Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ocak '12

 
Kategori
Eğitim
 

Köy enstitüsünden günümüze bir öğretmen

Yazarı: Engin Çınar İlker

“Ter kokulu bahardır yüksek medeniyetler, terle sulansa eğer renk değiştirir bu yer.”

Mehmet Başaran

Giriş

Köy Enstitüleri’nin amacı köylümüzü bilgilendirmek, modern dünya ile aralarında bağ kurmak, iyi üretmeyi iyi tüketmeyi öğretmek, gelecekte bilgisi ve görgüsüyle ayak uydurabilen, Atatürk inkılaplarını benimsemiş yurttaşlar yetiştirmek idi.

Cehaleti yenmek için 1935’te yapılan CHP’nin 4. Kongresi’nde köyün kalkındırılmasına karar verildi.

Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, Atatürk’e, “Elimde para var ama elemanım yok.” deyince dahi Atatürk; “Askerleri devreye sokarız.” dedi.

1938 yılında orduda çavuş ve onbaşı olarak askerlik yapmış 85 kişi köylerinden çağrılıp altı ay kurs görmek üzere Eskişehir Çifteler’de eğitime alındı.

21 Ekim 1939’da eğitmenler, eğitmen kursunu bitirip görev yerlerine gönderildiler. Görev yerleri ya kendi köyleri ya da köylerine en yakın komşu köyler oldu. Yanlarına kılavuz kitaplar verildi. Bir yandan köyün çocuklarına okuma yazma öğretiyorlar, diğer yandan da yetişkinlere gece kursları açıyorlardı. Bunun yanısıra kendisine verilen toprağı işleterek hem köylüye örnek oldular hem de kendi geçimlerini sağladılar. Ancak bir süre sonra bu işin eğitmenlerle uzun süre yürütülemeyeceği anlaşıldı.

Atatürk’ün ölümü üzerine bu işin liderliğini İsmet İnönü devraldı. Kurulan Celal Bayar kabinesinde Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel oldu.

Yücel, Türkiye’yi iklim ve çalışma koşullarına göre üçer dörder ili kapsayan yirmi bir bölgeye ayırdı. Kurulacak okullara Enstitü adı verilecekti. Enstitüler; bilgiyi iş haline getirerek uygulayan bir eğitim sistemini öngörüyordu.

Bakan Yücel, bu işin başına İsmail Hakkı Tonguç’u getirdi. Enstitülerin yerleri belirlendi. 17 Nisan 1940 tarihinde yasa TBMM’ye gönderildi.

Herkes Enstitülerin verdiği ışıkların tüm Türkiye’yi aydınlatacağına inanıyordu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Köy Enstitülerini, Cumhuriyet’in eserleri içinde en kıymetlisi ve en sevgilisi saydığını” 9 Mayıs 1941’de kendi el yazısıyla belirtmiş ve şunları söylemişti: “Köy Enstitülerinden yetişen evlatlarımızın başarılarını ömrüm boyunca yakından ve candan takip edeceğim.”

Hasan Ali Yücel, bakanlığı sırasında önemli devrimler yaptı. Ancak bunların en önemlisi onu ölümsüzlüğe kavuşturacak asıl projesi Köy Enstitüleri oldu. “Köy Enstitülerinde köyün kalkınması için öğretmenler yetişecekti. Öğretmenler sadece okuma yazma öğretmeyecek, aynı zaman da köylüye modern tarım tekniklerinden marangozluğa, demirciliğe, duvarcılığa, hayvancılığa, müzik ve folklordan hasta tedavisine kadar her konuda eğitim verecekti. Köylüler görerek öğrenecekti. Böylece köylerde aydınlar yetişecek, köy kalkınmasının sorumluluğu o köyden yetişmiş aydın köylülere emanet edilecekti. Köylüler bilgiyi iş haline getirerek uygulayan bir eğitim sistemi ile işlevlerini sürdürecekti.

İnönü, bir gezisi sırasında, bir kız öğrenciye, “Kızım çantanda neler var; görebilir miyim?” diye sorar. Kız çantasını açar ve içindekileri çıkarır. Bir çeyrek ekmek, içi kuru köfte ve klasiklerden bir kitap: Antigone! Bunu gören İsmet İnönü yanındakilere döner ve “Görüyor musunuz?” der. “Köy Enstitülerinde, bir kitap, ekmekle bir tutuluyor. Ne zaman ki Türkiye’de erinden generaline, sade vatandaşından cumhurbaşkanına kadar herkes ekmekle kitabı bir araya getirebilirse, Türkiye’nin kalkınması daha gerçekçi olacak. Tam bağımsızlık işte o zaman gerçekleşmiş olacak. İşte Köy Enstitüleri bunun yolunu açıyor.”

Okuma yazmadan yoksun, sormaktan utanan, mahcup, ezik, sosyal bilgisi ve sağlık bilgisi olmayan, kendi yurdunu tanımayan, dini yanlış tanımlayan, kimseden hesap soramayan, şiddet hiddet ve baskı ürkeği olmuş, korkutulmuş, ulusal gelirin yüzde 81’ini topraktan nasırlı elleriyle sağladığından haberi olmayan, evinin içinde tuvaleti, banyosu ve bir tek musluğu olmayan, su ile abdest almak yerine kuru kuruya mesh yapan, şehri hiç görmemiş telefonu, radyosu olmayan kırk yaşında yaşlanmış insanlar yerine;

Kılık kıyafeti ile kendine güveni olan,

Yeniliklere açık,

Sağlıklı yaşama becerisi ve alışkanlıkları olan,

Daha iyi beslenen,

Daha verimli çalışan,

İyi üreten, iyi tüketen,

Enerjisi olan, onu iyi kullanabilen,

İnsan yaşamına uygun konutlarda (hayvanlardan ayrı) yaşayan,

Modern makineleri kullanabilen,

Tasarrufunu değerlendiren,

Cami ile okulun neler getirdiğini ayırt edebilen, gencecik insanlardan oluşan bir ülke olurduk.

Toplumda sancılar yaratan üniversiteye giriş sınavlarına gerek kalmayacaktı. Çünkü enstitüler bölge üniversitelerine dönüşecekti. Beyin ve emek göçüyle değerlerimiz yok olmayacaktı. Eğitim bugünkü gibi özel dershaneler aracılığıyla işportaya düşmeyecekti.

9 Mayıs 1947’de enstitülerdeki kız ve erkek öğrenciler gülünç nedenlerle ayırıma tabii tutuldu. 1946-1950 yılları arasında yalnız Köy Enstitüleri değil tüm devrim kurumları yozlaştırılmaya başladı. Üniversitelerden bazı kürsüler kaldırıldı. Devrimler oy pazarına çıkarıldı. Eğitim Birliği Yasası çiğnenmeye başladı. Aydın din adamı yetiştirme söylentileriyle okullara din dersi konuldu.

1.Bölüm

Ailemve Çocukluğum

Aslında ilkokula İstanbul’da başlayıp bitirecek ve daha sonra Galatasaray Lisesi’ne gidecekmişim.Bu hem annemin hem de babamın ortak düşüncesiymiş. Ama gelişmeler hiç de öyle olmamış.

Babam, büyük Atatürk’ümüzün kurduğu Bursa Ziraat Mektebi’nden en yüksek derece ile diploma almış bir ziraatçıdır.(O zamanki diplomalar bile birer sanat eseriydi adeta. Babamın 60 cm X 75 cm ebatlarında, mektebin amaçlarını simgeleyen resimlerle incelenmiş diploması halen çalışma odamın duvarını süslemektedir.)

Gümüş Madalyalı Anne

Rahmetli anneciğim, Türkiye’nin en görgülü, en güzel semti Kadıköy ilçesinin Göztepe Mahallesi’nde Bağdat Caddesi’nden başlayan Mustafa Mazhar Bey Sokağı’nda Kadıköy Belediyesi Doktoru Zeki Bey’in kızı olarak dünyaya gelmiştir. Özel bir Fransız okulunu bitirdikten sonra İstanbul’un gözde okullarından Erenköy Kız Lisesi’nden mezun olmuş ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’ne kaydolmuş ancak son sınıf öğrencisiyken, diplomasını almadan, rahmetli babacığımla evlenebilmek uğruna, üniversiteden ayrılmış. Annem çok zeki, çok bilgili, ileriyi gören, çok güzel, eşi ve çocukları için fedakarlığın üstünde meziyetleri, olan bir hanımdı. Fransızcayı ana dili gibi okur, yazar ve konuşurdu.

Biz altı kardeştik ve annem altı çocuğu olduğu için devlet tarafından madalya ile onurlandırılmıştı. O yıllarda ülkemizin nüfusunun artması için yapılan resmi bir uygulamaydı bu. Altı tane ya da daha çok çocuğu olan her anneye gümüş bir madalya verilirdi.

1930 ve 40’lı Yıllarda Yaşam

DüvetepeNahiyesi’nde fırın olmadığı için annem bahçemizdeki fırınımızda buğday unundan hazırladığı ekmeklerimizi pişirirdi. Ayrıca biz çocuklar için yaptığı simit büyüklüğündeki minik ekmeklerimizin pişmesini fırının yanında beklerdik. Annem kışlık yufka, kuskus, makarna, tarhana ve erişte yapardı. Ayda bir defa Sındırgı’dan babamın getireceği, bizim çarşı ekmeği dediğimiz, beyaz ekmeği bekler, “ kapışan” yapardık.

Köylüler bahçelerden elde ettikleri pamukları pamuk ipliği haline getirir, kök boyası ile boyar, evlerinde tahta tezgahlarda dokurlardı. Yine koyunlardan elde ettikleri yapağıları yıkar, tarar ve yün ipliği halinde bükerler, elde edilen yün iplikler de evlerindeki tezgahlarda kumaş haline getirirlerdi. Bu kumaşlara sayak denirdi. Kışın kış elbisesi olarak diktirilirdi. Keçilerden elde ettikleri kıllarla da kıl çadırlar, kıl çuvarlar, kilimler ve örtüler yaparlardı. Yetiştirmiş oldukları pamukları iplik haline getirir, ev tezgahlarında pamuklu bezler dokurlardı. Pamuk bezlerden çarşaf, iç giyim, pijama, gömlek her türlü bez yaparlardı.

İlkokul ve İstanbul’a Gidiş

Annem ben daha okula başlamadan bana okumayı, yazmayı, temel sayı işlemlerini, ritmik saymaları öğretmişti. Bu sebeple okul çağım geldiğinde ilkokula Düvertepe Nahiye(bucak) İlkokulu’nda ikinci sınıftan başladım. Annem ve babamın ideali beni Galatasaray Lisesinde okutmak olduğundan orada başarılı olmam için, bilgili, görgülü, kültürlü ve Türkçe`yi de İstanbul şivesi ve Belagatı ile konuşmam gerektiğine inanıyorlardı. Bunun gerçekleşmesi için lise eğitimimi İstanbul’da almak üzere İstiklal Savaşı gazisi olan annemin babası Dr. Zeki Bey in İstanbul Göztepe deki evine gönderildim. Bana kucak açtılar.

Bir müsamerede ise Hayat Ansiklopedisi’nden aldığım çok çok uzun olan Alageyik ismindeki bir manzumeyi ezbere hiç takılmadan okumuştum.

“Küçüktüm ufacıktım top oynadım acıktım. Gördüm bir alageyik” dizeleri ile başlıyordu. Okulda ayda bir Pazar günü velilerimiz davet edilip müsamere yapılırdı. Bir seferinde de çok iyi taklidini yaptığım ve Arap olan dadım Ruhsar Kalfa’dan işiterek öğrendiğim Arap şivesiyle ezberlediğim bir yazıyı müsamerede okumuştum. Dinleyenlerde gülmekten yerlere yatmıştı. Yüzümü ve ellerimi, şişe mantarı yakıp kömür hale getirerek siyaha boyamıştım. Anımsadığım kadarıyla okuduğum ve el hareketlerimle süslediğim parça şöyleydi:

Şarşıdan aldım bir beyza

Yani yumurta

Koydum alennar

Fıştınafıştı

İşine barbar saçtı

Oturdu yedi onu

Şifa buldu naaa

Bulmadı fınnarı cehennem

Bu monoloğu istek üzerine tekrar tekrar okurdum.

2. Bölüm

Savaşta Köy Enstitüsü

Annemle babamın münakaşalarından sonra öğretmenlik eğitimi almam konusunda karara vardılar. O halde ben hangi okula gidecektim? Bu sorunun en kolay cevabı şuydu: Nerde okursam maddi olarak yüküm en az olurdu? Babam o yıllarda halen Balıkesir’e bağlı Çomlu Bucak müdürü idi. Bu yüzden ablam ve ben sınav tarihi geçmesine rağmen Balıkesir valisinin ve iç işleri bakanının devreye girmesiyle sınava girdik ve ikimizde kazandık.

Yurda gittiğim ilk gecemi sabaha kadar sessiz sessiz ağlayarak geçirdim. Her eşya yabancı her eşya ürkütücü, her insan korkunçtu benim için. İlk zamanlar okuldaki çocuklar beni kabul etmiyor, konuşmamla hareketlerimle açık bir şekilde alay ediyorlardı. Şehir çocuklarına göre özgürlükleri sonsuzdu köy çocuklarının. Sabahleyin saçlarım üç numara tıraş edilmişti. Zamanı, idare binasının kapısının yanına asılmış kilise çanı büyüklüğündeki kampana söylerdi: Kalk, temizliğini yap, yatağını düzelt, kahvaltıya git vb.

Giysilerimiz

İlk gün diğer arkadaşlarımla birlikte sıra halinde terzi atölyesine götürüldük ve giysilerimizi aldık. Her gün sabah ile birlikte şayak elbiselerimizi, Amerikan bezinden çamaşırlarımızı, altları kabaralı potinlerimizi, elbise kumaşından dikilmiş kasketlerimizi, golf pantolonlu takımlarımızı giyerdik. Herkes bir örnekti. Yünlü takım elbiselerimizle sınıfa girerken ütü ve leke kontrolünden geçerdik. Ayakkabı boyası, çorap yırtığı, el ve diş temizliği, elbise ütüsü uygun bulunmazsa sınıfa girilemezdi. İki kişilik ranzalarda 100-150 kişilik yatakhanelerde yatardık. Her öğrencinin kilitli bir tahta dolabı vardı. Sabahları en zor iş, çarşaflarımızı tek bir çizgi olmadan gergin bir şekilde düzeltmek ve yorgan ile battaniyemizi ayakucuna muntazaman toplamaktı

Öğretmenlerimiz

Öğretmenlerimizin hepsi öğrenci psikolojisine, yatılı okul yaşantısının zorluklarına, öğrencilerin ruh hallerine vakıf seçkin kişilerdi. Sınıfa girerken gerçek güler yüzle“Günaydın arkadaşlarım! Bugün nasılsınız bakalım? Sizleri dünden daha iyi görüyorum.” diye bizlere moral verirlerdi. Disipline çok önem verirlerdi. Bizlere yılışmayı değil, her şeyi tadında bırakmayı öğrettiler. Güler yüzleri, sık sık şakalar yapmaları bile bizleri şımarıklığa götürmezdi. Öğretmen olacağımızı, köylüye örnek olacağımızı hiç unutturmazlardı. Devamlı tekrar ederlerdi. Hayatta karşılaşacağımız güçlükleri nasıl yeneceğimizi öğretirlerdi.

Bir sabah hiç tanımadığım bir müfettiş, kapıyı çalıp girmek için izin istemeden doğru masamda oturan çocuk hakkında,“Neden?”lerini arka arkaya sıraladı. Kendisine dışarı çıkmasını, kapıyı vurarak içeri girmesini, işin doğrusunun bu olduğunu söyledim. Böyle hareket ederse sorularına cevap vereceğini söyledim. Aynen dediğim şekilde hareket etti. Araştırdığı asıl neden o yıllarda,İparlar diye İstanbul’un en zengin çocuğu zannedip soyadı benzerliği nedeniyle araştırmaya gelmişti. Çünkü şikayetçinin konusu da buydu. Benden çocuğu da alıp müdür odasına gitmemi istedi. Gittik oturduk. Çocuğun babasının hem ayağından sakat hem de bir işçi olduğuna inandırmam bile zaman aldı. Karakterim icabı haksızlığa uğradığım zaman ağzımı açtığımda karşımdakini ikna edene kadar konuşurum. Bu arada çok sıkılan öğrenci müfettişe küfür etti, yumruk yapıp üstüne yürüdü. Bana sabır dileyen müfettiş bey teşekkür etti ve gitti. Bir hafta sonra örnek davranışımdan ötürü bir yazı ile tahkikat noktalandı. Bu çocuğu beş yıl taşıdım. On normal çocuğa bedeldi. Beşinci sınıfta okumayı ve yazmayı tam manasıyla öğretebildim. Türkiye’m bir okuryazar daha kazanmıştı.    Çocuk askere alındı. Kıbrıs’ta vatani görevini de yaptı. Geldiğinde annesini de kaybetti. Sonradan hareketleriyle Pendik halkının maskarası oldu.

Öğretmenlerimizden öğrendiklerimize göre ödev üç amaçla verilir. Birincisi öğretmenin öğrettiklerini pekiştirmek ikincisi de sorumluluk duygusunu kazandırmak. Üçüncüsü kendi yaptıklarından gurur duyup güven vermektir. Öğretmenlerimiz bizden kusurlarını yakalamak için türlü entrikalara girmezlerdi. Hababam sınıfı filmlerinde seyrettiğimiz gibi öğrencilerine kızan öğretmenler silah olarak çıkarın kağıtları, yazılı yapacağım diye tehdit etmezlerdi. Fizik, biyoloji ve kimya derslerimiz kesinlikle laboratuarlarda yapılırdı. Bu derslerde öğrendiklerimiz laboratuarlarda tekrarlardık. Sözlü sınavlarımız laboratuarlarda deney şeklinde olurdu.

Dersler

Günde sekiz ders ve üç mütalaa yapılırdı. Liselerde okutulan bütün kültür dersleri, cebir, geometri, fizik, kimya, edebiyat, müzik, beden eğitimi, Fransızca, biyoloji, tarla ziraatı, bahçe ziraatı,  hayvancılık ve atölye dersleri vardı. Dershanelerimizin dış sıvaları yoktu; Çoğunun tuğlaları gözüküyordu.

Enstitü mezunu her kişi traktör kullanmayı, biçerdöver kullanmayı, pullukla çift sürmeyi, fidan dikmeyi, ağaç budamayı, ağaçlara aşı yapmayı, çelikleme yapmayı, sirke ve şarap yapmayı, sütten süt ürünleri çıkarmayı, hayvan sağlığını, hayvan hastalıkları ile mücadeleyi, ilaçlamayı, ahır projesi çizmeyi, süt sağmayı, koyun kırpmayı öğrenmiş olurdu.

Enstitü mezunu aynı zamanda kosa ile ot biçer, orak ile ekin biçer, kışlık ve yazlık sebzeleri tanır, tohumluk seçimini bilir, eker, biçer, ilaçlar, gübreler ve sular, hasadını yapar ve ticari sunuma kadar hazırlardı.

Atölye öğretmeni de uygulamalı bilgiler verirdi. Marangoz aletlerini kullanmayı, korumayı, demircilik aletlerini kullanmayı ve korumayı, cilt yapmayı, taş ve tuğla duvar örmeyi, sıva yapmayı öğretirlerdi. Atölye derslerinde atölye önlükleri giyilirdi. İşler bitince araçlar temizlenir, özenle yerlerine kaldırılırdı. Silme süpürme işlerini de öğrenciler yapardı.

Sosyal Faaliyetler

Sanatsal faaliyetler kapsamında ise tiyatro ekibi, folklor ekibi, şarkı ve türkü koroları, enstrüman ve taklit ekiplerinden oluşan gruplar ayda en az bir defa gösteriler yapar bizleri eğlendirirlerdi.

Sağlık

İkinci Dünya Savaşı günleri olduğundan hiçbir şeyi hovardaca savuramazdınız. Her öğrenciye ayda bir kalıp beyaz sabun verilirdi. Banyoya hafta da bir kere sıra gelirdi. Çamaşır ve gömleklerimiz etüv makinelerinde yıkanır, kurutulur, sonra üzerinde renkli işlenmiş numaralarımızla arayıp, katlayıp, dolaplarımıza götürürdük.

                                                                                   Sofra Adabı

20 kişilik dikdörtgen tahta masalarda bakır ama kalaylı tabak ve su güğümü ile kişi sayısı kadar cam değil bakır bardak ile çatal ve kaşıktan başka lüksümüz yoktu. Peçete ya da bıçak kullanılmazdı. Yeni gelen çocukların çoğu köylerinde hiç çatal kullanmamış olduğu için çatal tutmakta, çatalla yemek yemekte çok zorlanırlardı. Çatalı kazara dil ya da dudaklarına batıranlar olurdu. Tahta kaşık yerine metal kaşık kullanmak da onları aynı derecede zorlardı.

Yemeğe başlarken ayakta besmele çekilir, masa başkanının “Başlayın!” komutu ile kaşıklar ve çatallar ses vermeye başlardı. Yemek bitince masa nöbetçileri bulaşıkları toplar ve mutfağa götürürdü.

Yönetim

Enstitü müdürleri seçilmiş kişilerdi. Yüksek Öğrenim görmüş, çok güzel giyinen hatip kişilerdi. Öğrencilerin sorunlarıyla çok yakından ilgilenirler, devamlı şekilde öğrencilerle bir arada olmaya önem verirlerdi.

Enstitü müdürlüğünün altındaki makam eğitim şefliği idi. Yönetimi askeriyeye benzetirsek, eğitim şefi enstitüsünün kurmay başkanı idi. Eğitim şefleri de müdürler gibi cefakar ve fedakar insanlardı. Sanki geceleri uyumazlardı. Durmadan çalışırlardı, öğretmen ve öğrenci sorunlarını çözerlerdi.

Enstitüye Gelmeyenlerin Halleri Ne Olurdu?

Köy Enstitülerinin iç yüzüne baktığınızda, bu kuruluşların önünde selam durursunuz! Ben o kanaatteyim. Köyden çıkıp gelmiş, görmemiş, çocukluğunu yaşamamış, dar kalıplar içinde kalmış genç insanlar için bir kurtuluştur Köy Enstitüleri. Nasıl olmasın?

Eğer böyle bir okula devam etmemiş olsa neler gelirdi başlarına? Eğer kız ise

İlkokulu bitirdikten sonra evlenecek,

Yeni ailesinin tüm zorluklarını sırtında taşıyacak,

Tarlaya, bahçeye, ormana, sırtındaki dağarcığı ile kilometrelerce yürüyerek buğdayını değirmene götürecek, buğdayla unun değişimini görecek,

Yama yapacak, ev sıvayacak, kerpiç kesecek, adına ev denilen barınağını yapacak,

Sabah akşam hayvanlarını yemleyecek, süt sağacak, yoğurt çalacak, peynir mayalayacak,

Odunu kesip, ocağını yakacak, lamba yerine ocaktan akseden ışıkla aydınlanacak,

Erkek yaşamı da farklı olmayacak

Hemen bir kız tavlayacak,

Yavuklusu ile geleceğini planlayacak,

On altısında evlenip baba olacak,

Asker ocağına gidip vatani görevini yapacak,

Çay içecekler, taş oynayacaklar,

Enstitüyü bitirip köyüne dönen öğretmen;

Köylülerin imece ile yaptıkları okulun lojmanında kalacak,

Lojmanında sıcak su olacak, banyo olacak,

Ütülü elbiseleri, boyalı ayakkabıları olacak,

Belki de köyün en güzel kızı ile evlenecek,

Köylüden saygı görecek,

İmamın önüne geçecek,

Köyün bankası olacak,

Gazete alıp, yüksek sesle herkese okuyacak; itibari giderek artacak.

Eğitmenler Neden Başarılı Oldular?

Eğitmene verilen kılavuz kitaptan alıntılar;

Eğitmenim çok temiz olacaksın; sakal tıraşını yapmış olacaksın,

Saçların taranmış olacak,

Pantolonun ütülü olacak, çorap ve mendiline dikkat edeceksin,

Onlara Türk çocuğunun yasasını söyleteceksin,

Ellerini ve iki adet mendillerini sıranın üstüne koyduracak, tırnak muayenesi yapacaksın.

Saçlarında bit muayenesi yapacak, bel kemikleri çarpık olmasın diye dik oturmalarını sağlayacaksın.

O yıllarda okuma öğretimi tümevarım metodu ile yapılırdı. Önce harfler öğretilir; onların gerçek sesleri tanıtılırdı. Şimdiki gibi örneğin E harfi tarak ya da merdiven diye öğretilmezdi. Harflerin doğru yazılışı da öğretildikten sonra ba, ca gibi hecelere geçilerek dilin fonetik yapısıyla çabuk öğretimiyle ilgili alışkanlıklara geçilirdi. Heceler, hece tablolarına geçirilir ve böylece okuma işi başlardı. Tüm bunları gönülden uygulamaya çalıştıkları için başarı kaçınılmaz oluyordu.

Siz Okuyamamak Nedir Bilemezsiniz

Her yaştan her akıldan insana öğretmenlik yaptım. Bakın onlardan neler dinledim:

-Nereye gittiğini okuyamadığımız için otobüslere binemiyoruz.

-Hastaneye gidemiyoruz,

-Trene binemiyoruz,

-Pazarda etiketlerin üzerinde yazan fiyatları okuyamıyoruz,

-Gurbetteki yakınlarımızla haberleşemiyoruz…

Eğer herkes okuma yazma bilmiş olsaydı hayatımızda neler değişmiş olacaktı:

.Her birey gazete, dergi ve broşür okuyabilecekti,

.Yasaları öğrenebilecekti.

Böylece insan iyi ile kötüyü, güzel ve çirkini KENDİ BAŞINA ayırt edebilecekti.

3.Bölüm

Kurna Köyü

Muallimsiz Düğün

Nahiye müdürü olan babamın tavsiyesini aklımdan çıkarmaz ve düğünlere katılmazdım.

Kahveden içerden girdiğimde merhaba mı diyeceğim, selamünaleyküm mü diyeceğimi bilememiş ve pot kıracağım diye çekinmiştim. Ve bu yüzden dört ayda ancak gitmiştim.

4.Bölüm

İmralı Cezaevi

Artık köyden ayrılmak istiyordum. Şehirde yaşamın özlemini çekiyordum.

Bütün köylerin öğretmenlerinin mutemedi olduğum için maaş günlerinde bir günlüğüne Kartal’a gelir Mal Müdürlüğü’nden maaşları alırdım. Paraları aldıktan sonrada ilgili evrakları almak için ilçe Milli Eğitim Müdürlüğüne çıkmam gerekirdi. Bir keresinde müdürün masasında bir yazı gördüm. İmralı Cezaevi Öğretmenliği ile ilgili açık bir kadro olduğu ile ilgiliydi. Hiç düşünmeden o gün dilekçemi verdim. Müdür bey dilekçemi görünce caydırmak istedi. Ama ben gitmekte kararlıydım. Duyuruda şöyle bir açıklama da vardı: Tayin yapıldıktan sonra, öğretmen istemediği takdirde hemen başka yere tayin edilir.

Eğitim Modeli

Bin beş yüz kişiye bir şeyler öğretmeye çabalamak yerine, sadece bir şeyler öğrenmek isteyenlere odaklandım. Hükümlülerin tümünün de eğitim düzeyi aynı değildi. Lise mezunları, sanat enstitüsü mezunları, memurlar, orta okul mezunları hatta bir profesör ile okuma yazma bilmeyen zır cahil insanlar yan yana idi.

Mektep görmüş mahkumlardan gönüllü olanları yanıma yardımcı olarak aldım. Onlara öğretmen yardımcısı ünvanını verdim. Okuma, yazma, sayma, dört işlem aritmetik konularında bilgilerini geliştirmek ya da sıfırdan öğrenmek isteyenleri küçük gruplara ayırdım ve bunlara ayrı ayrı eğitim verdim. Boş kalan mahkumları ise ya atölyelerine gönderdim ya da dershanede gürültü yapmadan sessizce oturmalarını sağladım. Ders bitti borusu çalana kadar.

Ek Bir Görev: İnfaz Memurluğu

Hükümlü tahliye olduğunda, biriken parasını alarak hayata yeniden merhaba derdi. Örnek olarak makineyle günde on beş çift asker çorabı üretme mecburiyetinde olan bir hükümlü on altı çiftten itibaren her çift çoraptan pirim alırdı. Pirim meblağı hem hükümlünün cep defterine hem de ada defterine günlük olarak kaydedilirdi.

Bir gün ceza evi müdürümüz Şevki Bey beni odasına çay içmeye davet etti. Yuvarlacık kırmızı yüzlü, zarif bir adamdı. Sözü döndü dolaştırdı ücret karşılığı beni yeni infaz memuru olmaya ikna etti. Savcının da onayıyla bu ek görevi de yeni infaz memuru gelene kadar, tam iki yıl hatasız yerine getirdim.

Adada Spor ve Eğlence

Menfaatler çatışması olmadığından konuşmalar gerçek ve doğaldır. Yalan da yoktur.Çünkü yalan söyleyecek bir ortam ya da gereklilik yoktur.

Çevremiz rengarenk çiçeklerin saçtıkları korkularla bir başka güzelleşir. Denize girilir, yüzme ve kürek yarışmaları, en çok kim balık getirecek tahminleri ile çay ve sigara kazanılır. Deniz etkinliklerinin yanında spor aktiviteleri önemli yer tutar. Hükümlüler futbol seyrederler, bağırır deşarj olurlardı.

Ada kitaplığımızda on binin üstünde bakımlı ciltli kitaplar bulunurdu ve meraklı hükümlülerin okumasına açıktı. Kütüphanede bir temizlik görevlisi bir de kitapları korumaktan sorumlu lise mezunu mahkum görev alırdı.

Değerlendirme

Yeni cezaevinden cezasını tamamlamış olan bir hükümlü bir yandan bir sanatkar olacak, diğer yandan ise şu becerileri elde edecekti:

Okuma yazmayı ve temel ölçü ve aritmetik işlemleri yapmayı öğrenecek,

Cebinde bir iş kurmak için gerekli sermayeyi biriktirmiş olacak,

Sağlıklı olacak,

Uygar bir insan olmayı öğrenecek; radyo dinlemesini, sinema izlemesini bilecek,

Çevresini ve Türkiye’yi tanıyacak,

Türk Tarihini öğrenecek,

Geçirdiği her bir takvim günü cezasından iki gün götürecek.

5. Bölüm

Sultaniye Köyü

Sultaniyeliler son derece uygar adetlerle donanmışlardı. Kadın ve erkekler arasında birbirinden çekinme, “ Kaçgöç” yoktu. Düğün dedikleri bu eğlencelere her yaştan insan katılır, kadın erkekler birlikte dans ederlerdi.

6. Bölüm

Eğitim Çalışmalarım

İlkokul Program Taslağı

1967 yılında yeniden yapılması gereken İlkokul program taslağında çalışmalarım oldu. Şöyle ki; İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü Yayınları arasına girmiş olan, İstanbul Kartal İlçesi İlkokul Çevre Programı 1967 program taslağına kılavuz olmuştur. 222 sayfalık bir kitap halinde bastırılmış ve okul müdürlüklerine dağıtılmıştır.

Kartal ilçesi çevre programı geliştirme komitesi kurulmuştur. Kartal Bölgesi programını hazırlayan üst komisyon üyeleri arasında Engin Çınar İlker de bulunmaktadır.

Kartal ilçesi çevre programı çalışma alanları aşağıdaki şekilde tespit edilmiş ve aynen uygulanmıştır.

Alanlar

  1. Sınıf: Evde, okulda hayat
  2. Sınıf: Mahalle, semtte hayat
  3. Sınıf: İlçede, ilde hayat
  4. Sınıf: Yurtta hayat
  5. Sınıf: Komşu ülkelerde, Dünyada hayat

İnsan Hayatı, Bitki Hayatı, Hayvan Hayatı, Makineler ve Güçler, Yeryüzü- Gökyüzü

Öğretimde Yaptıklarım

Yalan söylemenin kötülüklerini öğrettim.

Öğrencilerimi tanıdım.

Velilerle yakın iletişim kurdum.

Veli toplantılarımı düzenli ve disiplinli bir şekilde yaptım.

Çocuklarımın İstanbul şivesiyle konuşmalarını sağladım.

Serbest konuşma becerileri için her gün her derste çalışma yaptırdım.

Hafta sonları ve gündelik ödevleri yönetmeliğe uygun olarak verdim.

Yaz tatillerinde yazılı ödev vermedim.

Ertesi günün derslerini düzenli olarak öğrencilerimle paylaştım.

Sağlık ve temizliğe önem verdim.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..