Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Şubat '12

 
Kategori
Siyaset
 

Küresel hegemonik çevrenin yeni dini: Postmodern konjonktüralizm

1-GİRİŞ

Soğuk savaş sonrası yenidünya düzeni üzerine yürütülen tartışmalarda imparatorluk ve hegemonya kavramları bilindiği gibi her zamankinden daha çok öne çıkmıştır. Bu iki kavram ele alınırken genelde gücü ve otoriteyi elinde tutan merkez ile bu merkezin çevreye yayılması sorununa odaklanıldığını biliyoruz. Bu arada Konjonktür terimi ise çok sık duyduğumuz fakat hegemonya tartışmalarıyla çok da ilişkilendirilmeyen bir kavram olarak karşımıza çıkar. Durum, hal, an ve buna ilişkin olaylar dizesi olarak tanımlanan konjonktür[1] terimine belirli bir duruma ya da ana uyum sağlamak için bu kadar sık başvurulması bir tesadüf olabilir mi? Bu makalemizde bu terime yapılan atıfların bir tesadüfe bağlı olmadığını aksine bu terimin aslında hegemonya ve onun meşrulaştırılması ile aşkın bir ilişki içinde olduğunu göstermeye çalışacağız. Yalnızca konjonktür teriminin hegemonya ile asli bir ilişkisi olduğunu ileri sürmeyeceğiz, hatta hegemonyanın 21. yüzyıldaki değişen ve evrilen yönlerine konjonktüralizm olarak dinsel bir meşruiyet sağladığını da temellendirmeye çalışacağız. Bunun için de öncelikle hegemonya kavramını ve onun dönüşümünü kısaca ele almamız gerekiyor.

II-HEGEMONYA NEDİR?

Antik Yunan Felsefesi Sözlüğü’nde Hegemon: Önder, başbuğ, Lat. Dux. Birine yol(u) gösteren bir rehber, kılavuz, Lat. Princeps,auctor; bir ordunun lideri, komutan, amir, olarak, Hegemonia ise: Yol gösterme, önde ve en başta yürüme, baş kumanda, egemenlik: bir devletin bir takım uyruklar üzerindeki üstünlüğü olarak tanımlanır[2]. Bugün neredeyse hegemonyanın klasik bir açıklaması haline gelmiş bulunan Ünlü İtalyan Marksist düşünür A.Gramsci tarafından ortaya konan hegemonya teorisi bu Liderlik, üstünlük ya da egemenliğin “rıza ve Zor” temeli üzerine İtalya bağlamında nasıl inşa edileceğini anlatmaya çalışır.[3]

Gramci’nin İtalya bağlamında temellendirmeye çalıştığı hegemonya teorisi 1970’lerde dünya sistemi üzerindeki ağırlığı gittikçe azalan ve krize giren Amerikan sistemini yeniden canlandırmak üzere ABD’li teorisyen vestratejistler   tarafından yeni bir yorumla ele alınır ve uluslararası ilişkilerde Bir ABD modeline dönüştürülerek uygulanmaya konur[4]. Bu model temel olarak küresel sistemi istikrara kavuşturmak ve oturmuş kılmak için yönetim kurullarından başka kimseye hesap vermeyen uluslararası hukukla korunan ve dokunulmaz hale getirilen kurumlar yoluyla, birde; 2.dünya savaşından sonra ABD tarafından süratle hayata geçirilen nüfuz bölgelerindeki askeri üst ve NATO gibi ordu temelli organizasyonlarla uygulamaya konarak pratiğe aktarılmıştır.

Ancak bu daha ziyade politik olarak ikna ya da askeri gücüne güvenerek zor yoluyla hegemonyanın devam edemeyeceğini,[5] bir hegemonik güç ya da imparatorluk projesi olarak ABD’nin; antik çağ imparatorluk anlayışına (Büyük İskender’den başlayarak Roma imparatorluğuna uzanan politik süreçlere) ve bu süreçlerin üzerine inşa olunduğu dini ve felsefi temellerin modern sürümüne geri dönülmesi gerektiğini Amerikan sistemini yönetenler kısa zamanda anladılar. Şimdi antikçağ imparatorluk anlayışından başlayarak Roma imparatorluğunu da içine alan bu klasik dini felsefi anlayışın çağımızda aldığı yeni biçimi de açıklamak üzere alt başlıklara geçebiliriz.

III-HEGEMONYADAN HEGEMONİKONLUĞA

Konunun üstadı olan herkesin üzerinde ittifak ettiği gibi, Batılı anlayış Grek, Roma ve Hıristiyan gelenekleri üzerine inşa olunmuştur.[6] Bu üç geleneğin ortak yanı Aristoteles’den itibaren Deist[7] bir dinsel inanışa dayanmış olmasıdır. Batı medeniyetinin bu üç dini felsefi ve medeni anlayışın, siyasi kültürel, hukuki pratiklerinin üzerine oturduğunu, kültürel kodlarını bu anlayışlardan temellük ettiğini biliyoruz... Bu makalenin ortaya koymak istediği amaç açısından batı medeniyetinin geliştirdiği hegemonya ve imparatorluk anlayışına teorik ve pratik olarak ciddi katkıda bulunmuş ve uzun süre bu yönüyle iktidara hâkim olan imparator ve krallara danışmanlık yapmış felsefi okullardan birisi üzerinde özellikle durmak istiyoruz. Stoa.

Stoa felsefesi[8] bir imparatorluk felsefesi olarak doğdu. Amacı İskender imparatorluğunun dünyayı ele geçirme projesine meşruiyet sağlamak ve bu zapt etme sonucunda ortaya çıkan toplumsal siyasal ve askeri değişikliklere dini ve felsefi bir meşruiyet kazandırmak suretiyle imparatorluğu Hellenist[9] ilkelerle daim kılmaktı. Bu konuda stoik filozof ve entelektüellerin büyük İskender sonrası başlayan küresel imparatorluk Politikalarını daim kılmak için hakkıyla çalıştıklarını söyleyebiliriz. Türkiye’de her ne kadar yeterince bilinmese de bugünkü batı medeniyetinin yönetime ilişkin kalıcı parametrelerinin stoik filozoflar tarafından ortaya atıldığını bugün biliyoruz. Stoa felsefesi İskender imparatorluğunun uluslararası politik anlayışının üzerine miras olarak oturan Roma imparatorluğunun şekillendiricisi olduğu kadar Hıristiyanlığı da büyük oranda etkiledi değiştirdi ve dönüştürdü. Yani Batı toplumlarında bin yılı aşkın bir süredir tartışılmaz biçimde düzenleyici dini otorite olarak toplumsal ve siyasal hayatı kontrol altında bulunduran Hıristiyanlığın Katolik kolu ve ondan sonra batı toplumlarının diğer yarısına hâkim dini inanış olarak Protestanlık büyük oranda doktriner temellerini stoiklerin dini ve felsefi görüşlerinden alarak şekillendi. Örneğin Roma dini umuma ait bir kült mahiyetindeydi ve siyasal bir niteliği yoktu. Romalı idareciler bu din üzerinden imparatoru tanrılaştıran evrensel bir din kurmak istediler ama rahipleri olmayan bu dini inanışı hayata geçirmede başarılı olamadılar.[10] Ancak bu anlayışın daha sonra İsa’nın şahsında batı toplumlarında hayat bulduğunu biliyoruz. Onun için bugünkü batı toplumsal hafızasının bilinçaltı stoa felsefesi bilinmeden asla çözülemez.

Stoa felsefesi, eklektik[11] bir felsefi ekol olarak eski Yunan felsefe okullarından kendi temel felsefesine uyan anlayışları alıp, bunları kendine göre harmanlayarak küresel imparatorluk pratikleriyle uzlaştırıp politik yanı ağır felsefi bir tecrübe olarak hayata geçirdi. Onun içindir ki Stoacılar iktidara hâkim güçlerle daima iç içe, yan yana bulunarak onlara fikir babalığı yaparak batı âleminde iktidara hâkim seçkin, aristokrat bir yönetici takımın entelektüel danışmanları olarak bugünkü batı medeniyeti dediğimiz, siyasi kültürel ekonomik ve hukuki vaziyet alış biçiminin dini ve felsefi temellerini attılar. Bu makale boyunca da görüleceği gibi Stoikler bugün ABD’nin şahsında küresel bir hüviyet kazanan hegemonya ve imparatorluk düşüncesinin ve politikalarının entelektüel zemininin oluşturulmasının da ilk üstatları ve fikir babalarıydılar.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Stoa felsefesi ve dini[12]  Yunan dünyasında ortaya çıkmış ancak Atina’ya dışarıdan gelmiş entelektüellerin geliştirdikleri bir felsefi okul ve ekoldü. Kurucularının hemen hepsi Atina’ya dışarıdan gelmiş filozoflardı. Bu tespit makalemiz açısından oldukça önemlidir. Çünkü bu okulun dünyaya bakış tarzı ve ortaya koyduğu felsefi anlayışlar imparatorluğa bağlı çevre ile o günkü iktidar merkezi arasında kurulacak işbirliği ve ittifakın temellerinin atılmasında Gramcici [13] anlamda söyleyecek olursak  “tarihsel bloğun” kurulmasında birinci derecede rol oynamıştır. İşte bu tarihsel bloğun kurulmasıyla birlikte İskender imparatorluğuyla başlayan hegemonya ve imparatorluk politikaları kendilerinden sonra batıya hâkim olacak hegemonya ve imparatorluk anlayışlarının da temel parametreleri haline gelmiştir, diyebiliriz. Örneğin büyük İskender’in amacı “tek dünya, tek millet ve tek devletti”.İşte stoikler böyle bir anlayışın hayata geçmesi noktasında bütün kültürlerin tek bir kazanda eriyip birbirine karışmasını hedefleyen düşünceler ortaya attılar. Plutarkhos(M.S.45-120);”Kıbrıslı Zenon’un (M.Ö.336-264) “devlet” başlıklı bir kitap yazdığını. Bu kitapta “dünya üzerinde yaşayan insanlar başka başka yasalarla yönetilen birçok kent ve ulusa ayrılmamalıdırlar; ortak bir yasa altında birleşmiş bir sürü gibi insanlar içinde bir yaşam ve tek bir kozmos olduğundan insanların tümü birbirleriyle yurttaş sayılmalıdır. Zenon’un bir düş olarak yazdıklarını Aleksandros gerçekleştirdi... Dünyanın halklarını bir krater içinde kaynaştırırcasına birleştirdi.”[14]Demektedir. Bunun içinde hali hazırı meşrulaştırmak ve daim kılmak adına ilk olarak ortaya koydukları felsefi söylemlerinde hür olmaya yeni bir yorum getirerek şunu öne sürdüler. Dış dünyada bize verilmiş statülerin hiç birisinin önemi yoktur. Önemli olan iç özgürlüktür[15]. Böylece siyasi otoritenin inşa ettiği hali hazır hiyerarşik yapıyı dinileştirerek onaylamak suretiyle kutsallaştırıyor ve sistemle olan çatışmaya engel olup aykırılıklara dini ve felsefi meşruluk kazandırıp kozmopolitizmi teşvik ediyorlardı. Bu stoik mantığın temel stratejik amacı ise başta imparator ve imparatorluk aygıtı olmak üzere topluma hâkim organizasyonel yapılanmayı kutsallaştırmaya ve antik bir kült haline getirmeye kapı aralıyordu.[16] Onun içindir ki imparatorluk sistemleri tarih boyunca daima din yoluyla meşru idareler haline gelmişlerdir. Örnek olarak ABD politikasında dinin yükselen bir değer haline gelmesi ile birlikte ortaya çıkan imparatorluk düşüncesi bunu açıkça ortaya koymaktadır. İmparatorluklar teritoryal büyüme ve egemenlik peşinde koşarken, Din imparatorluk ordularının fethettiği coğrafyalarda inanmış daha çok mümine kavuşmak arzusuyla ordularla birlikte hareket eder. Kısaca batı kültüründe Din =hegemonya ve imparatorluk demektir. Ya da başka bir deyişle batıda modern devlet aslında modern kilisedir.

İşte bu hassas konunun farkına varan stoik filozoflar hegemonyadan imparatorluğa geçişte onları ileride sistemin rahipleri yapacak imparatoru ve sistemini de dünyevi bir hegemonikona dönüştürecek anlayışın filozofları oldular. “hegemonikon” Antik Yunan Felsefesinde “Ruhun emredici yetisi, Baş güdücü”[17]  anlamına geliyordu. Stoik Filozoflar ise tamamen dini bir içerik taşıyan bu kavrama “diğer Psukhik” yetileri yönetir ve yürekte oturur.”anlamını vererek kavrama yeni bir açılım getirdiler[18]. Bunu tamamlamak üzere -ki konumuz açısından- en önemli yorumlardan birisini daha eklediler.”hegemonikon” her şeye yayılıp sinen her şeyi yönlendiren ve yöneten kozmik Nous’un veya logos’un bir tezahürü ve belirişi”[19]dir dediler. Böylece siyasal sistemlerin içeriğini dinden alarak doldurdukları Tanrının yeryüzündeki sureti haline gelen bir otorite ve yönetim anlayışının dünyevi hâkimiyetine kapı açtılar[20].  Şimdiye kadar yaptığımız analizleri kısaca yorumlayacak olursak Stoikler İmparatoru ve imparatorluk sistemini tanrılaştırdılar. Sadece tanrılaştırmakla kalmadılar, İçine sinmek ve yüreğe oturmak temelinde bunun nasıl pratiğe aktarılarak gerçek haline geleceğinin politik ve stratejik olarak yolunu da göstermiş oldular. Başka bir deyişle stoik filozoflar Roma da zaten var olan kutsal imparator ve imparatorluk kültünü felsefeleri yoluyla Romalı yöneticiler ve halk için yüreğe oturan bir tanrı haline getirerek imparator ve imparatorluğu tanrısal bir güç ve aygıt haline dönüştürmüş oldular.[21]

IV-HEGEMONYANIN İKNA GÜCÜ:İÇİNE SİNMEK 

Bilindiği gibi Otoritenin meşruluğu genelde yasa ve güçle temellendirilir. Hegemonun otoritesi de yasa ve güçle sağlanır gözükse de ulusaşırı otoritesini yalnızca bu iki unsurla açıklamak mümkün değildir. Yasa ve güç daha çok otoritenin zora dayalı unsurlarını içeren siyasi yönüyle ilgilidir. Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi Hegemonya sınırlarını aşan otoritesini yalnızca zora dayalı unsurlarla sağlayamaz. Rızaya dayalı otoritesini inşa ederek kendi sınırları dışında farklı kültür ve coğrafyalarda otoritesini sağlaması için güç ve yasanın dışında daha başka araçları kullanmak zorundadır. Kültür, ekonomi, medya ve sivil toplum organizasyonları bu araçların başında gelir. Her hegemonya kendi sınırlarını aşarak dışa doğru genişlemeyi hedefler. Bunun içinde hegemon devletin evrensel bir ideolojiye dayalı bir dünya düzeni kurması ve onu koruması gerekir. Bu noktada, kurulan düzen öteki birçok devletin ya da en azından hegemonyanın uzantısı içinde kalan devletlerin kendi çıkarlarıyla da uyumlu halde olması gerekir.

Dolayısıyla, hegemonik dünya düzeni kavramı hegemonun yayıldığı alanlarda bireylerden başlayarak, gruplara, oradan politik organizasyonlara uzanan gönüllü bir bağlılığı da içermesi gerekir. Bir devletin hegemonyasını tam olarak kurabilmesi için, tâbi devletlerin onun ekonomik, sosyal ve siyasi örgütlenme biçimlerini, kurumlarını, kültürünü ve teknolojisini yaşanması gereken gerçekler olarak görüp bu gerçekler üzerine toplumsal sistemini inşa etmeye çalışmasına bağlıdır. Hegemonik güce ait üretim tarzının, değerlerin ve kurumların özümsenmesinde, gönüllü kulluğun oldukça önemli bir yeri vardır. İnsanlar niçin hegemona karşı gönüllü kulluk da bulunurlar. Dinsel anlamda kulluk nasıl inananın kalbi iknasına bağlıysa, hegemonyada da aynı biçimde kulluk otoritenin kalbi iknasına ve gönüllü boyun eğmeye bağlıdır. Çünkü hegemonya aslında dinsel ve aşkın bir otoritenin dünyevi ikizi gibidir.

Dünya hegemonyasının oluşumunda küresel sivil toplum güçlerinin yanı sıra, devletler için hâkim üretim tarzını destekleyen evrensel normlar ile uluslar arası kurumlar ve mekanizmaları da bu konuda dikkate almamız gerekir. Bu yapılar, aynı zamanda hegemonik düzeni ideolojik meşrulaştırma işlevi de görürler. IMF, Dünya Bankası, OECD ve G-7 gibi örgütler bunu en açık bir şekilde yerine getiren kurumlardır. Fakat aslında bu kurumsal yapılar hegemonun siyasi ve zora dayalı yönünü oluştururlar. Aslında hegemona karşı bireyleri gönüllü kulluğa iten en önemli unsur insanların kalbinde onun otoritesine karşı boyun eğme duygusunun içselleştirilmiş olmasıdır. Bu içselleşme hegemon tarafından yumuşak güç (Soft Power) politikalarıyla sağlanır. Çoğu kez kendi dışında birçok farklı kültür ve coğrafyada hegemona karşı insanların içsel bir saygı ve bağlılıkla itaat etmelerini sağlayan etken hegemonyanın bireyin kalbine sinmiş ve yüreğine de oturmuş olmasından kaynaklanır.[†]

İşte çoğu kez bizim konjonktür olarak karşımıza çıkan peşine takılıp gittiğimiz durum ya da hal hegemonun belirli bir zaman diliminde içselleştirilmesinin dışa vurumudur. Bu uyum ve içselleştirmede, otoriteye karşı tasdik ve rızanın sağlanmasında bilgi üretim ve yayım merkezlerinin çok daha ayrıcalıklı bir konumu vardır. Şimdi kısaca bu konuya değinelim.

V-MODERN ZAMANLARDA HEGEMONYAYI HEGEMONİKONLUĞA DÖNÜŞTÜREN ENTELEKTÜEL GÜÇ:"EPİSTEMİK MONOPOL VE ÜNİVERSİTELER"

Bugün küresel düzeyde Amerikan kültürünün “her şeye yayılıp sinen her şeyi yönlendiren ve yöneten”bir güç ve otorite olarak ortaya çıkmasına politik ve stratejik ortam hazırlayan kuruluşların başında Amerikan üniversiteleri gelmektedir. Bu bilim yapma merkezlerinde imal edilen bilimsel bilginin nasıl politik/stratejik projelere dönüştürülüp ABD hükümetlerinin emrine verilmesi üzerinde ısrarla durmamız gerekiyor. Kanaatimizce Amerikan üniversitelerinin bilim üzerinde kurduğu hegemonyayı açıklamadan, bu gücün siyasi, askeri ve ekonomik hegemonyasını açıklamak mümkün değildir. Başka bir deyişle bu küresel imparatorluğun beyni imparatorluk merkezine kümelenmiş bir avuç yaratıcı bilim adamı ya da entelektüeldir. Çünkü bilimsel bilginin hem yaratıcısı, hem inşa edicisi ve taşıyıcısı hemde daha sonraki kuşaklara intikal ettiricisi bu bir avuç insandır. Burada merkez; entelektüel yaratıcılığın teminat altına alındığı yerdir. Burası bir ülke bir, şehir, hatta bir kıta bile olabilir[22] Bugün kabul etmeliyiz ki küresel düzeyde bilimsel bilgiyi arkasına aldığı siyasi, ekonomik ve askeri güç ile bu güçleri üstün bir uluslar arası ilişkiler tarzıyla hegemonya oluşturacak şekilde kullanan merkez ülke ABD’dir. Bunun içindir ki teknik olarak bilimsel bilgi üzerinde kurulan hegemonya açıklanmadan konuyu anlamak asla mümkün değildir.

Bilim ve bilimsel düşünce üzerinde kurulan hegemonyayı Hüsamettin Arslan’ın Türk sosyal bilimine kazandırdığı “Epistemik Cemaat ve Epistemik Monopol”[23] kavramı çerçevesinde özet olarak açıklamak istiyoruz.

Bilimsel olsun ya da olmasın bilginin varlık temeli ona mali ve siyasi destek çıkarak bilgi ve bilimin kendi amaçları için bir hakikat olarak sunulmasına ortam hazırlayan güç devlettir. Devletler bilginin ortaya çıkmasının, yayılmasının güvenlik şartını oluştururlar. Epistemik cemaatler ise bilgiyi önceler ve bilginin zorunlu şartı olarak ortaya çıkarlar. Epistemik bir cemaat olmadan ne bilgiden ne bilginin yayılmasından bahsedilebilir.

Bu nedenledir ki “Her şeyden önce bilimsel cemaat bir icracılar, uygulayıcılar cemaatidir. Bilim adamları grubunu cemaat yapan şey üyelerinin ortak konular, varsayımlar, problemler üzerinde çalışmaları ve daha da önemlisi ortak değerlere, normlara, inançlara ilgi ve çıkarlara, ortak temel inançlara sahip bulunmalarıdır.”[24] Bu anlamda bilginin üretildiği, bilimsel ideallerin ve pratiklerinin cisimleştiği yer daima akademik kurumlar olmuştur. Yani üniversiteler. Onun içindir ki merkeze hâkim Epistemik cemaatin bilim adamlığını tescil etmediği hiçbir kimse bilim adamı statüsü kazanamaz. Bilimsel Epistemik cemaatin tescil etmediği hiçbir bilimsel bilgi  “bilimsel” statüsü elde edemez. Bilimsel Epistemik cemaat bu anlamda tam bir monopoldür.      Başka bir deyişle hiçbir bilgi iddiası Epistemik statükoya boyun eğmeden, bilimsel bilgi statüsü elde edemez. Bu anlamda piyasaya hâkim hakikat diye bildiğimiz siyasi, felsefi, hatta dini bilgi türleri Epistemik cemaatin, Epistemik monopolün onayladığı bilgidir. Bir bilim adamının, “bilim adamı” statüsü kazanabilmesi, bilimsel Epistemik cemaatin normlarına, diline gelenek ve doğmalarına, standartlarına, amaçlarına ilgi ve çıkarlarına uymasına bağlıdır. Dolayısıyla çırak veya bilim adamı adayı bu standart ve normları “bilimsel eğitim” dediğimiz kapsamlı sosyalizasyon süreci içinde kazanır ve Epistemik cemaat ve Epistemik monopolle uzlaşarak cemaatin bir üyesi olur. Bu aslında öncelikle bir dilde dolayısıyla bir hayat tarzında uzlaşmadır. Kısaca özet olarak ortaya koymaya çalıştığımız bu bilgilerden dolayı olsa gerektir ki P.Feyerabend batılı akademik kurumları ‘Bilim kilisesi’[25] olarak tanımlamak ihtiyacını duymuştur. Ona göre bilim yığınla ideolojiden biridir. Bu ideoloji ise Epistemik cemaat tarafından üretilir, Epistemik monopol tarafından onaylanır, ve merkez tarafından akredite edilip hakikatin kendisi olarak merkezin amaçları doğrultusunda servise konur.[26].

Şimdi yukarıda özet olarak ortaya koyduğumuz analizlerin yani Epistemik merkez tarafından üretilen bilgilerin yine bu makalenin konusu bakımından hegemonik merkezin emrine verilerek nasıl politik ve ideolojik bir stratejiye dönüştüğüne bakalım.

Hegemonik merkez tarafından bilimin ve bilimsel araştırmaların devlete bağlı politik hedefler güden bir girişim haline getirilmesi batı da soğuk savaş politikaları üzerinden akademinin dönüştürülmesiyle gerçek hale geldi.[27] Lewontın’ın deyimiyle Soğuk savaş sanki hegemonik merkez için tanrının gönderdiği bir hediyeydi. Soğuk savaşla birlikte gelişen askeri hal bilinci ABD de tam elli yıl boyunca korundu. Eğer soğuk savaş olmamış olsaydı icat edilmek zorunda kalınacaktı diyor Lewontın.[28] Yani kısaca artık bundan böyle ABD dünyayı yönetecek personeli Soğuk Savaş politikaları üzerinden üniversiteleri harekete geçirerek onları doğrudan Beyaz Saray ve Pentagon’a hizmet eder hale getirerek sağlayacaktı. “Bugün artık kesin olarak bilinmektedir ki, askeri kuruluşlar, istihbarat ve propaganda kuruluşları Amerika”daki sosyal bilimlerdeki büyük araştırma projelerine ikinci dünya savasından 1960’lara kadar en büyük parasal desteği sundular”[29] Onun içindir ki ABD’de güvenlik kuruluşlarının müdahalesi kimi durumlarda bir akademik sahanın  “bilimsel” evriminde belirleyici olmuştur. Yani o akademik saha için merkezi önemde olan kurumların, metinlerin metodolojilerin ve bilgi kümesinin oluşturulmasında belirleyici oldular.

Bu çalışmaların genel amacı ise ABD politikalarına uygun olmayan geleneksel yaşam biçimlerini değiştirmek, daha açık bir ifadeyle kültürel açıdan etkinlik kurmak, uluslararası piyasaların genişletilmesi ve mülkiyet ilişkilerinde değişiklikler yapılması yeni ve daha iyi olduğu iddia edilen toplumlara doğru bir geçişi sağlamak. Millikan ve Rostow’un ifadesiyle “Bize (ABD’ne) doğrudan ve dolaylı olarak korku salan toplumların ortaya çıkmamasını sağlayacak ortamı hazırlamak”[30]

İşte soğuk savaşın örtülü tarihinin arkasında yatan politik stratejilerin ve kuvvet kullanmaların asıl amacı buydu. ABD’yi hegemonyadan Hegemonikonluğa yükseltmek ve batılı geleneğe uygun olarak yüreklere oturacak ve tüm dünyayı yönetecek yeryüzü tanrısı haline dönüştürmek. Bunun içinde politik bilgiyi bilimsel bilgi olarak akademik kurumlar ve organizasyonlar yoluyla dünyaya sunmak ve Amerikan yaşam tarzını bilimsel bir hakikat, yaşanılması gereken bir gelecek tecrübesi olarak öteki toplumlara dayatmak.[31]

Bu anlayışın giderek başta Amerikan toplumunda, daha sonra ise Amerika’nın nüfuz alanında bulunan toplumlarda soğuk savaş boyunca önce ülkeleri yönetecek olan liderlerde daha sonra ise bilginin meşruluğunu savunacak ve Amerikan politikalarını bilimsel hakikat diye çevreye sunacak sözde bilim adamı ve entelektüellerde dini ve felsefi bir inanç haline getirmeyi başardıklarını söyleyebiliriz. Şimdi bu dini ve felsefi İnancın anlamı üzerinde durmaya çalışalım.


 VI-HEGMONYANIN YENİ DİNİ : POSTMODERN KONJONKTÜRALİZM

Önce konjonktüralizmin bir inanç biçimine dönüşerek üzerine inşa edildiği ve senkretik dini bir inanç haline gelerek bireysel ve toplumsal hayatta kök salıp yüreğe oturup, pratiğe aktarıldığı kaynak olarak postmodernizm üzerinde duralım.

Postmodernizm teorisyenlerinden birisi olan Lyotard, Postmodernizmi kısaca “meta-anlatılara yönelik” inanılmazlık olarak tanımlar[32]. Bu cümleyi kısaca açarsak Postmodernizm; büyük anlatılar adı altında sayabileceğimiz, büyük felsefeler, büyük dinler, büyük gelenekler ya da büyük kültür sistemleri/medeniyetler gibi bugünkü insanlık kültürünün yaratıcısı olan büyük stratejilere, bunların şimdiye kadar ortaya koydukları politik sistemlere ve bu sistemlerin birey ve toplumun güvenliğini sağlamak adına geliştirdikleri siyasi, ekonomik, kültürel ve dini sistem ve organizasyonlara, bu organizasyonların siyasi ve toplumsal otorite biçimlerine ve bütün bunlardan üretilmiş, hukukla korunan bireysel ve toplumsal pratiklere inanmamaktadır. Başka bir deyişle Postmodernizm; şimdiye kadar içinde yaşadığımız evreni açıklamak için başvurduğumuz bütün entelektüel stratejileri, insanoğlunun inceltip geliştirdiği bütün değerleri bu değerlere göre biçimlenmiş sosyal, kültürel, ekonomik pratikleri ve onların küresel çapta ayrıcalıkları olarak kabul görmüş realiteyi tanımlama tarzlarını reddediyor; onun yerine tarihsizliği, vatansızlığı dolayısıyla merkezsizliği, kabileleşmiş çoğul özneyi, kabile aklıyla hareket eden çoğul aklı[33] siyasi ve etnik bakımdan paramparça olmuş bir coğrafyayı ve bu coğrafya üzerinde kültürel kimlikler ve etno-milliyetçilikler üzerinden gerçekleştirilmiş yüzlerce mikro otorite biçimini ikame etmek istiyor.[34]

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız insanoğlunun binlerce yılda inceltip geliştirdiği kurumsal yapıları ve bunların otorite biçimlerini reddetmek için bu evrensel stratejilerin karşısına yeni bir strateji ile çıkmak gerektiğine şüphe yoktur. Onun içindir ki postmodernizm felsefi anlamda ilk saldırısına “hakikat diye bir şey yoktur” diyerek başlıyor. Postmodernizme göre bütün dinlerin ve büyük felsefelerin hakikat anlayışlarını ve ona ulaşma biçim ve yollarını reddederek ancak özgürlüğümüze kavuşabileceğimizi söylüyor. Onun içinde ‘ister siyasi ister dinsel, ister toplumsal nitelikli olsun bütün küresel, her şeyi kapsayıcı dünya görüşlerine meydan okur. Marksizmi, Hıristiyanlığı, Faşizmi, liberal demokrasiyi laik hümanizmi, feminizmi, İslam’ı ve modern bilimi aynı dereceye indirir ve bunların bütün soruları önceden tahmin edip önceden belirlenmiş cevaplar veren söz merkezci aşkın ve totalize edici üst anlatılar olduklarını söyleyerek hepsini elinin tersiyle iter.[35] Bu düşünce sistemleri büyücülük, astroloji ve ilkel kültlerin seviyesine indirilerek onlara eşit tutulur. Bu nedenledir ki Rosenau;‘paganizm ve panteizm geri dönüp post modern dinler haline gelmiştir’.demektedir[36].

Şimdiye kadar yapmaya çalıştığımız bu analizleri bir de tersinden okuyacak olursak; bu düşünce biçiminin hegemonik merkez tarafından çevreyi kontrol altına almak için önce icat edilip sonra ihraç edildiğini, nüfuz alanlarını hegemonik merkeze itaat etmeye zorlayan ve onu kutsal hale getirmeyi tembihleyen bir dini ve siyasi ideoloji olduğunu söyleyebiliriz[37].

 İşte bu dini ve felsefi düşüncenin hegemonik merkeze bağlı toplumsal ve coğrafi çevrede hâkim olan dini ve felsefi inanç biçimlerinin içine sinerek bireyden başlayıp, grupların, toplumun, kurumsal yapıların ve siyasi organizasyonların zihniyet, retorik ve fiillerine hâkim hale gelip bir inanç ve davranış biçimine dönüşmesine konjonktüralist inançlar ve davranışlar diyoruz. Konjonktüralizm ise; postmodernist ve konjonktüralist düşünce biçimlerinin birbiriyle harmanlanarak, çevreye hâkim hali hazır geleneksel inanç biçimlerinin içine sinip onların hegemonik merkeze rıza yoluyla tabi olmalarını tembihleyen inançlar bütünüdür.

Burada üzerinde ısrarla durmamız gereken konu hegemonik merkezin, merkezi oluşturan toplumun ve iktidara hâkim güçlerin konjonktüralist davranmalarını şiddetle reddetmesidir.[38] Hegemonik merkez kendisini konjonktüralist davranmaya zorlayan baskın kültürel formları alır, değiştirir, dönüştürür ve kendine benzeterek tekrar piyasaya sunar. Hegemonik gücün takip edebileceğimiz en belirgin özelliklerinden birisi dönüştürücülük kabiliyetine sahip olmasıdır diyebiliriz. Merkeze hakim Epistemik monopol merkezin ve hegemon toplumun konjonktüralist davranışlar içine girmemesi için her türlü tedbiri alır ve uygulamaya kor. Bu uygulamada gerekirse kendi halkına şiddet kullanmaktan bile çekinmez. Onun içindir ki Konjonktüralizmin Hegemonik merkez için anlamı farklı, nüfuz alanında bulunan toplumlar ve tabi ülkeler için anlamı farklıdır. Burada konjonktüralizm hegemonya için sosyal zaman yönetimi olarak anlaşılırken, çevre içinse zamanın küresel çapta popüler hale getirilmiş bulunan postmodern değerlere kutsallık atfederek onları uygulamaya koyarak ayakta kalacağına inanılması anlamına gelmektedir. Bu süreçte Hegemonya sürekli olarak etken, belirleyici, standartlar koyucu ve bunu kontrol edici olarak ortaya çıkarken; Çevre ise edilgen uyucu, buyruk alıcı, sisteme tutunmaya çalışıcı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Konjonktüralizmin hegemonik merkez için tamı tamına anlamı zamanın; stratejik hedeflere ulaşmak için planlanması yönetilmesi ve kontrol edilmesi anlamına gelmiş olmasıdır. Kısaca Konjonktüralizm hegemonik merkezin stratejik zaman yönetiminin yeni adıdır. Başka bir ifadeyle konjonktüralizmin hegemonik merkez için, Epistemik Monopol tarafından kurgulanan zamanlamaya çevrenin uymasını, tabi olmasını, itaat etmesini kolaylaştıran plan ve organizasyonlar olarak bakılmış olmasıdır. Burada hegemonik merkez stratejik zamanlama yoluyla her defasında olayları servise koyucu, uygulanıp uygulanmadığını elindeki üstün teknolojik araç ve ajanlarla kontrol edicisi olması[39], çevrenin ise yaratıcılık değiştiricilik özelliğinin sürekli törpülenerek kendilerine takdim edilen değişime iman eden müminler olarak karşımıza çıkmış olmasıdır. Konjonktüralizm Kültürel kodları benzeticiliğini, dönüştürücülüğünü yitirmiş çevreden, birey, grup, toplum ve organizasyonların içine girer, siner onun bütün politik ve medeni bakışına yayılır onu değiştirip dönüştürür kendi yapacağı gibi yapmasını sağlayan özellikler kazanmasını tembihler. Konjonktüralizmin ve konjonktüralist düşünüş ve davranışların yücelttiği tanrı tek kelimeyle güç ve onun türevleridir. Güç: elle tutulur gözle görülür kurumsallaşmış,  inandırıcı, ödüllendirici yönlendirici, stratejik zamanlama yapabilecek araçlara sahip, dolayısıyla gerektiğinde zor kullanıcı ve kuşatıcı; insanların varlığını meşru gördüğü bir güç. Kısaca kendisini yeryüzü tanrısı olarak gören/zanneden bir güç görüntüsünü çevreye vermiş olan bir güç.[40]

Yukarıda açıklamaya çalıştıklarımızı Kısaca özetleyecek olursak Konjonktüralizm: Hegemonik merkezin hegemonyasını devam ettirmek için geliştirdiği ve çevre tarafından rıza yoluyla içselleştirilip bir yaşam biçimine dönüştürülmesini arzu ettiği dini, felsefi, siyasi, askeri ve kültürel inanç biçimlerinin zaman içinde çevreye yönelik sürekli/kesintisiz yönetiminin 21.yüzyıldaki adıdır.

VII-SONUÇ

Zamanımızda özellikle bizim gibi hegemonik merkeze çevrelik yapan coğrafyalarda birey, grup, toplum ve organizasyonların fiil ve düşüncelerine hâkim hale gelen ve vaziyet alış biçimimizi geleneksel ahlaki parametrelerimizi bir kenara iterek, tamamen konjonktüralist hale dönüştüren küresel bir enformasyon saldırısıyla karşı karşıyayız. Hegemonik merkez tarafından çevreye yönelik olarak organize edilen bu saldırının postmodern kültürel normlara uygun olarak  “küresel birlik yoluyla hakikate erme”[41] yi hedefleyen kamu politikaları üzerine inşa edildiğini özellikle belirtmeliyiz. Yani giderek vatan, yurt gibi medeniyetlerin üzerine inşa olunduğu, bizim yaratıcı dehamızın ürünü olan realiteyi tanımlama tarzlarımızın ortaya koyduğu otantik her ne varsa, “küresel birlik yoluyla hakikate erme” adına yok sayıp feda edebileceğimizi konjonktüralizm yoluyla bize, bizim bildiğimiz insanların diliyle telkin etmektedirler. Kısaca ütopyası olmayan, tutacak yası olmayan, dolayısıyla gelecek için iddiası da olmayan bir toplum olmaya doğru hızla sürükleniyoruz.

Araştırmamızın ortaya koyduğu bir diğer önemli konu da günümüzde her devlet ve toplum ya zamanı yönetmeye talip olmalıdır ya da zamana tabi olmalıdır gerçeğidir. Türkiye olarak biz eğer zamanı yönetmeyi başarabilirsek hegemonik bir güç olacağız. Yok, zamana tabi olursak konjonktüralist çevreye dâhil ülke ve topluluklardan biri olmaya devam edeceğiz. Bugün bizden kültürel hinterlandımıza dâhil ülkeleri de peşimize takıp konjonktüralist bir ülke ve toplum olmamız isteniyor. Gerçekte Türkiye’nin bulunduğu coğrafya ancak tarihi kültürel kodlarımıza uygun hegemonik bir güç olunarak yönetilebilir. Türkiye’nin “zamanın ruhuna uymak” adına konjonktüralist düşünme lüksü yoktur ve olmamalıdır. Atlantik ötesi merkezlerden bize fısıldanan “büyük ve güçlü Türkiye” propagandaları konjonktüralist yazarçizer takımınca hegemonyanın çevresi olmamızı telkin etmekten başka bir amaç gütmemektedir.

Netice olarak; Türkiye’de entelektüeller Epistemik monopol görevini üstlenecek bir beyin takımı oluşturmadıkları sürece, başka bir ifadeyle Epistemik monopol ve onun emrinde Epistemik bir cemaat ve onun zamanı planlamak ve yönetmek adına kullanabileceği araçlar olmadan uluslararası ilişkileri, dolayısıyla dünyayı kendi coğrafi merkezinden kavraması mümkün olmayacağı gibi, hegemonik bir güç olarak ortaya çıkması da mümkün gözükmemektedir.

Dipnotlar

--------------------------------------------------------------------------------

[†] “İçine sinmek” Stoik filozofların zamanın hegemon devletlerine(İskender imparatorluğu, Roma imparatorluğu ve ardıllarına) rızaya dayalı politikalarını gerçekleştirmeleri için geliştirdikleri dini/politik stratejinin genel adıdır. Dini bir içeriğe sahiptir ve dünyevi bir güce gizliden gizliye tanrısallık atfederek ona inanmayı ve tabi olmayı tembihler. Bu politik stratejide hegemon bütün ikna araçlarını hiçbir ahlaki endişeye düşmeden çevreyi kendine entegre edecek şekilde kullanır. Ve sonuçta birey, grup ve kurumsal yapılara hâkim olan mantık hegemonun yapmamızı istediği gibi bir zihniyetin içimize sinmesi ve yüreğimize oturmasıdır. Burada dikkat etmemiz gereken en önemli ayrıntı: İçimize sinen hegemonik tembihlerin bizim dini ve politik duruşumuzu değiştirmemizi istemeden içimize girmesi, yüreğe oturup bizi yönlendirmesidir. Yani bizi dışarıdan insanlar ne olarak görüyor ve biliyorlarsa (bir Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, putperest vb) yine öyle görürler, ama biz aslında hegemonik merkez tarafından tembihlenen kültür ve inançları zihin dünyamızda rasyonalize ederek onların gönüllü taşıyıcılığını yaparız. Bu kritik durumu postmodern süreçte bizi takip edenler asla bilmezler. Çünkü siz bunu hayatın gerçekliği ve yaşanması gereken bir tecrübe olarak çevreye anlatırken, karşıdaki ise size inanarak tembihlerinize evet der ve onları yaşamının bir parçası haline getirir. Burada dikkat edilirse bir asimilasyondan ya da din değiştirmeden ya da mensubu bulunduğumuz ırkı reddetmekten bahsetmiyoruz. Kısaca “İçine sinmek” politik bir strateji olarak olduğumuz gibi görünüp hegemonik tembihleri içselleştirip inandıklarımızın bir devamı olarak anlamak ve uygulamaya çalışmaktır...

--------------------------------------------------------------------------------

[1]Bkz: Webster etymological dictionary, A. Macpherson C. E. F. E. I. S, London: Cassell Petter and Galpin, New York, 1869, s. 46-47,Mustafa Acar, Ömer Demir, sosyal bilimler sözlüğü, Adres yayınları, Ankara-2002,s.248.(Webster bilgisini bana ulaştırdığı için sevgili dostum Doç.Dr. Hilmi Demir’e teşekkür ederim.)

[2]Francis E.Peters,Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü, Haz. Ve Çev. Hakkı Hünler, Paradigma Yayınları, İstanbul-2004.s.142

[3]Bkz: Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri/Tarih, politika, Felsefe ve Kültür sorunları üzerine seçme metinler, Onur Yayınları, İstanbul-1986;Mehmet Akif Okur,  Emperyalizm, Hegemonya, İmparatorluk/Tarihsel Dünya Düzenleri ve Irak’ın İşgali, a Kitap, Ankara -2010,s.201-249

[4] Bu konuda yapılan tartışmalar için Bkz; Okur ,Age,s.93-289

[5]Ünlü Amerikalı iktisatçılar Max F.Millikan, Walt W.Rostow, 1954 yılının başlarında CIA direktörü Allen Dulles’a verdikleri bir raporda:”bizim (dünyanın hemen tüm halklarıyla beraber) güvenliği askeri güce bağımlı olmaktan çıkaracak dünya koşullarının yaratılmasında çok büyük çıkarımız vardır” diyerek hegemonik iktidarın sadece askeri güçle kurulamayacağının altını çizdiler. Bkz: Max F.Millikan, Walt W.Rostow, Dış Ekonomik Politika Üzerine Notlar, Çev. Musa Ceylan (soğuk savaş ve Amerikan imparatorluğu),s.73-74.

[6]Durmuş Hocaoğlu, Laisizm’den Milli Sekülerizme, Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi, Selçuk Yayınları, Ankara-1995,s.51 vd.,

[7].Deist anlayışın en yetkin şekillerinden birisi, Aristoteles felsefesinde görülür. Özetle;”Burada Tanrı anlamında zikredilen İlk Muharrik’in Şeyler ile en ufak bir rabıtası bile söz konusu değildir. O.Âlem’i yaratmamıştır, ayrıca onu idare de etmez. Keza Tanrı, kozmosta nelerin olup –bittiğinden de habersizdir. O’nun kozmos ile bir alakası, ezelden beri ham malzeme olarak mevcut, fakat suretsiz olan kozmos’u harekete geçirmek suretiyle ona hem madde hemde suret sahibi bir şey, yani “gerçek bir varlık’ olma imkanı bahşetmiş olmaktan, onu bir nevi kaos halinden kozmos haline inkılap ettirmekten ibarettir. Fakat Tanrı bunu yaparken dahi kozmos ile çok belli belirsiz bir ‘anlık’(instantancous) ilişkiye girmiştir.’An’,ölçülemez, kantitatif olmayan bir kavram olduğu için bu ilişki, sahici anlamda bir ilişki olarak anlaşılamaz. Nitekim O, kozmos’un bütününü değil, sadece en dışta bulunan en büyük küreyi harekete geçirmiş, hatta bunu yaparken dahi ona doğrudan dokunmamış, var ile yok arası (modern matematiksel tabir ile ”sonsuz küçük”;”limit”) bir temasda, belli belirsiz bir etkide bulunmuştur. Aristocu deizmde, yaratma gibi bir sıfattan mahrum bırakılan Tanrı’ya sadece yukarıda özetlenen şekilde “imar etme” fonksiyonu tevdi edilmiştir ki bu sebepten dolayı  O,bir “Demiorgus”(mimar) olarak anılmaya hak kazanmıştır”  Bkz: Durmuş Hocaoğlu, Age,s.67-68,Sanıyorum yukarıdaki açıklamalardan batılı düşüncenin neden hep yeryüzünde  yaşayan bir tanrı arayışında (imparator,devlet kilise vb) olduğunun ipuçlarını bulabiliriz diye düşünüyorum.Ayrıca;Karen Armstrong,Tanrının Tarihi,Çev.Oktay Özel ve diğerleri,Ayraç yayınevi,Ankara-1998,s.225-269;Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme,Çev.Erol Güngör,Ötüken yayınları,İstanbul-1996,s.266-281. Modern dönemler için bkz:Er nail,okumuş,Onsekizinci Yüzyılda Deizm ve Volter,Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,İstanbul-2008

[8]Stoa felsefesi ile ilgili olarak bkz: Jean Brun,Stoa Felsefesi Çev. Medar Atıcı, İletişim Yay, İst-2003;George Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev Harın Rızatepe, Türk siyasi ilimler derneği Yayını, Ankara-1969,C.1,S.136-152;Ahmet Arslan,İlk Çağ Felsefesi Tarihi/Helenistik Dönem Felsefesi: Epikurosçular, Stoacılar, Septikler, İstanbul Bilgi Üniversitesi yay, İstanbul-2008,s161-420

[9]Geniş bilgi için bkz: Frederick Copleston,Helenistik Felsefe, Çev Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul-1996

[10]Muammer Ulutürk, Hıristiyanlıkta Havarilik, Selçuk Üniversitesi Sosyal bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Konya-2005,s.10

 [11]Eklektisizm” “farklı ekol ve geleneklerden çeşitli unsurları seçen ve bunları bir araya getiren bir ilahiyat ya da felsefe Sistemi”dir. Bkz: Şinasi Gündüz: Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınları, Ankara-1998,s.111

[12]Stoa felsefesine dini bir nitelik vererek onu tamamen bir imparatorluk ideolojisi haline getiren düşünür Assoslu (Behram köylü) Kleanthes oldu. Bkz: Mehmet Ali Ağaogulları,Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge Kitapevi. Ankara -2004,s.417

[13]Tarihsel blok ve Hegemonya ile ilgili olarak bkz: Hugues Portelli,Gramsci ve Tarihsel blok, Çev. Kenan Somer, Savaş Yayınları, Ankara-1982;Perry Anderson, Gramsci/Hegemonya, Doğu-batı Sorunu ve Strateji, Çev. Tarık Günersel, Salyangoz Yayınları, İst-2007;Mehmet Akif Okur,Age, Ankara -2010,s.180-188,Mehmet Akif Okur, Hegemonya yaklaşımları Çerçevesinde Bir Dış Politika Aracı Olarak İnsan Hakları, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Basılmamış Yüksek lisans Tezi, Ankara 2003,s.15-39

[14]  Bu konuda bkz: Ömer Korkmaz,Tarihsel Süreç İçerisinde Evrensellik Düşüncesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt,4,sayı: 3,2002,s.154-197

[15] Onun içindir ki A.Kojeve Stoa Felsefesi İçin “tam bir kölelik ideolojisidir” diyecektir. Alexsendre Kojeve, Hegel Felsefesine Giriş, Çev. Selahattin Hilav, Yapı kredi Yayınları, Ankara-2000,s.59

[16]Örnek olarak bu mantık bütün Roma imparatorlarını Tanrılar arasına katmakla neticelenmiş, Roma döneminin pağan tanrıları arasında Jubiter’le birlikte İmparatorlar onunla ve diğer tanrılarla aynı soydan geldiğini belirten unvanlar alarak ve bu unvanlara uygun bir soy ağacı geliştirerek kendilerini toplum nezdinde meşru tanrı –imparator haline getirmeye çalışıyorlardı. Bkz. Ferit Baz, Roma İmparatorluk Kültü, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimle Enstitüsü, Basılmamış yüksek Lisans Tezi. İstanbul-1998.Ayrıca Messadıe ilk defa imparatorluğun kurcusu Octavianus tarafından alınan Augustus unvanı için ”Augustus kelimenin tam anlamıyla bir Augus’la bir güç artışıyla donanmış olmak anlamına gelir” demektedir. Bkz: Gerald Messadıe, Şeytanın Genel Tarihi, Çev. Işık Ergüden, Kabalcı yayınevi, İstanbul 1999.s.269

[17]  Peters,Age, s.142

[18]  Peters. Age, s.142

[19]  Peters, Age, s.251

[20]  Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: Carl Shcmitt,Siyasi ilahiyat, egemenlik kuramı üzerine dört bölüm, Dost Kitabevi, Ankara-2002,s.41-56

[21]İmparator Augustus döneminde din propagandası yoluyla imparator ve imparatorluğun yüreğe oturan bir hegemonikona dönüşmesi konusunda Augustus tarafından yürütülen stratejinin esasları için bkz: Pervin Sevgı,Augustus Dönemi Din ve Din Propagandası, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü basılmamış yüksek lisans Tezi, Ankara-2006. Özellikle İmparator Augustus’un saray ve tapınaklara verdiği dinsel tarzın bugün daha rafine edilmiş bir şekilde ABD tarafından modern araçlar yoluyla hayata geçirilmeye çalışıldığını kesinlikle söylemek mümkündür. Yapılan araştırmalar piramidal bir sistem tarzında organize olan küresel hegemonyanın merkezi gücü ABD‘nin Özellikle George Washington’dan itibaren ABD’yi bir hegemonikon güç haline getirmek için ABD’li kurucu babaların özel gayret sarf ettiklerini biliyoruz. Örnek olarak Washington D.C’nin kuruluş döneminden başlayabiliriz. Bugün ABD nin başkenti ve Yönetim merkezi olun bu şehir Tıpkı imparatorluk Roması gibi bir bataklığın üzerine inşa edilmiştir. Hatta şehrin genel planının “bütün yollar Roma’ya Çıkar “ özdeyişindenhareketle planlandığı bilinmektedir. Başkentin en önemli binalarından birisi olan Beyaz Saray Antik Yunan, Roma ve Hıristiyan Kilise geleneğine bağlı bir tarzda inşa edilmiştir. Bu durumu binanın girişinden itibaren dış mimari görüntüsüne bakınca anlamak mümkündür. 1814 yılında İngilizler tarafından kuşatılan Washington’da diğer binalar gibi Beyaz sarayda yandı. Bina James Hoban (1762-1831) nezaretinde yeniden inşa edilerek 1817 yılında kullanıma hazır hale getirildi. Başkan James Monroe Tarafından Fransa’dan ithal edilen Mobilyalarla İmparatorluk stilinde yeniden döşendi. Başkentteki binaların en ilginci ise Roma dönemindeki Capıtol binasına benzer şekilde Washington’un en yüksek tepesine inşa edilen ABD’yi yönetecek Kongre,  Temsilciler Meclisi ,Senato ve Yüksek Mahkeme’nin içinde bulunduğu Kapıtol binasının hem saray hemde bir tapınak stilinde yapılmasına özel önem verilmiş olmasıdır. Kapitol binası yapılırken ABD nin hayat felsefesini yansıtan görsel bir tablonun fresk tarzında hazırlanılması düşünülmüş, İtalyan asıllı fresk ustası Ressam Konstantino Brumudi’ye bu görev verilmişti. Adı gecen usta titiz bir çalışma sonucunda Kapitolun Ana kubbesi üzerine yerleştirilen görsel çizimini tamamladı. Brumudi “Apotheose” düşüncesinden hareketle bu görsel tabloyu çizmiş ve bitirmişti. Bu düşünceye göre  “kişinin öldükten sonra tanrılaştırılması”  esas alınıyordu. Roma imparatorluk dönemi alışkanlıklarından olan ve ölen imparatorları tanrı ilan eden bu düşünce biçimi Amerika’nın ilk başkanlarından George Washington içinde uygun görülmüştü. Yani Kısaca söyleyecek olursak hegemonik merkezde üstü örtük de olsa Tanrı-kral/Tanrı-imparator kültü hala yaşamaya devam etmektedir. Ana binaların (Beyaz Saray, Kapitol ve iç savaşa son veren Başkan Abraham Lincoln için yapılan anıt mezarın) tapınak tarzında inşaları bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Bilindiği gibi sanat eserleri ya da mimari yapılar bir toplumun dünya görüşünün cisim haline gelmiş şekilleridir. Bu ve benzeri konular için bkz: Pitirim Sorokin, Bir Bunalım çağında toplum Felsefeleri, Çev. Mete Tuncay, Bilgi Yayınevi, Ankara-1972,s.21-52;Ayrıca Roma İmparatorluk sisteminin işleyiş tarzıyla ilgili olarak Bkz: Özcan Karadeniz-Çelebican,Roma Hukuku, AÜHF Yayınları, Ankara-1989;Ziya Umur,Roma Hukuku Ders Notları, Beta Basım Yayım, İstanbul-1990.

[22]Hüsamettin Arslan, Epistemik Cemaat/bir bilim Sosyolojisi Denemesi, Paradiğma Yayınları, İstanbul-1992

[23]“Epistemik Cemaat: bir bilme, bilgi, kavrama, anlama cemaatidir ve bilgiyi inşa eden, işleyen geliştiren ve daha sonraki kuşaklara intikal ettiren bilgiyi taşıyan insanlar topluluğunu ima eder.”H.Arslan,Age, s.5

[24]H.Arslan, Age, s.72

[25]Bkz: Paul Feyerabend,Bilim Kilisesi/özgür Bir Toplumda Bilim, Çev. Cevdet Cerit, Pınar yayınları, İstanbul-1991

[26]Daha detaylı bilgi için bkz: H.Arslan, Age, s.57-121.

[27]R.C.Lewontın, Soğuk Savaş ve Akademinin Dönüşümü, Çev, Musa Ceylan (Ed.Noam Chomsky,Soğuk Savaş ve Üniversite/savaş Sonrası Yılların Entelektüel Tarihi kitabı içinde )Kızılelma yayıncılık, İstanbul-1998,s.35-64

[28]  Lewontın, Age, s.40

[29]Christopher Simpson,”Giriş” ,Çev. Musa Ceylan (ed.Simpson,Üniversiteler ve Amerikan İmparatorluğu/Soğuk Savaş döneminde Sosyal bilimlerde para ve Siyaset kitabı içinde) Kızılelma Yayıncılık, İstanbul,2000,s.13-38

[30]Max F.Millikan, Walt W.Rostow, Dış Ekonomik Politika Üzerine Notlar, Çev. Musa Ceylan (soğuk savaş ve Amerikan imparatorluğu) s.71-83 Bu makalelerinde Millikan ve Rostow:”Kısa vadede, komünizm askeri olarak kuşatılmalıdır./.../Bu yüzden diplomatik, askeri ekonomik ve ideolojik açılardan liderlik yapmalıyız” demektedirler. Bkz:Agem,s.73-74.

[31]Bu projenin çok açık bir şekilde ifade edilişini ünlü Camelot projesi mimarlarının sözlerinde görebiliriz. “Camelot projesi, amacı dünyanın gelişmekte olan ülkelerindeki toplumsal değişmenin siyasal açıdan önemli boyutlarını ön görmeyi ve etkileme imkânını sağlayacak genel bir sosyal sistem modelinin mümkün olup olmadığını ortaya koyacak bir çalışmadır” demektedirler. (Camelot: Bilindiği gibi Kral Artur’un efsanevi sarayının adıdır)Bkz. Ellen Herman,Camelot Projesi,(Üniversiteler ve Amerikan imparatorluğu içinde) s.120 vd.

[32]Jean-FrançoisLyotard,Postmodern durum /Postmodernizm,Çev.Ahmet Çiğdem,Ara Yay.,İst-1990,s.6

[33]  Kabilecilik ve kabile mantığıyla yönetim için bkz: Turgut şahin,İslam Yönetim Anlayışının Tarihi Arka Planı: Cahiliye Dönemi Arap Yönetim Mantığı, Türkiye Günlüğü,(98),Yaz-2009,92-107

[34]   Turgut Şahin,Bürokratik Postmodernleşme ve Türkiye, 2023 Aylık Dergi,(78),15 Ekim 2007,50-57,Ayrıca bugün dünyanın bir çok ülkesiyle beraber Türkiye’nn de içine sürüklendiği üst kimlik alt kimlik ve etnisite sorunuyla başının ağrımasının fikri temellerini çevre için problem haline getiren anlayışın hegemonik merkezli konjonktüralizmde aranması gerktiğini söylemeye bile gerek yoktur diye düşünüyorum.

[35]Pauline Marie Rosenau,Postmodernizm ve Toplum Bilimleri, Çev. Tuncay Birkan, bilim ve Sanat Yay. Ankara-2004,s.23

[36]Rosenau, Age, s.215; Turgut Şahin, Yeni Dünya Düzenine Yeni bir Din mi? 2023 Aylık Dergi, (41),15 Eylül 2004,s.44-48

[37]  Hegemonik merkez tarafından geliştirilen ve toplumların şimdiye kadar inceltip geliştirdikleri bütün değerleri acımasızca eleştiren bu dini inanç ve felsefeden hegemonik merkezin kendisini korumak için her türlü tedbiri aldığını söyleyebiliriz. Bu ölçüsüz eleştiriler için ünlü diplomasi tarihçisi Samuel Flagg Bemis”Kendini çok fazla incelemesi, kendini çok fazla eleştirmesi, bir halk için zayıflatıcıdır. Büyük bir halkın kültürü, kendisini sorgulamaya başladığı an çürümeye başlar” ikazını 1961 de yaptığı bir konuşmasında deklare etmiştir. Howard Zinn,Soğuk savaş döneminde tarih siyaseti ( soğuk savaş ve üniversite içinde )s.69 Örnek olarak sadece Huntington’un  ‘Biz Kimiz’ adlı eserini bu gözle okumak bile yeterlidir sanıyorum. Bkz: Samuel P.Huntington, Biz Kimiz?/Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, Çev. Aytül Özer, CSA Global Yayın Ajansı, İstanbul-2004

[38]Burada hegemonik merkezin politik ve stratejik davranmadığından bahsetmiyoruz. Bizim burada bahsettiğimiz konu, hegemonik merkezin içine yayılıp sinecek onu değiştirip dönüştürecek bir kültürel formu reddedişinden bahsetmek istiyoruz.

[39]  Burada ‘Yumuşak Güç’ politikasından özelikle söz etmemiz gerekiyor..Yumuşak Güç politikası hegemonyanın farklı kültürleri entegre etme, o kültürlerle hegemonik değerleri kaynaştırma projesinin Sivil Toplum ayağını oluşturmaktadır., Nye,“Yumuşak güç ,yani diğerlerinin senin istediğin  sonuçları istemelerini sağlamak insanları zorlamak yerine insanları kendi yanına çeker/.../eğer sizin benim istediğimi  istemenizi sağlarsam, size bunu yaptırmak için havuç ya da sopa kullanmamama gerek kalmaz”diyerek bu politik tavrı özetlemektedir.Bkz:Joseph S. Nye,Yumuşak Güç / Dünya Siyasetinde Başarının Yolları , Çev.Rayhan İnan Aydın,Elips Kitap,Ankara-2005,s.15

[40]Örnek olarak Hardt ve Negri, popüler kitapları “İmparatorluk” ta bunu anlatır. Konjonktüralizmi postmodernlik üzerinden yüreğe oturtup içine sinmeyi hedefler. İmparatorlukta Hardt ve Negri yüreğe oturan baş güdücü olarak merkezsiz, her yerde, hiçbir yerde bulunmayan yeryüzü tanrısından bahsederler. Hardt ve Negri’nin tanrısı imparatorluktur. Kitap birde bu açıdan okunursa iki İtalyan yazarın imparatorluk adı altında bir yer yüzü tanrısı icat etmek için ne kadar gayret sarfettikleri  görülür.. Aslında batılı düşünür ve filozofların Katolik ve Protestan geleneğe bağlı olanlarının daima yaptıkları budur. Hegel’in, Thomas Hobbes’un, Jean Bodin’in, Weber’in ve daha başkalarının tanrısı hep devlet ya da imparatorluklar olmuştur. Bkz: M.Hardt, A.Negri, İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul-2003

[41]Rosenau, Age,s.136,(13 nolu dipnot)

 
Toplam blog
: 30
: 3349
Kayıt tarihi
: 09.08.08
 
 

Çorum doğumluyum, üniversite mezunuyum... tarih, felsefe, sosyal psikoloji, soyoloji,  din. ve si..