Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Kasım '12

 
Kategori
Öykü
 

Kozmik Delik

Kozmik Delik
 

Uluslararası bir yatırımcı grubuna yenilenebilir enerjilerle ilgili bir seminer vermek üzere, Antalya'dan Alanya'ya arabamla yola çıkmıştım. Alanya'ya az bir mesafe kala, mola vermek için ana yoldan safran renkli dar bir patikaya saptım. Kaprisli kayalıkların arasındaki yol beni bir kıyı beldesine ulaştırdı. Arabamı, minaresi yıkık caminin önündeki meydana parkedip, kuru dere yatağının, kavisleri kırık taş köprüsünden geçerek limana doğru uzanan dar sokaklardan birine girdim.

Haritada gösterilmemiş olan beldenin evlerinin sıvaları dökük, çatıları kırık, duvarları yer yer yıkıktı. Sokakların bazılarına eski divanlar, köhne dolaplar, tozlu sandıklar, delik bavullar yığılmıştı. Taş aralarından fırlayan otlar ve sarmaşıklar bahçe duvarlarını esrarengiz bir biçimde örtüyor, yürümeyi zorlaştırıyordu.

Beni her yerde adım adım izleyen yoğun sessizlik, limanda katlanılmaz bir düzeye erişti. Daha kirlisine hiçbiryerde rastlamadığım denizde tek bir dalga yoktu. Deniz, deniz değil, bir uçtan bir uca uzanan derin bir bataklık, yoğun kıvamlı bir lağım ya da kahverengi çarşafla örtülü bir mezarlıktı sanki. Bir an “zaman” dediğimiz ve durmadan aktığını düşündüğümüz şeyin, beldenin üzerindeki gök kubbede bir kumaş gibi yırtılmış ve yırtığın altında imkansız ve zamansız bir bölge, kozmik bir delik oluşturmuş olduğu duygusuna kapıldım.

Bir süre dolaştıktan ve hiçbir insana ya da canlıya rastlamadıktan sonra tam arabama dönmeye karar vermiştim ki önünden geçmekte olduğum evlerden birinin kapısı gıcırdayarak açıldı. Kapıda uzun saçlı, hasır şapkalı, beyaz keten pantolonlu bir adam belirdi. Sevinçle yaklaşıp, “merhaba!” dedim. Kırk yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim adam, selamıma karşılık vermeden elindeki balıkçı ağını yere bırakıp, kapının eşiğine oturdu.

“İyi günler, afedersiniz, bir kafeterya ya da lokanta arıyordum. Bana yardımcı olabilir misiniz?”

Soruma yanıt alamayınca, “şirin bir belde burası ama çok sessiz”, dedim, “birşeyler içilebilecek bir yer arıyordum da.”

Yine bir yanıt alamayınca, adamın işitme engelli olabileceğini düşünerek, önüne eğilip elimle ağzımı işaret ettim. “Su, su!” diye bağırdım, bir ahmağa konuşur gibi.

Adam, o zaman başını kaldırıp, beni birkaç saniye süzdükten sonra eliyle önünde oturduğu kapıyı işaret etti. Son derece gözü pek bir kadındım ama karanlık koridordan içeri girmeyi gözüm almadı. Bunun üzerine adam bana endişelenecek bir şey olmadığını göstermek ister gibi kalkıp, aheste adımlarla kapıdan içeri girdi. Kısa bir tereddütten sonra onu güvensiz adımlarla takip ettim. Uzun ve serin koridordan geçerek geniş mutfağa girdik. Mutfağın sol tarafında, fesleğen, kekik, maydanoz, dere otu, domates, biber ve soğan dikili teneke saksıların bulunduğu bir avlu vardı. Avluya açılan kapının yanına karanfil desenli bir kanepe, sallanan bir sandalye ve bir sehpa yerleştirilmişti. Sağ yanda bir şömine, yeşil boyası yer yer dökülmüş tahta bir dolap, bir masa ve iki hasır sandalye duruyordu. Dolabın yanındaki duvara kuru biberler, bamyalar, sarımsak ve soğanlar asılmıştı.

Balıkçı başındaki şapkayı çıkarıp sehpaya bıraktı; omuzlarına dökülen, uçları güneşten sararmış kestane saçlarını, başını iki yana sallayarak silkeledi. Tahta dolaptan bir şişe kırmızı şarapla, iki yeşil ayaklı kadeh çıkarıp masaya koydu; kadehleri şarapla doldurdu. O kadar susamıştım ki balıkçının bana uzattığı şarabı bir dikişte içtim. İkinci kadehi daha yavaş içtikten sonra teşekkürler ettim. O hala tek kelime etmemişti; ela gözleriyle buğulu bir camın ardından süzüyor gibiydi etrafı.

Şarap, boş midemi yaktı. Başımın dönmeye başladığını hissettim. “Davetinize teşekkürler, ben artık gideyim. Arabam, caminin önünde“, deyip kapıya doğru bir adım attım. O an, burnuma koridordan içeri giren beklenmedik rüzgarın taşıdığı yosun ve kadavra kokusu doldu; avlunun kapısı hızla çarparak kapandı; pencerelerin kepenkleri savruldu; yakınlara bir yerlere büyük bir gürültüyle şimşek düştü; birkaç saniye sonra da ağır bir yağmur indirdi. Balıkçı, kepenkleri kapatırken “bugün yola devam edemezsiniz bayan, fırtına çok şiddetli”, dedi. Bak şu sürprize, demek ki sağır-dilsiz ya da ahmak değildi!

“Korkmayın, burada geceleyebilirsiniz. Yukarıda bir yatak var,” yanıma yaklaştı. Gözleri, çatılan kaşlarının altından ürkütücü bakıyordu: “Bayan, iyi misiniz? Solgunlaştınız birden! Bayan neyiniz var? ”

Birden gözlerimin önü karardı, dengemi kaybettim ve olduğum yere kum dolu bir çuval gibi yığılıp kaldım.

Kendime geldiğimde karanfil desenli kanepede uzanıyordum. Alnımda, gözlerimi de örten ıslak bir bez vardı. Yağmurun henüz dinmemiş olduğunu, kepenklere vuran yağmur damlalarının sesinden anladım. Bezi alnımdan çekip doğrulunca balıkçının masanın etrafındaki sandalyelerden birinde oturuyor olduğunu gördüm. Ortalığı bir gaz lambasının isli ışığı ve şöminenin cılız ateşi aydınlatıyordu.

“Bayan, nasılsınız? Birden bayıldınız!”

“Sıcak ve şarap fena halde çarptı; ama şimdi iyiyim. Hava ne zaman açılır dersiniz?”

“Bilemiyorum bayan, buranın havası son zamanlarda çok değişti. Belirli bir merkezden, suni yöntemlerle yapıldığına inanıyorum havanın.”

Kanepeden kalkıp, titrek adımlarla masaya doğru giderek kendimi balıkçının karşısındaki sandalyeye bıraktım.

“Hava suni yöntemlerle yapılıyor, öyle mi?” Alaylı bir tonla sordum.

“Hava savaşı bayan, hava savaşı! Duymadınız mı? Her yerde, her an, her şekilde kontrol ediliyoruz artık. Gizli güçlerin işi bu.”

“Hangi gizli güçlerden söz ediyorsunuz anlayamadım.”

“Dünyayı yöneten gizli örgütlerden söz ediyorum, bayan! Her ülkenin ekonomisini kontrol altında tutmaya çalışan, insanlığın gidişatını belirleyen bu örgütler, iklimleri de değiştirerek etkilerini kuvvetlendiriyorlar.” Bakışlarına öfke ve nefret yayılan balıkçının gerçekten de tuhaf olduğunu düşündüm.

“Yalnız mı yaşıyorsunuz burada?”

“Bu harabede yıllardan beri benden başka yaşayan yok, taş altlarındaki akrepleri saymazsak tabi. Gelen giden de olmaz buraya.”

“Niye terketti insanlar burayı?”

“Denizi görmediniz mi bayan ne halde? Kadavra dolu! Körfez öldü. Burada kimyasal ürünler üreten bir fabrika vardı, -şimdi kapandı-, zehirledi çevreyi kimyasal atıklarıyla. Balık tutmaya çok uzaklara gidiyorum.” O an, beldenin ıssızlığının nedenini anladım.

Kısa bir sessizlikten sonra balıkçı, “sizin karnınız açtır. Taze balık ve ekmek var. Yemek yiyelim mi?” dedi. Midem açlıktan kazınıyordu, “iyi olur” dedim.

“Şarap istemezseniz, bira da var.”

“Ben su rica etsem.” Balıkçı bir şişe su getirip masaya bıraktı. Su dolu bir kovadan çıkardığı balıkları alışkın hareketlerle temizledikten sonra kulpu kırık bir tavada, zeytinyağıyla, şömine ateşinde kızartmaya koyuldu. Balıklar çıtır çıtır kızarırken domates, dere otu ve soğanla salata yaptı. Birkaç diş sarmısakla iri bir limonu masanın çiziklerle dolu yüzeyine koydu. Gaz lambasının fitilini çevirerek, ışığını canlandırdı.

“Yıllardır misafir ağırlamamıştım, çok memnun oldum ziyaretinize ama söylesenize bayan burada ne arıyorsunuz?”

Çevre mühendisi olduğumu, Alanya'da bu konuyla iligili bir seminer vereceğimi, burada mola yaptığımı, kendisi için uygunsa seminerden sonra yine ziyaretine gelebileceğimi söyledim.

“Çok sevinirim, bayan, çok sevinirim”, diyerek gülümsedi balıkçı; gözlerinde yakamozlar oluştu. Sonra yalnız, kederli ve fırtınalar yorgunu bir yelkenli belirdi o yakamozların üzerinde ve bana öyle geldi ki, yelkenli, yüreğimin limanına doğru yola çıkmıştı ve yıllardır hiçbir geminin uğramamış olduğu liman, yelkenlinin gelişiyle canlanacaktı.

Kızarmış balıkları tavadan çıkarıp tabaklara koydu.

“Sıkılmıyor musunuz burada yalnız yaşamaktan?” diye sordum yemeğe başlamadan önce.

“Tam tersine, büyük bir mutluluk duyuyorum, doğanın değerini bilmeyen, kaynakları sömüren, çevreyi perişan eden insanların arasında ve gürültülü bir kentte olmadığım için.”

“Balıklar çok lezzetli, salata nefis olmuş. Ellerinize sağlık.”

“Afiyet olsun. Ekmek de taze buyrun, çekinmeyin.”

“Teşekkür ederim.”

“Yemekten sonra da yukarı çıkıp dinlenin.”

Yemek yerken annesini üç yaşında kaybettiğini, babası, üvey annesi ve iki oğlan kardeşiyle şimdiki oturduğu evde uzun yıllar birlikte yaşadığını anlattı balıkçı. Ondan sonra babası, üvey annesi ve oğlan kardeşleri, onbeş yıl önce beldeyi terkeden diğerleri gibi başka yerlere göç etmişlerdi.

Tuhaflığına, doğallığına, yalınlığına ve misaferperliğine hayran kalmıştım harabe kentin balıkçısının. Yemekten sonra yukarı çıkıp dinlenmek değil, onunla sohbete devam etmek istiyordum. Hatta aklımdan onunla birlikte harabe kentte yaşamanın nasıl olacağını geçirdim.

“Biraz daha sohbet edemez miyiz?” Elimi uzatıp, masanın üzerindeki eline dokundum. Cildinin, bir balığın pullu sırtını andıran pürüzlerini hissettim. Yakışıklı balıkçı bir an ne yapacağını kestiremedi; bir gözlerime, bir cüretkar elime şaşkın baktı. Sonra uçup gitmesini istemediği bir kuşu tutar gibi öbür eliyle, elimi usulca avucunun içine aldı. “Bir kadının eline dokunmayalı uzun yıllar oldu, özür dilerim.” Sesi, beton bir zemine düşen kristal bir kadehin kırılgan tonu gibiydi.

“Özür dilemenize gerek yok. Yalnızlığın ne demek olduğunu iyi bilirim. Ben de yalnız yaşıyorum Antalya'da.”

Bu arada ellerimiz birbirimizin dirseklerine yürüyüp, yukarılara doğru bir keşif yolculuğuna çıkmıştı. Yolculuk bizi daha yükseklere getirdiğinde ve parmak uçlarımız, karşıki bedenin tepelerini, engebelerini, dönemeçlerini gezinmeye başladığında, bir tarlaya serpilmiş patlamaya hazır tohumlar canlandı nedense hayalimde. Balıkçının bakışlarından “aşk” denilen büyü akıyordu her yere. Aynı büyü yüzündeki derin çizgilerden, dudaklarının kıvrımından, -bana, dingin bir göl kıyısındaki esrarlı sazlıkları anımsatan- uzun kirpiklerinden, burnunun albenili yuvarlaklığından, kaslı göğsündeki ve göbeğindeki hayata kafa tutmaya and içmiş gibi görünen kıllardan, saçının her telinden da yayılıyordu benliğimin her köşesine ve içimden esmer boynuna sımsıkı sarılmak geldi birden. Aynı şey onun da aklından geçmiş olmalı; aynı anda sandalyelerimizden kalkıp birbirimizin kollarına atıldık. Dudaklarımız, ağızlarımızda mıknatıs varmış gibi hızla birbirine yapıştı.

Dilinin sıcaklığı, yaz güneşi gibi yakıcı; tadı, deniz gibi tuzlu; nefes alıp verişi bir fırtına gibi haşindi ama sarıp sarmalayışı yıldızlı bir gece gibi kadifeden. Onunla öpüşürken, kendimi, bir denizkızı gibi hissediyordum. Sanki ömrümün o güne kadar olanını, karanlık bir okyanus dibinde geçirmiştim de gizemli balıkçının ağına takıldıktan sonra yavaş yavaş güneşli yeryüzüne ulaşıyordum. Sabırsızlıkla blüzümün düğmelerini, saçımın topuzunu çözdüm. Sütyenimin kopçasını, eteğimin fermuarını ve kilodumun iki yandaki bağcıklarını balıkçı açtı. Pantolonunu çıkarması adeta ışık hızıyla oldu. Bedenlerimiz mutfağın hasır zemininde birleştiğinde derin derin nefes alıyorduk. Tüm gereksiz savaşımlara boşvermiş, herkesle ve herşeyle barış içindeydik.

Seviştikten sonra birbirimizin çıplak bedenlerine dünya harikası görmüş gibi bakarak uzandık hasırda. Kapalı pencerelerin aralığından içeriye dolan rüzgar, gaz lambasının ışığını arada bir sönükleştiriyor, sonra yine parlatıp canlandırıyordu. Şöminenin ateşi sönmüştü. Rüzgar, tenlerimizi de yalayarak serinletmeye başladığında, balıkçı beni güçlü kollarıyla kucaklayarak yukarı kattaki yatak odasının cibinlikli yatağına taşıdı. Geceyi, vişne rengi kalın bir yorganın altında birbirimize sıkı sıkı sarılarak, uyanıp uyanıp öpüşerek, duvarlarını deniz yıldızlarının, ıstakozların, midye kabuklarının ve süngerlerin süslediği odada geçirdik.

Yarı açık pencereden içeri, ara sıra yağmur damlaları doluyor, balıkçının açıkta kalmış esmer omzuna ya da benim ona sarılı koluma düşüp, tenlerimizin sıcaklığında buharlaşıyordu. Yağmur damlaları, varolmanın bir boyutundan diğer boyutuna kayarken, insanların değişiklikler karşısında çoğu zaman yaptıkları gibi hüzün duymuyor, yeni bir boyuta giriyor olmanın sevincini taşıyorlardı sanki. Ölümün de, varoluşun boyutlarından biri olduğunu düşündüm, uykuyla uyanıklık arasında ve korkulacak bir şey olmadığını kavradım. İçimde, olağanüstü bir huzur oluşmuştu. Oysa o güne kadar, ölümü her düşündüğümde, kendimi toprak altında boğulacakmış gibi hissederdim. Şimdi bambaşka bir bilince erişmiştim: Ruh, bedeni terkedip, sonsuz semaya ulaşınca dünyanın elementleri kaybolacaktı sadece, ama bilincin kendisi değil. Tam tersine berraklaşacaktı bilinç, yontulmuş bir elmas gibi parlayacaktı, evet. Tanrı'ya ulaşmak denilen şeydi bu.

Sabah uyandığımızda yağmur dinmiş, kayalıkların üzerine Ağustos sabahının altın ışıkları serpilmişti. Dışarıdan martı sesleri duyuldu. Hayretle önce birbirimize sonra pencereye baktık. Açık mavi ve bulutsuz gökte iki martı, görülmez bir daire etrafında çığlık çığlığa uçuşuyordu.

“Döneceklerini biliyordum martıların günün birinde, biliyordum!” diye sevinçle haykırdı, yıllardır beklemiş olduğum sevgilim, bana gökten beklenmedik bir anda inmiş olan vahiy ve artık tek bir an bile özlemini çekmek istemediğim sevgilim. Kahvaltıdan sonra, seminere gitmek üzere kalktığımda hüzünlüydüm. Balıkçı sevgilimin gözlerinin yaşardığını gördüm. “Üzülmene gerek yok, akşama yine burdayım”, diyerek onu teselli edip çıktım.

Alanya'ya vardığımda kafam biraz dağınıktı. Seminerim yine de oldukça başarılı geçti. Yeni yatırımcılar projemi çok beğendiler.

Akşama doğru biraz alışveriş yapıp, aşkıma ufak tefek hediyeler aldım. Birkaç parça giysi, yeni bir hasır şapka, büyükçe bir tava, sabun, şampuan, sebze, meyve falan. Onun yanına taşınmaya karar vermiştim. Kararıma çok sevineceğine emindim. Nasıl gururlandırırdı ondan çocuk sahibi olmak beni. Yıllarca aklımdan hiç geçirmemiş olduğum bir şeydi bu. Hiçkimseye “aşkım” diyebilme mutluluğunu tadamamıştım o güne kadar. Ne tuhaf değil mi? Kimileri onbeşinde öğreniyor aşkı, bense otuzbeşimdeyim. Başımı arabanın penceresinden dışarı uzatıp, “aşkım, seni seviyorum”, diye haykırdım, denize ve göğe. Sözcükler, dilimden kulağıma varana dek sönükleştiler sanki ve anlatmak istediğim duyguları anlatmakta yetersiz kaldılar ama önemli değildi bu. Önemli olan kalbimi yıllarca çevrelemiş olan kalenin yıkılmış ve duvarlarından içeri aşkın akıyor olmasıydı.

Gözüm yol kenarına çevrili, bir süre gittikten sonra harabe beldeye götüren patikayı bulamayınca, geri dönüp aynı yolu bir daha gidip geldim. Bir daha. Ve bir daha. Heyecandan mı göremiyorum acaba patikayı deyip, ana yolda tekrar gidip geldikten sonra geçidi yine bulamayınca paniğe kapıldım. Oysa, çok iyi hatırlıyordum o safran renkli patikayı. Ama sanki yer yarılmıştı da patika da, belde de içine girmişlerdi ya da bana beldeyi bir süre gösterdikten sonra kozmik delik kapanmış, harabe kent ve esrarengiz balıkçı şimdi bir başka boyuta kaymışlardı.

Adını bilmediğim sevgilime duyduğum özlem içimi alev alev kavurdu. Gaza basıp, geldiğim ilk yerde, önüme çıkan herkese harabe kenti sordum. Hiçkimsenin, yakınlarında eski bir kimya fabrikası bulunan, denizi kirli, camisi, köprüsü ve evleri yıkık beldeden haberi yoktu. “Yanılıyor olmasınız hanımefendi” dedi biri, “çevredeki bütün harabe kentleri bilirim ben, ama onlar çok çok eski, tarihsel kalıntılar. Sizin tarif ettiğiniz gibi bir yer yok buralarda.”

Yolculuk esnasında uyuyakalıp da rüya mı görmüştüm yoksa hayal mı kurmuştum; harabe kent ve balıkçı var mıydı, yok muydu; ben neredeydim; bilmiyordum. Bulanık bir ışık gözlerimi kamaştırıyor, bedenimin her yanı tuhaf tuhaf kıpraşıyordu. Bazı uğultular duyuyor, anlam veremiyordum. Derken, bir hastane yatağında gözlerimi açtım. Başucumda bir doktor, bir hemşire, annem ve babam dikiliyorlardı. “Şükürler olsun”, naralarından sonra annemle babam, bana bir trafik kazası geçirdiğimi söylediler. Kaza iki gün önce ben Alanya'ya seminere giderken olmuş. Karşı istikametten gelen Servet Eren adlı bir adamın (“işte bu Bey'in”, diyerek eliyle, yüzümün bakmadığı yöndeki sandalyede oturan adamı gösterdi babam) arabası benim arabama çarpmış. Ölen ya da yaralanan olmamış ama ben geçirdiğim şok yüzünden iki gün, iki gece baygın yatmışım. Babamın gösterdiği yöne bakınca bir an gözlerime inanamadım. Sandalyede oturan rüyalarımdaki balıkçıydı. Elinde hasır şapkası, bana mahçup bakıyordu. O an hafızam yerine geldi. Alanya'ya giderken safran renkli bir patikaya saptığımı zannettiğim an, karşıdan gelen arabayla çarpıştığım an; çarpıştığım arabanın direksiyonunda oturan adam da uzun saçlı, hasır şapkalı balıkçı idi. Ben, çarpışmadan sonra direksiyonda kıpırtısız otururken, balıkçı beni kucaklayıp kendi arabasıyla hastaneye getirdi. “Bayan iyi misiniz?” diye sorup durdu yol boyu, bir eliyle direksiyonu tutarken, diğer eliyle alnıma, yanaklarıma dokundu. Balıkçı iki gün, iki gece başımda oturup, bana kazadan dolayı duyduğu derin üzüntüden, bir an önce iyileşmemi yürekten dilediğinden, beni ne kadar güzel bulduğundan ve bana görür görmez aşık olduğundan söz etti. Balıkçı olduğunu söyledi. Çocukluğunu, yalnızlığını anlattı. Gerçek kırıntılarıyla örüntülü rüyamın içinde dinledim onu ve gözlerimi açmaktan, rüyanın bitmesinden korktum, ta ki rüyamdaki patikayı bulamayıncaya dek. Sonrası mı? Harabe kent hayal ürünü olabilir ama balıkçıyla birbirimize duyduğumuz aşk gerçek ve rüyamdakinden daha da güzel.

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 26
: 723
Kayıt tarihi
: 15.06.10
 
 

Antalya doğumluyum. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunuyum. ..