Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ekim '14

 
Kategori
Felsefe
 

Kuantum kuramı ve geçersiz fetvalar

Yazan: Uçar Demirkan

Geçen gün internette gezinirken bir videoya rastladım.  Konuşan bir din ulemasıydı.  Yunus Emre’nin bir şiirini okuyup Yunus Emre’ye hakaretler yağdırıyordu.  Şeyhülislam olsaydı ölümüne fetva verirdi herhalde, o derece kızgındı.

O şiiri buldum ve okudum.  Ulemayı kızdıran dizeleri şunlardı.

Yunus başka bir şiirinde de şöyle demektedir:

Bu Ne Acayip Ugrı

..Yunus senin sözlerin manadır  bilenlere

Söyleniser sözlerin devrü zaman içinde

Yunusun ulemayı kızdıran dizeleri  ise şunlardır:

Ete kemiğe büründüm Yunus diye yürüdüm

Sıyırın eti kemiği işte onun sesi işte onun kendisi

Yunus bu dizelerinde Hallacı Mansur gibi “Enelhak “demekte olup;   ayrıca kendisinden önce gelen ve derisi yüzülerek öldürülen  Hallacı Mansur’u da anımsatmak istiyor gibidir.”

 

…Hem batınem hem zahidem,  Hem evvelem hem ahirem

Bu cümlesini yaradıp,  Tertip eden Yezdan benem

Yoktur anda tercüman,  Andaki iş bana ayan

Bin bir adı vardır bir adı da Yunus,  Ol sahibi Kur’an benem

Yunus bu dizeleri ile kendisinden dört yüz yıl önce yaşamış olan Hallacı Mansur’un “Enelhak” Ben tanrıyım demesini daha açık ve korkusuz biçimde söylemektedir  .Bu nedenle de günümüzde bile din ulemasını kızdırmaktadır.

Hallacı Mansur’un soyunun Zerdüştlükten islama geçtiği anlatılmaktadır.  Bu nedenle olmalı ki;Mansur’un  ,idamından sonra cesedinin yakılmasını ve küllerinin Dicle Nehri’ne atılmasını istediği söylenmektedir.

Zerdüştler ateşe ve güneşe-yani enerjiye-tapınırlardı.

.Hallacı Mansur’un piri Cüneyd El Bağdadi’dir.

Mansur’un eriyip yok olmak anlamında söylediği “Ene el Hak” yani ben Hak’kım-“Ben tanrıyım” sözü bahane edilerek kendisi  912 yılında hapse atılmış ve uzun yıllar orada kalmıştır.

Hallaç   tanrı olduğuna dair olan söylemini Kur’an daki  Tasin tevhit   akidesinin “fi” ve “an” kavramlarını  “Her şey Allahtır” diye yorumladığı için yapmıştır.  Oysa,devrinin din bilginlerine göre bunlar “Her şey Allahtadır” ve “Her şey Allahtandır” anlamına gelmektedir.  Bu nedenle Hak Teala’nın-tanrının- kendisinde tecelli ettiğini iddia etmekle  suçlanmış ve ölüme mahkum edilmiştir.

56 yaşında şeriat hükümlerine göre el ve ayakları çaprazlama kesilmiş ve derisi yüzülerek yaralarına tuz basılmış ve yarı canlı haça gerilip halka teşhir edildiğinin ertesi günü ölmüştür.

Haça gerili iken bedeninden akan kanla yere “Ene el Hak” yazıldığı da söylenmektedir.

Bu olayları anlatırken Anadolu’da ortaya çıkan İslami tarikatlara  da göz atmakta yarar bulunmaktadır.

Türkler,  751 yılında Müslümanların zaferi ile sonuçlanan Talas savaşı sonrası hızla islamı benimsemeğe başlamışlardır.  Ancak;  İslam öncesi oldukça gelişmiş bir uygarlık kurmuş olan Türkler; Horasan,  Buhara,  Merv,  Semerkant gibi gelişmiş kentlerde İslam öncesi alışkanlıklarıyla İslamı kaynaştırıp çeşitli tarikatlar ortaya çıkarmışlardır.

Bu tarikatlara  bağlı kişiler Horasan Erleri ve Alperenler olarak anılmakta olup bunların pirleri Ahmet Yesevi  Hazretleridir.  Bu akımlar,  Anadolu’ya yönelmişler ve orada kök salmışlardır.  Kökende iki tarikat oluşmuştur.  Mevlevilik ve Yesevilik.  Yesevilik;  Anadolu’da iki biçimde yayılmıştır.  Ahilik ve Babailik.

Mevlevilik ve Ahilik günümüzde de Anadolu’da vardır.  Babailik sonradan,  (Hacıbektaşlı Veli)den sonra,  Bektaşilik olarak anılmıştır.

Ahilik düzeni esnaf arasında yayılmışken Bektaşilik yeniçerilerde,  Balkanlarda yayılmıştır.  Balkanlarda feth  edilen yerlere Anadolu’dan getirilip yerleştirilen Türkler yoluyla Bektaşilik yayılmıştır.  Öyle ki;  günümüzde Arnavutluğun resmi dini Bektaşiliktir.

Padişahlar da tarikatlardan  uzak kalmamışlardır  .Osmanlı Devletinin kurucusu Osman bey bir Ahi şeyhi olan Şeyh Edebali’nin kızını almıştır.

Sonradan,  Anadolu’da Ekberiye(Muhyiddini Arabi),   Bistamiye(Beyazidi Bistami) ve Zeyniyye tarikatları ortaya çıkmıştır.  Daha sonraları tarikatlar çoğalmış ve bunlara Halvetiye  ,Bayramiye,  Melamiye,  Rufaiye ve Kadiriye tarikatları da eklenmiştir.

Yunus Emre bir Bektaşi babası olan Taptuk Emre’nin yanına derviş olarak girmiş ve orada ünlü şair Yunus Emre’ye dönüşmüştür.   Yunus Emre,  Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Anadolu’daki beylikleri dolaşıp Osmanlı Devletinin kuruluşunu kolaylaştıracak eylemlerde bulunmuştur.

Osmanlı padişahları çoğunlukla Nakşibendi tarikatındandır.  Birkaç Mevlevi padişah bulunmaktadır

Yalnızca Yavuz Sultan Selim’in Bektaşi tarikatına katıldığına dair Bektaşilerden gelen söylenti vardır.

Buna göre;  Yavuz Sultan Selim Han Mercidabık savaşını kazanıp Acem padişahını yenince çevredeki ağaların ve şeyhlerin gelip kendisine biat etmelerini istemiştir.  Herkes bu çağrıya uymuşken  ,bir Bektaşi dedesi “Ben onun ayağına gitmem,  o benim ayağıma gelsin” diye haber salmış.

Yavuz Sultan Selim Han bir hışımla dedenin tekkesinin kapısından girip dedenin odasına dalmış ve bağırmış “Bre densiz,sen nasıl bana gelip biat etmezsin” demiş.  Bektaşi dedesi “Sen kimsin ki” demiş.  Yavuz,  ”Ben Acem padişahını yendikten sonra cihan padişahı olmuşum,  cihana hükmederim.  Sen kim oluyorsun da bana karşı duruyorsun” demiş.

O sırada Bektaşi dedesi sağ kolunu yukarı kaldırmış,  bir bal arısı ortaya çıkmış.  Başlamış Yavuz Sultan Selim’in yüzü ve başı çevresinde dolanmaya.  Yavuz rahatsız olmuş arıyı kovmaya başlamış,  arı bir türlü kaçmıyormuş,

Bektaşi dedesi “Hani sen cihana hükmediyordun.  Bak,  küçücük bir balarısına bile sözün geçmiyor,  hükmedemiyorsun” demiş  .Kolunu bir kez daha kaldırmış arı yok olmuş.

Bu olay üzerine Yavuz Sultan Selim’in Bektaşi tarikatına girdiği söylenmektedir.  Bunun kanıtı olarak da bu padişahın sol kulağında yuvarlak küpeli resmi gösterilmektedir.  Bektaşi canları,  eğitimlerinin bir aşamasında sol kulaklarına yuvarlak küpe takarlarmış.

Freud’e göre oğullar babalarının karşıtı olarak ortaya çıkarlar.  Sünni bir padişahın oğlu olan Yavuz Sultan Selim de öyle olmuş ve Bektaşi tarikatına girmişti.  Oğlu Kanuni Sultan Süleyman da babasına karşı  çıkmış ve Sünni bir tarikata katılmıştır.

Yunus Emre’nin yaşadığı çağdan yaklaşık iki yüz elli  yıl kadar  sonra,  Kanuni Sultan Süleyman zamanında şeyhülislamlık yapmış olan Ebussuud Efendi;  vahdeti vücud(Varlık-tanrı birliği)inancına dayalı bir tasavvuf(gizemlilik)anlayışını dinsizlik ve dinden çıkma sayan bir fetva vermiştir.  Yunus Emre’nin kimi şiirlerini “küfrü sarih” saymış,  bu şiirleri okuyanların da “dinden çıkma” suçunu işleyeceklerini belirterek şer’an öldürülmelerinin mübah olduğu hakkında da fetva vermiştir.

Günümüzde;  Ebussuud Efendi unutulup gitmiştir.  Ama;  Yunus Emre yüreklerde yaşamaktadır.  Her fırsatta toplantılarda,  radyoda ve televizyonda şiirleri okunmakta;  ilahileri söylenmektedir.  Kimse de  böyle bir nedenden dolayı öldürülmemektedir.

Yunus Emre’den altı yüz elli yıl sonra  Dr. Bedri Ruhselman   ölümünden elli yıl sonra yayınlanmasını istediği “İlahi Nizam ve Kainat” başlıklı kitabında    şunları yazmıştır:

Aklımıza gelebilecek her türlü “ruhsal” olarak nitelendirdiğimiz haller,  insan idrakinin henüz tanımadığı maddelerden yayılan türlü niteliklerdeki enerjilerin görünümleridir.  Bundan dolayı,  insanların bunlara egemen olması,  bunları yenebilmesi demek;  maddeye egemen olması,  maddeleri yenmesi  demektir.

Bu durumda,  bu dağınık enerjilerden kendisine bir  beden kurmak liyakatine ermiş olan bir ruhun  da ruhani plandan yansıyan tesirlerini içeren asli tesirler,  bu dağınık ve yüksek enerjilerin ortasına inerler.  Orada,  idraki bir nokta etrafında bu enerjileri bir araya toplayarak onlardan bir topluluk meydana getirirler.  Böylece;  varlık dediğimiz enerji topluluğu,  ruhun bir simgesi,  bir aracı olarak hizmete sokulmuş olur.

Buradaki ruh kavramı,  ruhbilimcilerin belirttiği ve resmini çekmeğe çabaladıkları kişi içindeki ruh değildir.  Tüm evrenleri kapsayan ve varlıkları olduran ve değiştiren bir ruhtur.

Varlık ise;  ruhun bütün gereksinimlerine yanıt verebilecek biçimde,  evrenin bir noktasında toplanmış çok ince madde parçacıklarından ibaret olan  ve ruhun gereksinimlerine ait bütün ifadeleri evren boyunca taşıyan belli bir enerjiler yada tesirler karmaşasıdır.

…Şunu belirtmekte yarar vardır ki,  varlık insanların anladığı anlamda parçalanmalara,  bölünmelere  tabi tutulamayan sübtil-süzülmüş,  öz-enerjiler bütünüdür.

Sevgi planındaki bir varlığın yarı süptil maddesini bırakabilmesi ve vazife planına-daha yukarı bir aleme-geçmesi demek,  onun hiçbir maddeye bağlı olarak   kalmaması,  öz varlığı halinde,  yani gelişmiş bir enerji karmaşası halinde kalması ve bu enerjiyle istediği zaman istediği maddeyi kullanabilmesi,  kullandığı maddeler sayesinde de o maddeye bağlı olduğu tesir ve müdahalelerde bulunabilmesi,  oralarda bir sürü işler görebilmesi,  vazifeler yapabilmesi demektir.

Ayrıca,  1950 li yıllarda okuduğum “Ruh ve Madde” kitabında da Dr.Bedri Ruhselman,  ruh ve madde arasındaki ikiliği ortadan kaldırmak için ruhu-tini-“Madde yaratabilme- yapabilme yeteneği olan madde “olarak tanımlamıştır ki  ,bu tam da Big Bang ten sonra ortaya çıkmış olan atom altı parçacıklar,  yani enerji kümeleri olmaktadır.   

Görüldüğü ve anlaşıldığı gibi;  Dr.Bedri Ruhselman’a göre varlık-insanlar,  hayvanlar,  bitkiler kayalar,  sular-bir enerji topudur.  Yani,  ben de temelde bir  enerji topuyum.  Aynı zamanda ben,  tüm evrenlere yayılmış ruhun bir parçası olan bir varlığım.  Onunla aynı yapıdayım.  Evrenlerin her yanına dağılmış enerjinin bir parçasıyım.

Aynı dönemde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki laboratuarında çalışmalarını tamamlayan Albert Einstein,  elindeki tebeşiri tahtaya fırlatarak “ooo my god”  diye  bağırıyordu.  Bunu duyan hizmetçisi Einstein’a bir şey oldu gerekçesiyle laboratuara koşuyor ve tahtada E=mc2(kare) yazısını görüyordu.

Ertesi gün tüm gazetelerin manşeti” Einstein çalıştı çalıştı,sonunda tanrıya ulaştı ”başlığı ile çıkıyordu.

Einstein buna çok kızdı.  Ertesi gün bir basın toplantısı yaptı.dediği şudur;  ben tanrıya ulaşmış falan değilim bu formüle göre enerji eşittir maddeler çarpı ışık hızının karesidir.  Ayrıca,  benim laboratuarıma tanrı dahil hiç kimse giremez,kedimden başka diye de ekledi.

Bunun üzerine gazeteler,  Einstein’ı ateist ilan ettiler.  Bir kez daha basın toplantısı yaptı ve bir tanrıya inandığını söyledi.  Onun tanrısı zamandı.  Gazeteciler,  İsa’nın tanrısı ile senin tanrın arasında ne fark var diye sordular.

O da yanıtladı:  Zaman da yaratılmamıştır,  yaratılamaz,  zaman da başlangıçtan beri vardı,  zaman da sonsuza dek var olacaktır.  Her şey zaman içinde var olur ve zaman içinde yok olur.  Görüldüğü gibi,  bunlar tanrının temel özellikleridir ve zamanda da vardır.

Gazeteciler,  o zaman İsa’ya ya da Musa’ya inanın ve onların tanrısını tanıyın dediler.  Einstein şöyle yanıtladı;  evet ama ben sizin tanrınızı duyumsamıyorum ,  oysa zamanın içinde olduğumu ve zamanın akıp gittiğini duyumsuyorum.  Benim tanrım daha gerçekçi,daha bilimsel bir tanrı oluyor.

Oysa; Einstein’ın ulaştığı tanrı zaman değil enerjiydi.  Ancak,  basının ve kamunun bunu sindirmesinin daha zor olacağını düşündüğünden olmalı  tanrının “mutlak zaman” olduğunu ileri sürmüştür.

Gerçekte Einstein,   Hallacı Mansur’un ve Yunus Emre’nin ulaştığı ve belirttikleri tanrıya ulaşmıştı.  Einstein’ın da “Enel hak” demesi gerekirdi.  Çünkü,  tanrı enerji ise,  bir enerji topundan ibaret olan Einstein de tanrıydı.  Tanrının aynısıydı.

Bir Bektaşi canı olan babam,  beni de Bektaşiliğe girmem için çağırmıştı  .Ben de ona Einstein’ın formülünü anlatıp “Bu yolla da tanrıya ulaşılabilir” dedim.  O da bana “Olabilir,  tanrıya bilimle de ulaşılabilinir.  Ama bu çok uzun  ve zorluklarla dolu bir yoldur” demişti.

Gerçekten de bu yol çok zor bir yoldu.  Bu yolla tanrıya ulaşmak için Bedri Ruhselman’ın belirttiği gibi  evrendeki tüm maddelere egemen olmak gerekiyordu.  Einstein eşitliğinin bir yanı tanrı olan enerji ise,  diğer yanı evrendeki tüm varlıklar,  maddelerdi.

Kişioğulları başlangıçta enerjinin en güçlü temsilcisi olan güneşe tapınıyorlardı.  Tanrıları güneşti.  Sonradan gelen çeşitli yalvaçlar ve din büyüklerinin açıklamalarıyla daha soyut,  görünmeyen bir tanrıya tapınmaya başlamışlardır.

Günümüzde tanrının enerji olduğu varsayımını güçlendirecek çalışmalar yapılmaktadır.  Bu çalışmaların yapılabilmesi için ilk kez 1945 yılında Fransız bilim adamı Louis De Broglie’nin ortaya attığı “Kuamtumlar kuramı” nın ortaya çıkması ve gelişmesi gerekiyordu.

Bedri  Ruhselman,  varlığın enerjiye ulaşması için maddelere egemen olması gerektiğini belirtmektedir.  Kuantum fiziğindeki ve kimya bilimindeki gelişmeler   sonunda,  kişioğulları  maddeye egemen olmaya başlamışlardır.  Gerçekten de,  günümüzde 118 element bulunmakta olup bunların 26 tanesi yapay element-doğada bulunmayan,  doğanın değil kişioğullarının yaptığı,  yarattığı-elementlerdir.

İlk yapay element Teknesyum olup (Tc) olarak anılmaktadır ve 1937 yılında yaratılmıştır.   Teknesyum doğada bulunmayan bir elementtir.Carlo Perrier ve EnricoSegré  bulmuşlardır.

Var olan maddeler kimyasal işlemlere tabi tutularak bu yapılmaktadır.  Nötron ya da alfa bombardımanı ya da var olan maddeleri kaynaştırma-füzyon-yöntemleriyle yapılmaktadır.

Gelecekte,  var olan maddeler üzerinde çalışmaksızın doğrudan atom altı parçacıklarla çalışılarak yapay elementler de üretilebilecektir .

Eski yunanda atom kavramı ve sesin dalga halinde yayıldığı kavramından oluşan görüşler gelişmişti.  Eski Çin’de de barut bulunmuştu.  Ancak;  kişioğlunun maddeye egemen olma çalışmaları,  Hıristiyanlığın ve islamın ortaya çıkması ile binlerce yıl durağan kalmış ve gelişmemiştir.  Bu dönemde,  bilimsel çözümler   üretmek yerine dinsel düşünceler ve değişmez ve değiştirilemez kurallar ile bir uygarlık kurulmuştur.

Rönesans ve reform olaylarından sonra pozitif bilimlerde bir patlama yaşanmış ve kişioğullarının maddeye egemen olmaları giderek hız kazanmıştır.  Günümüzde bilimdeki gelişme izlenemez bir hıza ulaşmıştır.

Buhar makinesini Thomas Savery 1698 yılında kullanmağa başlamıştır.  Buharlı  treni 1849 yılında BridgesAdams yapmış ve kullanıma sokmuştur.

İlk fotoğraf makinesini  Saith Victor 1891 yılında yapmıştır.  Böylece,doğanın ve varlıkların birebir kopyaları yaratılmıştır.  Daha sonra bundan tıpta tanı koymada kullanılan  röntgen makineleri  geliştirilmiştir.

Hareketli fotoğraflardan oluşan sinema makinesini Lumiere kardeşler 1895 yılında yapmışlar ve varlıkların devinmelerini de kopyalamayı başarmışlardır.

Wright kardeşler 1903 yılında ilk motorlu uçağı uçurmuşlar ve kuşların dışında kuşlar gibi uçabilen, doğada olmayan bir varlık-madde-yaratmışlardır.

Ses dalgalarını Nikola Tesla bulmuş ve 1907 yılında Marconi ilk radyoyu çalıştırmıştır.  Ses,  maddenin taneciklerinin-atom altı parçacıklarının-devinmesi,  titreşmesi ile olur.  Ses dalgalar halinde yayılır.

Ses maddesel ortamda yayılır  boşlukta yayılmaz deniliyordu.  Uzayın boş olduğu varsayılıyor,  bu nedenle sesin atmosfer dışında yayılmayacağı düşünülüyordu.  Kuantum fiziğinden sonra,  uzayın taneciklerle dolu olduğu anlaşıldığından,  sesin uzayda da yayıldığını varsaymak yerinde olmaktadır.

Ses dalgalarına egemen olunduktan sonra;  radyolar  ,radarlar,  sonarlar,  hoparlörler,   cep telefonları,  telsizler yapılmış ve kullanılmıştır.  Tıpta ultra son cihazları kullanılmaktadır.

Işık dalgaları ile ilgili tartışmalar sürmektedir.  Işığın da ses gibi dalga boylu yayıldığı ileri sürülmüşken,  kuantum fiziğinde bunun böyle olmadığı görülmüştür.  O nedenle,  günümüzde ışığın dalga boyu-partikül biçiminde ikili  zıt yapılı bir olgu durumunda ortaya çıktığı ve yayıldığı düşünülmektedir.  Bu görüşü 1928 yılında Thomas Young ortaya atmıştır.

Ses ve ışık dalgalarının bulunması ve kullanılmaya başlamasından sonra John Logie Baird adlı İngiliz televizyonu bulmuştur.  Bu aletlerle hem sesler hem ışıklar-görüntüler-devinimli olarak yayılabilmekte ve izlenebilmektedir.

İnternet olayını 1970 yılında Vinton Cerf bulmuştur.  Skype denilen görüntülü konuşma sistemi,  bir Amerikan firması tarafından İnternet’e konulmuştur.

Böylece,  varlıkların bir yerden kilometrelerce uzaklıklara   iki boyutlu olarak taşınması sağlanmıştır.Şimdi amaç,  bu görüntüleri üç boyutlu yapmaktır.  Sinemada ve televizyonda üç boyutlu  resim taşımalar gerçekleşmiştir.  Şimdi sıra,  internette üç boyutluluğa gelmiştir.

Kuşkusuz,  varlıkların zaman ve mekanda yolculuğu olgusuna henüz ulaşılamamıştır.  Ancak,  bilimdeki gelişme o denli hızlanmıştır ki,  kişioğullarının bunu da başarmaları yakın görünmektedir.

Burada,  bir Bektaşi öyküsü anlatmanın zamanı gelmiştir.

Orta çağlarda,  İstanbul’daki bir Bektaşi babası dervişlerinden birisine yedi hevenk pastırma vermiş ve bunları Bağdat’taki  Bektaşi babasına götürmesini istemiştir.

Derviş,  aylarca süren bu yolculuk sırasında dayanamamış ve pastırma hevenginden birini zaman zaman bıçakla doğrayarak yemiş ve bir hevengi bitirmiştir.

Bağdat’a ulaşıp Bektaşi babasının huzuruna varmış ve İstanbul’daki babanın selamlarını ve altı hevenk pastırmasını sunmuştur.  Bektaşi babası ”Evladım  ,bunlar yedi hevenk olacaktı” deyince derviş inkar etmiş.  Bunun üzerine Bektaşi babası sağ kolunu sallamış ve İstanbul’daki Bektaşi babası  yanlarında belirmiş.  Bağdatlı baba “Erenler hevenkler kaç taneydi” demiş.  İstanbullu baba erenler “Yedi tanedir” demiş  .Bağdat’taki baba “Gördün mü,yedi tane olacakmış” demiş.

Bunun üzerine derviş küfredip ”Madem bu kadar marifet ehliydiniz,  beni neden bu kadar yordunuz.  .Dervişliğiniz sizin olsun demiş”

Huzurdan çıkacakken Bağdatlı Bektaşi babası “Dur oğlum,  biz sesi sınamak için bunu yaptık” demiş.  Öğrenme yolunda olan dervişlere fazla yük bindirilmemesi gerektiğini söyleyip dervişi ikna etmiş.

Demek ki,  kişioğullarının zamanda ve mekanda yolculuk yapmaları olanaklıymış. 

Madem ki tüm varlıklar birer enerji topudur,  tüm evrenleri kaplayan  enerji nasıl ortaya çıkmıştır?  Bu sorunun yanıtını birçok kişi bilmektedir artık  .Enerjinin ortaya çıkması Big Bang adı verilmiş olan uzaydaki bir patlama sonucu olmuştur.

Big Bang’de ana çekirdek patladığında proton ve elektronlara dönüşen nötronlar açığa çıkmıştır.  Protonlar da ortamdaki diğer nötronlarla çarpışmışlar ve kararlı,  karmaşık yapılı atom çekirdeği oluşmuştur.  Ortaya çıkan ilk atom H(Hidrojen)atomudur.

Atom kavramını ilk kez yunanlılar kullanmıştır.  Kendinden  daha küçük parçalara bölünemeyen anlamındadır.  Tüm maddelerin temelinde atomlar bulunduğu ileri sürülmüştür.

Ancak,  günümüzde kuantum fiziğindeki gelişmeler sonunda atom altı parçacıkların da bulunduğu anlaşılmıştır.  Bunlara partiküller denilmektedir.  Partiküller,  çok küçük ölçekli enerji toplarıdır.

En ağırlarına hadronlar denilmektedir.  Bunlar da mezonlar ve baryonlar olarak ayrılır.  En hafifleri leptonlardır.  Büyük patlamadan sonra,  bu partiküller protonu,  elektronu ve nötronu  oluşturmuşlardır.  Bunlardan da ilk element olan Hidrojen ortaya çıkmıştır.

Günümüzde de sayısız uzaylara yayılmış partiküller bu faaliyetlerini sürdürmekte,  Hidrojenden başka elementler  oluşturmakta ve onlara dayalı bizim uygarlığımızdan değişik uygarlıkların oluşmasını sağlamaktadırlar.

Bazı bilim adamlarına göre ise  ,partiküllerin de altında kuarklar denilen daha küçük enerji parçacıkları vardır.  Bunlar  ,henüz bulunmamış ya da gözlenememiştir.

İsviçre’deki CERN adlı  fizik laboratuarında Higgs parçacığı-ya da tanrısal parçacık-denilen partikülün-parçacığın elde edilmesine çalışılmaktadır.  Bu yolla yerküredeki elementlerden yararlanılmaksızın yeni bir madde-element-üretileceği varsayılmaktadır.

Partiküller, Hidrojen atomundan sonra diğer elementlerin atomlarını da oluşturmuşlar ve yerküremizdeki uygarlık ve yaşam biçimi doğmuştur.Temelinde Hidrojenin bulunduğu bir uygarlığız.

Hidrojen ile oksijen atomları bir araya gelerek-iki hidrojen atomuyla bir oksijen atomu birleşmişlerdir-H2O formüllü suyu oluşturmuşlardır.  Su,  yerküremizdeki yaşamın temel öğesi olmuştur.

Neden bir hidrojen ya da üç hidrojen atomu değil de   iki Hidrojen atomu ile bir Oksijen atomu bir araya gelmişlerdir?

Kuantum fiziğine göre;  parçacıkların,  atomların da iradeleri vardır.  Uzaydaki parçacık devinimleri başka türlü açıklanamamaktadır.O nedenle,  iki atom hidrojen ile bir atom oksijen iradi olarak birleşmişlerdir.

Suda olduğu gibi,  başka atomlar da birleşerek ilk birleşik atomları ortaya çıkarmıştır.  Birleşik atom grupları bir araya gelerek ilk hücreleri oluşturmuştur.  Hücrelerden doğadaki her türden organizmalar oluşmuştur.  Bundan sonra varlıkların çeşitlenmesi ve gelişmesi hızlanmıştır.

Bu varlıkların en gelişmiş organizması kişioğullarıdır. Bizim yanımızda,  çeşitli hayvanlar,  bitkiler,  madenler ve elementler bulunmaktadır.

Sonuçta ben bir organlar-el-göz-beyin-topluluğuyum.  Organlarım hücrelerden oluşmaktadır.  Hücreleri atomlar oluşturmuştur.  Atomları da atom altı parçacıklar yaratmaktadır.  Bu durumda,  parçacıklar birer enerji topu ise onların ortaya çıkardığı atomlar,  hücreler,  organlar ve ben de bir enerjiler kümesiyim.

Nitekim her varlık gibi,  benim de ışınım-radyasyon-taşıdığım ve ışık yaydığım kanıtlanmıştır.

Dolayısıyla,  her element gibi ben de ışınım-radyasyon-yaymaktayım.  Bazı bilim adamları,  benim yaydığım radyasyona ruh-tin-demekte ve onun üzerinde araştırmalar yapmaktadır.  Sonuç olarak, , ışınım olması için o maddede ya da varlıkta enerji olması gerekmektedir.

Şimdi;  Hallacı Mansur ve Yunus Emre “ben tanrıyım” derken haksızlar mıdır?  Onlar da Big Bang’de ortaya çıkan enerjinin ortaya koyduğu maddelerin bir araya gelmesi ile bedenlerine sahip olmuşlardır ve   “ben tanrıyım” derken  de bir enerji topudular.  Yani,  kendilerini yaratan Big Bang ile aynıdırlar.

Gerçi,  kuantum fiziğiyle uğraşanlar kuantum fiziğini dinsel yorumlardan uzak tutmak için “Vahdeti vücud” anlamına gelen bu varsayıma karşı çıkmakta olsalar da,  bu varsayımın da doğru olması olasılığı vardır.

O zaman Hallacı Mansur ile Yunus Emre hakkında verilmiş olan fetvaların ne anlamı vardır!

Diğer yandan;  dört kitap ehilleri ile tek ya da çok tanrılı dinlerden olanların (5N1K) formülüne uygun olarak “Pekiyi,  o zaman Big Bang’i kim  ;neden,  nerede,  nasıl,  neyle,  niçin yarattı” diye sormaları gerekmez mi.  Bilim bu soruyu nasıl yanıtlayacaktır?

Babam haklı galiba:  tanrıya bilimle uğraşmak uzun ve zor bir yolmuş!

 

 
Toplam blog
: 142
: 578
Kayıt tarihi
: 04.09.13
 
 

1940 yılında İzmir'de doğdum İzmir Atatürk Lisesi'ni bitirdim 1961 yılında Mülkiye(Siyasa..