Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mayıs '08

 
Kategori
Deneme
 

Kraliçe neden geldi, bileniniz var mı?

Kraliçe neden geldi, bileniniz var mı?
 

ezgi umut rıhtımda gemiler


Kraliçenin geldiğinden haberim yoktu. Vallahi yoktu. Tam Sirkeci'de karşıya geçecekken trafiğin yokluğu ve hızlı trenin bile geçiş noktasında beklemeye başladığını görünce, ne oluyoruz dedim. Herkes Eminönü tarafına bakıyordu. Ben de baktım. Saati de vereyim akşam 8.00 suları. Bendeniz o kadar yazdık ettik bari bi tanesine gideyim diye düşmüşüm yollara. Yerebatan Sarayına gidiyorum. Şiir dinletisine.

Vapurda da artık 19 Mayıs itibariyle sigara içme yasağının başatılmasına üzülmekteyken, bi taraftan da böyle önemli bir ulusal bayram gününü zehir etmeye ne hakları vardı diyorum bu sigara yasağını başlatmak için. Örneğin 1 Mayıs'ta başlatsalardı. Hiç olmazsa gelmiş geçmiş tüm 1 Mayısların acılarına katardık sigara yasağını da. Oysa 19 Mayıs bir bayram. Ne demektir bu yani diye düşüne düşüne sahile baka baka sigaraları birbiri ardından tellendiriyorum. Aklıma 23 Nisanların da artık kutsal doğum haftası olarak kutlanması geliyor. Bu konuda bir diyeceğim yok elbette. Ama acaba doğru hesaplanması yapıldı mı? Sonra gülüyorum. Siz de gülün! Yapılmış elbette! Bu bilgisayar devrinde bir tık iki şık şık her şeyi hesaplamak olası! Sanırım bundan 1400 yıl önce Arap toplumu bizden daha medeniydi ve onlarda "evladım sen lahanalar çıktığında ya da ayvalar saradığında ya da asmalar kızardığında doğdun gibi geri kalmış yöntemler yoktu bizdeki gibi". Doğumların günü saati şıp diye yazılmış, çetelesi hazır, içim rahatlar gibi oldu...

Önce Haydarpaşa garına bakıyorum hüzünle. Sonra fesatlık işte, gardan atlayıp liseye- pardon artık üniversite ya unuttuk yine- geçiyorum. Son günlerde Haydarpaşa Üniversitesi yani Marmara Üniversitesi muhteşem bi aydınlatma düzeneği ile ışıklandırıldı. Neredeyse yarım yüzyıllık düşüm gerçek oldu. Dedim ya fesatlık şimdi de tuttum niye ışıklandırdılar diye. O bölge de jet hızıyla satılacaklar arasında değil miydi? Belki de diyorum hani yabancı ülkelere giden tanıtım broşürlerinde, ya da web sayfalarında filan o muhteşem ışıklı bina görüntüleri ile yaptırılır, gezelim görelim çevremizi tanıyalım gezisi gelecekteki yeni kulelerin müstakbel alıcılarına. Her ne kadar pek çok zenginimiz ilk 500 e girmiş olsalar da, bu kulelerdeki talipler çoğunlukla yabancı yatırımcılar olacakmış.

Oradan geçiyorum Şemsipaşa taraflarına. "Salacak Hikayeleri" diye bir öykü kitabını okudum geçen akşam Tekin Aral'ın. En az üç yıldır bekliyordu sıra yeni geldi. Düşünün artık. Tavsiye ederim Okuyun siz de. Baştan sona mizah ama eski Salacak sahilinde geçen öyküleri gülerek okurken ince bir sızı da saracak içinizi. Hani nerede o tahtadan yapılma plaj kabinleri ve salaş plaj gazinosu ve de babacan komiserler mi diyeceksiniz bilemem. Belki de genç olanlarınız böyle insanlar gerçekten yaşamış mıdır acep diye epeycene kafa yoracaklar.

Salacağın üstündeki tepe yani Selimiye ve Harem'deki evlerin camları kor gibi yanıyordu. O anda bi eski şiir döküldü ezberimden, malum şiir matinesine gidiyoruz. Yahya Kemal'in miydi?Yoksa Tevfik Fikret mi?

Bir taze bahar alami seyretti felekte
mevsim mutehayyil vakit aşamdı Bebek'de

Eh burası uyuyor ama Bebek yerine Kızkulesi açıkları diyerek düzeltiyorum.

Akşam lekesiz saf iyi bir yüz gibi akşam
ta karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç cam

Ah keşke iki üç cam la kalsa memleket yanıyormuş gibi. Hiç hoşuma gitmedi açıkçası, Ahmet Haşim'in de buna benzer şiiri vardı, acaba bu durumu görse yazabilir miydi? karanlıkta vapurun burun güvertesinde içilen sigara korunu anımsatıyor...

Sakin koyu şen cepheli kasrıyla Küçüksu
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu

hatırladığımı yazdım inanmayın isterseniz keyif sizin... İnternet düzeltmesi falan da yapmadım. Ama" vatan semtinin o kuytu ormanlarını" söylerken, o yemyeşil orman denizini hayal ederken, gördüğüm sadece camları tutuşmuş apartmanlar denizi oldu. Beton denizi desek daha mı uygun düşer ?

Bir de ne göreyim vapurdan bakınca Barbaros Bulvarının üstünde görülen gökdelenlerin camları da tutuşmamış mı? Bu olamaz diyorum. Çünkü ben o gökedelenlerin, hesabıma göre güneşi görmeyen tarafındayım. Peki bu nasıl oldu. Belki de gökdelenler silindir biçimidir falan da filan.. Bunu çözmeye çalışırken tam da Mimar Sinan Üniversitesinin önüne park etmiş köhne mi köhne, gece görseniz yarasa ya da puhu kuşu sanacağınız bir kruvazörle tanker karışımı tuhaf bi gemi dikkatimi çekti.

Bizim donanmanın çürüğe çıkardığı bi gemi olması muhtemeldir dedim. Sonra da gemidekiler Mimar Sinan Üniversitesi şenliklerini izlemek için sanırım o rıhtıma yanaştılar filan esprileri. Anlayın işte!... Sigara yasağını unutturmaya çalışıyorum kendime..Biraz ileride daha büyükçe bir gemi ve sonra boyu neredeyse Galata kulesine ulaşan en büyük gemi. Hemen onun bir fotoğrafını alayım dedim. Fotoğraf çekerken tüm dertlerimi unuturum ama bi daha seyrederken o çekilme anının öncesini ve sonrasını da aynen yaşarım.

İşte vapurda o ruh halleriyle inmişim mesela diyorum bu pazar akşamı son vapura bin, al eline kamerayı ve vapurun açık yerinde son sigarasını içen tiryakilerle konuş. Sonra da seçimlerden önece ampul alerjisi olan kanallara sat. Ama bu da fos gibi. Öyle bir kanal kaldı mı?

İşte tam da karşıya geçip bi taksi bulacakken dedim ne oluyor diye. Ama hazır vasıtalar yokken beklemekte olan raylı tren mi tramvay mı onun yanına geçip yolu yarılayayım diyorum. Geçemedim çünkü aniden bir düğün konvoyu belirdi sandım. Aklım yine eski günlerdeki İstanbul hatıralarıyla bulandı sandım. Yok basbayağı bi konvoy. Ve polis arabaları o dönen kırmızı şeyleri olan lüküs arabalar. ve içinde vallahi gece karanlığında seçtim sırım gibi nişancıların aleste açık kapıların önünde oturduğu beyaz tuhaf kaptıkaçtılar. Onları da görünce karşıya geçmekten vazgeçtim. Yanımda beklemekte olan iki hemşehrim konuşuyordu. Kulak verdim. Geçenin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün konvoyu olduğunu öğrendim. Ve de Kraliçeyi gemiye bıraktıklarını.

Düğün yok bayram yok Kraliçe Elizabeth neden geldi acaba diye düşünerekten bindim taksiye ve gerisini de muhteşem bir ayaklı gazete olan sürücüden öğrendim ve şaşırdım. Benim hani gece görsem yarasa ya da puhu kuşu zannedeceğim gemi de kalıyormuş Kraliçe. Adı da Missouri dedi sanırım. Aldı mı beni bir düşünce, düğün yok bayram yok diye diye...Taksiden indiğimden olacak, şairlerden mi sandılar, kapıda önemli bir şahsiyet gibi karşılanmam bile çocukluğumda içinde kayıklar yüzen Yerebatan sarayına asık suratla inmeme engel olamadı.

Çift fotoğraf makinesiyle gezdiğim halde puhunun uğur etkisi başladı ve makinelerim çalışmadı. Nemden olacak dedim inanmasam da... İyi ki büyük kameramı getirmedim diye avutmalar, aldatmalar... Pil değiştir, kart değiştir, bu makine 10 dakika önce o gemileri çekmedi mi? Sonunda bir tanesi acıdı da bi kaç kare çekebildim. Neyse ki yolların kesik olması nedeniyle konuk yabancı şairler geç ulaştı. Sahneyi izleyicilerden çok uzak bi yere koymuşlar.Keşke D&R daki ya da Mephisto'daki şiir okumalarına gitseydim, daha keyifli olurdu sanırım.Kitaplardan oluşan dağların arasında şiir dinlemek ne güzel olur. Bence, bundan sonra su ile ilgili kongreleri yapsınlar Yerebatan sarayında.

Sennur Sezer ile Adnan Özyalçıner oturuyordu karşı masada. Fransız Kültürden aşina olduğum bir grup da geride. Nem yavaş yavaş giysilerimden kemiklerimin derinliklerine sızmaya başladı. Şairler çok iyi. Şiirler de muhteşem ama o kadar. Bir daha asla Yerebatan sarayında şiir dinletisi olursa gitmeyeceğim. Sadece ortam otantik diye bir festival levhası, iki sunucu ve titreyerek dinlenen şiirler. Bence organizasyon daha fazlasını yapabilmeliydi. Örneğin sunucular, ilk şiirini Fazıl Hüsnü Dağlarca'dan okuyan şairin kendi şiirini okuduğunu zannetmeyebilirdi. Şıkır şıkır ses çıkaran fotoğraf makinelerine de mani olabilirlerdi vs..vs...sanki biraz yasak savarcasına yapılmış bir geceye benzettim.

Çıkışta Gülhane'ye doğru inerken rastladığım ilk çayevine zor attım kendimi. Dişlerim karda mahsur kalmış garip bir yolcu gibi takır takır vuruyordu. Garson bile anladı üşüdüğümü de acele getirdi çayımı. İki sıcak çay kendime getirir sandım ama ne gezer. Oysa vapurdayken biraz daha yaşlanınca Harem taraflarına taşınma hayalleri kurmuştum. O da fos çıktı. Aşırı nem bana yaramıyor. hangi padişahtı o, hani çırağan sarayını yaptırıp sonra da romatizmaları yüzünden (mi?) oraya bi kere bile inmeyip Yıldız Sarayını tercih eden.

Gülhane kapısının önündeki taşlar tamir edilmekteydi. Yani yerdeki taş, kum ve girilmez diyen inşaat var kurdelesinden anlaşılıyordu. Peki de bir gece önce Arkeoloji Müzesinde yapılan açılışta bu taşların üzerinden atlayarak mı girdi konuklar. Yazık... Duvarlar, o güzelim tarihi sur duvarları her zamanki gibi ürin kokuları saçıyordu ve yerlerde lekeler ve çöpler. Hele Eminönü ve Karaköy pislik içindeydi. Oysa etraf turist kaynıyordu. Karaköy'de Ziraat Bankasının yanındaki çöp konteynerleri tamamen boşaltılmış, tüm çöpler yerlere saçılmıştı. Bence belediyeler asli görevleri olan temizlik işlerine dönseler daha iyi olacaktı. Vapur ise 20 dakika rötarlı geldi. İster inanın ister inanmayın ama bi uğursuzluk basmıştı her yanı...

Kraliçe Elizabeth'in ülkemize niye teşrif ettiklerini o akşam İnternet CNN de izlediğim Ahmet Hakan programına eklemlenen tören bölümlerini görünce kraliçenin kendi ağzından çözdüm. Çok önemli not: Gazetelere filan baktım. Benim çözümümü yakalayan olmamış henüz.

 
Toplam blog
: 566
: 1338
Kayıt tarihi
: 11.07.06
 
 

Edebiyatla ilgileniyorum. Ayrıca amatörce belgesel film çalışmaları yapıyorum ve kültürel etkinlikle..