahvehaneye girdik. Akşam saatlerinde başladığımız oyun kahvehanenin kapanma saati gelmesine rağmen hâlâ bitmemişti. Çünkü Levent benden tek oyun bile alamamıştı. O kazansın diye en saçma hamleleri yapıyor, sürekli açık kapı bırakıyor, en olmayacak riskleri alıyordum. Ancak bu riskler bana büyük bir avantaj olarak geri dönüyordu.

O gün saatlerce oynadık ama sonuç yine değişmedi. Sonunda umudunu kaybedip sinirinden çıldıran Levent zarları fırlatıp tavla kutusunu masaya çarptı. Onun gürültülü davranışlarına ta en başından beri sinirlenip sabreden garson sonunda kendini kaybedip Levent’e tekme tokat girişti. Arkadaşımı koruyayım derken dayaktan ben de nasibimi aldım. Kendimizi dışarı zor attık. Bir yandan saçma sapan bir sebep yüzünden dayak yiyişimize bir yandan da Levent’in inatçılığına sinir olmuştum, çatacak yer arıyordum. Ama Levent, yolda ağzımızın burnumuzun kanlarını sile sile yürürken “bizim evin orda bir sabahçı kahvesi var” gibi bir şeyler söylemeseydi yine de gırtlağına sarılmayacaktım.


III.
Yirmili yaşlar... Doğan’la ikimiz aynı kıza âşıktık. İşte yine yarış! Allahı var, Zeynep de âşık olunmayacak bir kız değildi. İlgimizi pek üstüne alınmaz gibi davranır ama etrafında pervane olmamız da hoşuna giderdi. İşe aşk karışmasa üçümüz de iyi arkadaştık. Zeynep’i çok seviyordum. Ama Doğan’ın Zeynep’e sevgisi karasevda denecek yoğunluktaydı. Ya da öyle sanıyordu, bilmiyorum Bu konuyu birbirimize hiçbir zaman açamadık ama galiba Zeynep de beni seviyordu. Benim de Zeynep’i sevdiğimi bilmeyen Doğan, Zeynep’e olan aşkını bana açmış, bense ona aynı durumda olduğumu söyleyememiştim. Benden Zeynep’e açılabilmek için yardım istiyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Onu vazgeçirmeye mi çalışsam, benim de Zeynep’i sevdiğimi mi söylesem, yoksa "karışmam kendin hallet" mi desem bilmiyordum. “İşi biraz akışına bırakalım” falan gibi bir şeyler söyleyip geçiştirdim.

Ama Doğan’ın gözü Zeynep’ten başka hiçbir şey görmüyordu. İçiyor, ağlıyor ve habire bize onu ne kadar çok sevdiğini anlatıyordu. Sonunda daha fazla dayanamayıp kendisi açıldı Zeynep'e. Ancak Zeynep pek oralı olmadı. Tekliflerini hep reddediyor daha çok benimle vakit geçirmeyi tercih ediyordu. Böyle muallakta aylar, yıllar geçti. Ertelediğim askerliğimi yapmaya karar verdim. Belki de bu acı üçgenden kurtulmaktı esas amacım. Gittim. Bir iki mektuplaşma dışında birbirimizi pek arayıp sormadık.

Döndüğümde Doğan’la Zeynep eskisine göre daha yakın arkadaş olmuşlardı. Sonra sevgili, bir süre sonra da nişanlı oldular. Evlendiler. Düğünlerine gittim, salonda tören boyunca mutluluklarını paylaşır bir edayla gezindim. Aynı maskeyle üçümüz fotoğrafçıya poz verdik. Takıyı takıp çıktım. Bir birahaneye oturup hiçbir şey hissedemez hale gelinceye kadar içtim.

Evlilikleri ilk yıllarda iyi gitti. Bir süre sonra mutsuz olduklarını duydum. En sonunda da ayrılıp iki yabancı oldular. Bir gün Zeynep’le yolda karşılaştık. Bir yere oturup eski günlerden, biten evliliğinden, mutsuzluğundan falan konuştuk. Bir zamanlar hayalimde canlı bir tablo gibi hep asılı tuttuğum asi ve güzel yüzüne geçen yılların yorgunluğu sinmiş, cildi parlaklığını biraz kaybetmiş, ince hatları yağlanıp yuvarlaklaşmıştı. Ama elleri hala aynıydı. Bütün güzelliğinin bir özeti gibi duran narin, pürüzsüz ve ahenkli parmaklarıyla çayını karıştırırken, “biliyor musun, seninle evlensem çok mutlu olabilirdim” dedi.

Cevap vermedim. “Ben mutsuz olmaya da razıydım” dedim. İçimden...
.......

Resim: http://niavaah.deviantart.com/art/To-not-lose-you-52168504

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..