Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Eylül '09

 
Kategori
Teknoloji
 

Küresel bir silaha dönüşen televizyonun tarihsel serüveni

Küresel bir silaha dönüşen televizyonun tarihsel serüveni
 

propaganda yapma alanına dönüşen ekran, sömürmenin, yönlendirmenin ve meşrulaştırmanın önemli aracı


Televizyonun ilk ortaya çıkışında ki mantıksal yapılanmada ABD ile Avrupa arasında çok net bir farklılık göze çarpıyordu. Amerikada ‘Herşey Kar İçindir’ söylemi egemenken, Avrupa ticari sistem üzerinde ki devlet denetimi ve kamu yayıncılığı daha etkili bir durumdaydı. Avrupa ülkeleri içerisinde en somut örneği de İngiltere oluşturuyordu.

1952 yılında ABD’de ilk kez siyasi parti kongrelerinin televizyondan verilmesiyle yeni bir dönem başlamış oldu. Televizyon olağanüstü önemli bir siyasi güç haline gelmişti. ABD’de başkanlık seçimlerinde televizyonun güçlü bir şekilde kullanılması bugünkü anlamıyla siyasal iletişimin (medyada siyaset) doğuşunu getirdi ve televizyonun kültürel egemenliği yaygınlaştı. Artık siyasiler evinde oturan ve mitinglere katılmayan kararsız seçmene daha kolay ulaşıp etkileyebiliyorlardı. Fakat televizyon bazı farklılıklarıda kendi bünyesinde barındırıyordu. Bunun en bilinen örneği 1960 seçimlerinde Kennedy ile Nixon’un Televizyonda yaptıkları tartışmanın seçim sonuçlarına olan yansımasıdır. Kennedy, Nixon’a oranla olan fiziksel düzünlüğünün yardımıyla o tartışmada daha çok sempati toplamıştır. 1963 yılında Kennedy’nin öldürülmesi televizyonun haber vermedeki hızını kanıtlayan önemli bir olaydı. 1990 yılında ise Körfez savaşı televizyonlardan “naklen” yayınlanarak bir çığır açtı.

Medyaya sahip olan güç süreç içerisinde farklı alanlarda da kendini göstermeye başladı veya tam tersi bir yapılanma ile başka bir alanda faliyet gösteren ticari yapılanmalar sonrasında medya sektöründede söz sahibi olmaya başladılar. Global ölçekte, İtalya’da Berlusconi’nin iki popüler güç olan futbol ve medya üzerindeki etkinliğini takiben, 1994 yazında bizzat hükümetin başına geçmesi bu durumun en bilinen örneğini oluşturur.

Türkiye’de 1958 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından deneme amaçlı başlatılan İstanbul’a yönelik televizyon yayınları düzenli olarak ilk kez 1968 yılında Ankara’da TRT tarafından gerçekleştirildi. 1994 yılında RTÜK kanunu ile birlikte “özel” televizyon yayıncılığı gündeme geldi.

1948 yılında yayını alamayan küçük yerleşim birimlerine düzgün yayın iletmek üzere geliştirilen CATV (Community Antenna Television) sitemi bugün artık çok kanallı yayın için güçlü bir seçenek olan kablo televizyon halini aldı.

Televizyon yayınlarının küresel anahtarı; Uydu Yayıncılığı:

Uydu yayıncılığı kapsama alanı sorununun kökten çözen, yayınların ulaşılabilirliğini arttıran bir özellik geliştirdi. 1957 yılında SSCB’nin ilk insan yapımı uydu olan Sputnik’i uzaya göndermesi soğuk savaşa paralel bir uzay savaşını başlattı. ABD ise, 1962’de Telstar’ı, 1965’de de ilk geostationary uydu olan Early Bird’ü fırlattı.

Uyduların en belirgin sonucu CNN gibi global kanalların ortaya çıkması ve medya sektöründe tekelleşme eğilimini hızlandırması olmuştur. Uydularla artık global ve entegre bir iletişim ağı gerçekleşmiştir. Bu ağ üzerinden hem siyasi mesajlar hem de mali bilgiler hızla ve güvenli bir şekilde akmaktadır.

Türkiye ise 1994 yılında Türksat 1B’yi, 1996 yılında 1C’yi ve 2001 yılında da 2A’yı (Fransız [Avrupa] uydu konsorsiyumu aracılığıyla) yörüngeye oturtmuştur.

Uluslararası Uydu Birliği olarak İntelsat 1964 yılında, Avrupa Uydu Birliği olarak Eutelsat 1977 yılında ve SSCB ile müttefikleri uydu birliği olarak da Intersputnik 1973 yılında kurulmuşlardır.

Küreselleşen Haber Ağları Bağlamında Basın Ajansları:

Şu anda dünyada 120 Basın ajansı faaliyet göstermektedir. 50 ülke ulusal eğilimli birer ajansa sahipken, yalnız 5 tanesi dünya çapında yayın yapıp dünya nüfusunun % 99, 8’ine ulaşabilmektedir. (Associated Press, UPI, Reuter, AFP, Tass)

Küreselleşmenin Yeni Bilgi Dağıtım Merkezleri; Veri Bankaları

Veri barkaları tabiri gelişen teknoloji ile birlikte hayatımıza giren bir kavram oldu. Bu yapılanmalarda da finansman olarak dünyayı yöneten ve bu finansman gücün aracılığıyla kültürel ve siyasal olarakta dünyayı yönetme amcında bulunan eğemen yapılanmaların gücü yadsınamaz. 1965 yılında 100 tane olan veri bankaları, sayılarını 1985 yılında 2500’e, 1995 yılında ise 10.000’e çıkarmıştır. Dağılımda ise bu veri bankalarının % 75’i Amerika’da, % 10’u Fransa’da olmak üzere % 21’i Avrupa’da ve kalan % 4’ü diger ülkelerdedir.

Türkiye’de Televizyon Sektörü; 1960’larda örtülü olarak, 1970’lerde ise açıkça süren yayınlar üzerindeki baskı ve denetim 1980’lerde de değişmedi. Eylül 1980 ile Kasım 1983 arasındaki dönem, baskıcı bir askeri yönetim dönemi olarak, Radyo ve Televizyon alanında TRT’nin doğrudan askeri rejimin kumandası altına girmesiyle nitelenmektedir. (Alankuş, 2004)

1982 Anayasa’sının 133. maddesi 1972’deki gibi Radyo-Televizyon istasyonlarının ancak devlet eliyle kurulabileceği ve idarenin bir kamu tüzel kişiliği halinde düzenleneceğini; esas olarakta tarafsızlık ilkesinin gözetileceği belirtilmekteydi. İkinci Yasa; 1 Ocak 1984’de yürürlüğe giren 2954 Sayılı Türkiye Radyo Televizyon Kanunu’dur. Bu Kanun, yayın tekeli TRT’de olmasına karşın bütün Radyo ve TV yayınlarına ilişkin olarak düşünülmüştür. Bu durumun en iyi göstergesi; Radyo Televizyon Yüksek Kurulu’nun (RTYK) kurulmasıdır. 12 Üyeden oluşan bu Kurul; bütün yayınların gözetimi, denetimi ve genel ilkelerini saptamakla yükümlüydü. RTYK, aynı zamanda TRT Genel Müdür ve Yönetim Kurulu üyeliği için aday gösteren bir kuruldu. Bakanlar Kurulu’da bu adaylar içerisinden uygun gördüğünü atama yetkisine sahipti.

1983-1990 arası TRT ile ilgili olarak hükümet yanlısı yayınların, kardolaşmanın, genel müdürlerin, yayın yasaklarının tartışıldığı yıllar oldu. Orhan Gencebay, Bülent Ersoy gibi isimler yasaklanırken hafif arabesk adı altında Hakkı Bulut gibi isimler desteklendi. Devlet toplumunun ne dinleyip ne dinlemeyeceği, popüler kültürün nasıl şekillenmesi gerektiğini belirleme çabası içerisindeydi. TRT ekranlarını sansür mekanizması ile kendince temiz tutma çabası içerisindeyken, sinema salonları ve kaset satışları TRT’nin yasaklarının aksi istikamette ilerlemekteydi. Kamu yayıncılığı ve denetleme mekanizması popüler kültürün gücü karşısında kayıtsız kalmaktaydı.

Türkiye’de ilk renki televizyon yayınlarının başladığı tarih 1 Temmuz 1984’dür. Bunu Türkçe müzik kanalı olan TRT-FM’in de bu dönemde yayına başlaması izledi. İkinci televizyon kanalı 6 Ekim 1986’da devreye girdikten sonra TRT 3 ve GAP TV ise 1-2 Ekim 1989’da yayına geçtiler. Dördüncü TV kanalı TRT-İNT ve Telegün(Teletekst) yayınları ise 1990’da başladı. Ayrıca 1990’larda devlet kanadında Avrasya(1992) ve TBMM-TV(1994)’de devreye sokuldu.

1980’li yıllarda TRT yavaş yavaş özel kanallar için elverişli ortamı sağlayacak girişimlerde de bulunuyordu. Bunlardan biri; TRT’nin 1985’den itibaren özel yapım şirketlerinin gelişmesine olanak sağlayacak, TRT dışında yapılan yayınlara yer vermeye başlamasıydı. Ayrıca 1990 itibariyle sponsorlu programlara ayrılan saatlerde de artış göze çarpmaktadır.

1988’den itibaren TRT’yi ve RTYK’yi uğraştıracak yeni gelişmeler meydana gelmeye başladı. Aralık 1988’de PTT’nin Ankara’da kablolu TV deneme yayınlarına başlaması bunlardan ilkini oluşturur. 1989’da da TRT vericilerinin personeliyle birlikte PTT’ye devredilmesi meselesi göndeme geldi. Ardından, belediyelerin uydu yayınlarını aktarma sorunu ve Star 1’in yayına başlaması sözkonusu oldu. Kısacası, yasal olarak TRT’ye ait olan yayın tekeli, fiili duruma kurban gitmişti; ama bu durumu oluşturanda bizzat hükümetti.

Teknolojik gelişmeler sayesinde bütünleşen bilişim, telekominikasyon ve yayıncılık alyapısı ile dünyadaki baskıcı siyaset uygulamaları ve neo-liberal iktisadi siyasaları bir dönüşümü zorluyordu. Artık küreselleşme eğilimindeki dünyada liberal politikalar uygulamak bir tercih değil bir zorunluluk olarak dayatılmaktaydı. Bu gelişmeler altında oluşan ve Yasaya Aykırı Dönem olarak tabir edilen 1990-1993 tarihleri arasındaki süreci; Rumeli Holding’in sahibi Uzan ailesi ve ortagı Ahmet Özal’ın İsviçre’de kurdukları Magic Box(MBI) şirketi aracılığıyla Almanya’dan Türkiye’ye yayın yapmak üzere Eutelsat uydusundan iki kanal kiralamaları başlatır. Böylece Türkiye’nin ilk özel televizyonu Star – 1, 1 Mart 1990’da deneme yayınlarına başlar. Bu kanal TRT personelini yüksek ücretlerle transfer etti, TRT’nin reklam gelirinde düşüşe neden oldu, çanak anten firmaları ile ortak kampanyalar düzenledi, PTT’den naklen maç yayınları için link hatları kiraladı ve TRT’nin alışılan yayıncılık anlayışından farklı oldukça renkli bir yayın anlayışı ile tüm ilgilerin odağı durumuna geldi. Artık devletin yasal düzenlemeleri sürecin önünde bir engel teşkil edemiyordu. Sistem uluslarüstü bir dayanakla kendini varediyordu.

Lakin hem TRT’nin hem de Star 1’in hükümet lehindeki yayınları muhalefeti rahatsız etti. Sonuçta SHP’de 1991 seçimleri öncesinde, seçim kampanyası boyunca Mega 10 isimli bir kanalı kullandı(Mali sorunlar nedeniyle kanal seçim sonrası kapandı). Sistem iktidarıyla, muhalefetiyle kitle iletişim araçlarının gücünün farkına varmıştı. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de coğrafi keşiflerin ardından ikinci büyük keşif dönemini yaşıyordu, keşfedilen kitle iletişim araçlarının gücüydü.

1992’den itibaren de ard arda tecimsel radyo ve televizyon kanalları açılmaya başlandı. 8 Temmuz 1993’te Anayasa’nın 133. Maddesi’nden yapılan değişiklikle ‘...radyo ve televizyon istasyonları kurmak ve işletmek kanunla düzenlenecek şartlar çerçevsinde serbest’ bırakıldı. Bu maddeyle, kamu tüzel kişiliği olaran TRT kurumununda özerkliği ve yayınlarının tarafsızlığı esası kabul edildi.

3984 Sayılı Yasa ve kanun bağlamında oluşan Radyo Televizyon Üst Kurulu RTÜK Türkiye Televizyon tarihi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye’nin 1992’de imzaladığı Avrupa Sınırötesi Televizyon Sözleşmesi, Kasım 1993’de Mecliste onaylanıp yasalaştı. 13 Nisan 1994’de Meclis’te kabul edilen 3984 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun’da bu sözleşmeye uyumlu olarak hazırlanmaya çalışıldı. Bu yasanın getirdiği en önemli yapılanma kuşkusuz ki; Radyo Televizyon Üst Kurulu(RTÜK)’dur. RTÜK; 5’i iktidar, 4’ü muhalefet partilerinin göstereceği adaylar arasından Meclisin seçtiği 9 üyeden oluşmaktaydı. 1994’de kuruluşlara uyarılarla başlayan ve Şubat 1995’ten itibaren kapatma cezalarıyla süren RTÜK uygulamaları, RTÜK’ü Türkiyede en çok tartışılan kurumlardan biri haline getirmişti.

3984 Sayılı Kanun’da belirlenen Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun yetki ve sorumlulukları şunlardır; * Ulusal ve Bölgesel frekans planlamalarını yaptırmak, önşartları yerine getirmiş müracaatçı kuruluşlara, tarafsızlık ve hakkaniyet ölçüleri dahilinde yayın izni ve lisans vermek ve ilgili kanunda belirtilen görevleri yerine getirmek için yönetmelikler hazırlamak. * Radyo ve Televizyon yayınlarını izleme sistemleri kurarak, yayınların 4’ünü maddeye ve bu alanda Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası antlaşmaların uygunluğu açılarından denetlenmesini yapmak. Uydu aracılığıyla yurt içinden veya yurt içine yapılacak yayınların ulusal ve uluslararası esaslara uygunluğunu gözetmek, bu amaçla diğer ülkelerdeki yetkili kuruluşlarla işbirliği yapmak. * Üst Kurul öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeyen, izin şartlarını ihlal eden, yayın ilke ve esaslarına aykırı yayın yapan özel radyo ve televizyon kuruluşlarını uyarır. Bu uyarıda, ihlalin ağırlığı ve tekrarı halinde sonuçları açıkça belirtilir. İhlalin tekrarlanması halinde, ihlalin ağırlığına göre izin uygulaması bir yıla kadar geçici olarak durdurulur veya yayın izni iptal edilir.

4756 Sayılı Yasa Türk Televizyonculuk tarihi açısından büyük tartışmalara sebep olmuş bir sürecin isimini oluşturur. İlkkez 2000 yılında meclis gündemine gelen yasa Cumhurbaşkanı Ahmet Nejdet Sezer’in tüm zorlamalarına rağmen 16 Mayıs 2002’de meclisten geçti. 14 Haziran tarihinde bazı maddelerinin yürürlüğü durdurulsada genel hatları ile eksik bir yapılanma olduğu tartışmasız kabul edildi. 4756 Sayılı Yasa’nın yayın ilkelerine yaptığı vurgu ve interneti denetlemeye çalışması ile düşünüldüğünde karşımıza baskıcı, denetimci ve cezacı bir anlayış çıkmaktadır. Her türlü uyarı ve karşıtlıkta uzlaşmaya rağmen bu yasanın çıkmasında gösterilen ısrar ve dayatma anlaşılmaz bir özellik sergilemektedir.

Tekelleşme ve Holdingler

İhlas Holding(Foks), Erol Aksoy Grubu, Aydın Doğan Grubu, Karamehmet Grubu, Dinç Bilgin Grubu, Uzan Grubu, Turgay Ciner Grubu, .... gibi bazı holdingler küreselleşme mantığı içerisinde işadamlığı ile iletişim sektörünü birleştirerek medya’yı kendi kişisel çıkarları için bir araç olarak kullanmaya başladılar. Medya bu holdinglerin elinde kamusal görevini yitirerek ticari bir meta halini aldı. Medya sahipliği işadamları için önemli bir silahla kuşanmak anlamını taşımaya başladı. Büyük siyasi rant çalışmalarının işadamları ile arasındaki köprüsü artık medya aracılığıyla kurulmuş oluyordu.

Aslında 3984 Sayılı Radyo TV Kanunu’nun 29. maddesinde, radyo ve televizyonların etkisi gözönüne alınarak, alandaki maddi yapılanmalara ve kurumaların çalışmalarına bazı sınırlamalar getirilmişti. Bu madde bağlamında Radyo ve TV kuruluşlarına hissedar olan gerçek ve tüzel kişilerin hisselerinin toplamı % 10’dan fazla olursa, o ortaklıklar devletten taahhüt işi alamıyacaklardı. Burdaki amaç, medyayı elinde bulunduranların bu güçleri vasıtasıyla taahhüt işlere girişmelerini önlemekti. Fakat bu tarz yasal düzenlemeler holdinglerin baskıları ile delinmektedir ve bu durum dünyanın her yerinde benzerlik göstermektedir.

Türkiye’de medyanın tekelleşmesi konusunda ki en bilinen örnek olan Aydın Doğan Grubu çeşitli dallarda faliyet gösteren 89 farklı şirketten oluşmaktadır. Lakin Aydın Doğan’ın 1980 yılında Milliyeti aldığı dönemde basın dışında sadece otomotiv alanında hizmet göstermekteydi. Doğan Grubunun basında söz sahibi olmasına paralel yaşanan bu hızlı ilerleyiş incelenmeye değer bir ilerleyiş olarak karşımıza çıkmaktadır.

Grubun 2001 yılındaki cirosunun % 14’ü medyadan, %25’i finanstan, % 60’ıda akaryakıttan gelmiştir. Grubun gelir dağılımındaki %14’e rağmen Doğan Grubu Yayıncılık sektöründe en büyük pazar payına sahiptir yapılanmadır. Medya grubunda 5 bin 350 kişi çalışmaktadır olup 2002 yılında 1000’e yakın gazetecinin işine son verilmişti. Fakat bunların % 81’i geri işe alınmış durumda. Televizyon alanında ise grup Türkiye’de 16’sı ulusal olmak üzere 260 TV kanalına sahip yapılanma içerisinde, piyasanın en güçlü televizyon gruplarından olan D Grup ile savaş vermektedir. Son olarak Star kanalını da satın alan Doğan Grubu bu alanda da son derece iddialı olduğunu kanıtlamış durumdadır.

En son yaşanan ATV-Sabah Ticari ve İktisadi Bütünlüğü’nün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 26 yaşındaki damadı Berat Albayrak’ın genel müdürlüğünü yürüttüğü ve diger yönetim kadrosu ile de AKP’ye yakınlığı bilinen Çalık Grubuna satılması küreselleşme bağlamında siyaset, ekonomi, sosyal yapı ve medya bağlamında ki dengeleri gözler önüne koymaktadır. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun (TMSF) düzenlediği ihalede, ATV-Sabah Ticari ve İktisadi Bütünlüğü için 1, 1 milyar dolar teklif veren Turkuvaz Radyo ve Televizyon Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş'nin bağlı bulunduğu Çalık Grubu medya sektörünün devlerinden biri olma amacındadır. Temelleri 1981 yılında atılan Çalık Grubu enerji-telekomünikasyon, finans, tekstil, inşaat, ticaret sektörlerinde faaliyet gösteriyor. Çalık Grubu, 13 farklı ülkede çeşitli iş kollarında yer alarak, 34 şirketinde 14 bin kişiye ulaşan istihdam yaratıyor. Bu en son örnek ekonomik gücünü yükselten veya yükseltmek arzusunda olan yapılanmaların siyasi bağlantılarının ve medya sahipliğinin olmasının en son örneğini teşkil ediyor. Medya, siyaset ve ticaret üçgeni artık işbirliğini değil tek elde toplanmayı ifade ediyor. Tüm bu ayrı dallar satın alma ve evlenme yoluyla birbirine eklenmiş durumda faaliyet göstermektedir. Politikada ki egemen güç yani iktidar, sanayi ve ticarette yandaş kuruluşları destekleyerek ekonomik muhalifliği de engellemiş, kendi ekonomik yapılanmasını oluşturmuş oluyor. Bu ekonomik destekte medya sahipliği aracılığıyla bir nevi gündem belirleme yöntemiyle güç, bir nevide egemen söylemi meşrulaştırarak ve iktidarı destekleyerek teşekkür etmiş oluyor. 1980’lerle birlikte gelişen liberal iletişim teknolojileri bir nevi Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ın medya sahipliğiyle başladı, 2000’li yıllarda da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın medya patronluğuyla devam ediyor.

Her türlü söylemin kendi özel yapılanmasının ve söylem duyurma-gündem oluşturma-propaganda yapma alanı haline gelen ekran, sömürmenin, yönlendirmenin ve propagandanın en önemli aracı haline geldi. Sermayedarların pazarlık aracı ekran, tarikatların propaganda alanı ekran, politikacıların meşrulaştırma alanı ekran, küresel kültürün satış alanı ekran, .... girdiği kalıba göre şekil alan ekran, izleyicilere dilediği şekli veren ekran.

Sonuç

Tek kanallı yıllarda kamu hizmeti vermekle yükümlü TRT; herkes için herşey olmaya çalışmaktaydı. Devlete bağlı olan TRT’de bu durum, resmi kültürün onaylamadıklarının dışlanması şeklinde programlara yansıyor, tartışma gündemleri resmi bakış açılarıyla sınırlı tutuluyordu. 1990’lardan itibaren, özel yayıncılıkla birlikte niceliksel büyük bir patlama gerçekleşti fakat herkesin kafasında büyük soru işareti oluşturan soru şuydu ki; niceliksel olarak yaşanılan bu artış nitelige ne derecede bir katkı oluşturdu. 1998 yılında radyo ve televizyon alanındaki rakamlar şöyleydi: 16 Ulusal TV kanalı, 15 bölgesel TV kanalı, 230 yerel TV kanalı, 36 ulusal radyo yayını, 108 bölgesel radyo yayını, yüzlerce yerel radyo yayını ....

Günümüz dünyasında gözetimsiz ve ilkesiz aşırı rekabet; radyo ve televizyonda serbest rekabetin özgürleştirici olacağı yöndeki söylemi yıkarak felç edici olabileceğini, seçenekleri arttırmak yerine sınırlayabileceğini ispatlamış durumdadır. Reyting, televizyon programcılığıyla ilgili en önemli kararların alındığı ortamlarda birinci ölçüt olarak göze çarmaktadır. Neyin başarılı olup olmadığına bizzat halk karar veriyor gibi gösterilmesine karşın bu sözde demokrasi içi boşaltılmış toplumların içi boşaltılmış adaletinden başka bir anlam ifade etmemektedir. Özel televizyonlar için eğemen olan davranış şekli olan ‘reyting için herşey mübahtır’ anlayışı, etik ve sosyal sorumluluk kavramının unutulmasını gündeme getirmiştir. Reyting furyası amansız bir taklit furyası başlatıyor ve herkes reytin alan programın kendi versiyonunu yaratmaya çalışırken, özgürlük bir kenara bırakılıyor, ‘başarılı’ programla başlayan taklit süreci alternatifsiz çürümüşlüğü doğuruyordu. Bu program türlerinin azalması, farklılıkların törpülenmesi ve özgünlügün sürgün edilmesi; tek kanallı ve tek radyolu uzun kıtlık yıllarının ardından sonra ulaşılan teknolojik bolluk ortamında hep aynı kanalı seyrediyor ya da aynı istasyonu dinliyor hissini uyandırıyordu. Küreselleşme kendi istediği tüketim kültürünü Kitle İletişim Araçlarının istilası ile seri bir şekilde üretmeye başlamıştır.

Sözün özüyle küreselleşme etkisiyle gelişen liberal politikaların Türkiye’de Kitle İletişim Araçlarından Radyo-Televizyon alanına yaptığı etki; Amerika Birleşik Devletlerinde televizyon yayıncılığına dair bir açıklama yapan Turgut Özal’ın hemen ardından, Uzan Ailesinin Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile ortaklaşa İsviçre’de kurdukları Magic Box isimli şirketinin, Almanya’dan Eutelsat Uydusundan 2 kanal kiralayarak Türkiye’ye yayın yapmasıdır. Yasal düzenlemelere aykırı oluşan bu yayın 1990-1993 arası yasaya aykırı bir özellikte sürdürülmüştür. Küreselleşme ve liberal politikalar ulusal yasaların üstünde bir özelliği kendisine biçerek sınır tanımaz bir ilerleyiş sergilemiştir. Bu ilerleyiş finansal ve istatistiki olarak gerçekleşirken içerik ve sosyal açıdan büyük kayıpları da beraberinde getirmiştir.

 
Toplam blog
: 64
: 5712
Kayıt tarihi
: 27.06.07
 
 

İnsanım herkes kadar; zengin kadar fakir kadar, kadın kadar erkek kadar, Müslüman kadar Hristiyan ka..