Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ocak '09

 
Kategori
Öykü
 

Lapa lapa kar yağıyor

Lapa lapa kar yağıyor
 

Büyük Sinemanın yerine pasaj yapılan bina


Lapa lapa kar yağıyor… Esenboğa’ya inişe geçen uçağın penceresinden iri iri kar tanelerinin konfetiler gibi serpilişini görebiliyorum. Bereket versin görüş alanını kapatacak denli yoğun değiller. Uçak, hafif bir sarsıntıyla yere iniyor. Küçük valizim yanımda olduğundan bagajları beklemeden çıkışa yöneliyorum. Az ileride adım yazılı bir kartonu havaya kaldırıp bekleyen çelimsiz genç adamı görüyorum. Hemen bütün işyerlerinin tek tip giysisi haline gelen siyah takım elbise, beyaz gömlek ve siyah bir kravat takmış.

Yanına gidip kendimi tanıtıyorum. Saygılı bir tavırla hemen elimdeki valizi alıyor.

“Araba otoparkta…” diye açıkladıktan sonra cep telefonunu açıp şoföre arabayı getirmesini söylüyor. Biz havalimanının kapısından çıkarken kaldırıma büyük, siyah renkli bir jip yanaşıyor. Genç adam kapısını açıp arka tarafa binmeme yardım ediyor. Kendisi de öne, şoförün yanına oturuyor.

Kar lapa lapa yağıyor… Giderek hızlanarak, serpintiden tipiye dönüşerek hızla dökülüyor gökyüzünden. Beyaz bir tül perde gibi… Yer ve gök birbirine karışıyor. Her taraf bembeyaz… Genç adam arkaya dönüp açıklıyor.

“Dün geceden beri zaman zaman hafiflese de sürekli yağıyor.”

Yanıt vermiyor, gülümsüyorum. Yol boyu ağaçlar, çalılar, bahçeler, evlerin çatıları, camilerin kubbeleri, minarelerin üstü, hatta gövdesi, özellikle yağış yönünde karla kaplı… Ağaç gövdeleri de…

Çocukluğumun Ankara’sına gidiyorum birden. Yenimahalle yedinci duraktaki evimizden çıkıp, beşinci durakta, fırının üstündeki okuluma yürüyerek gidişimi anımsıyorum. Üzerimde annemin ördüğü tiftik mantom, başlığım, ellerimde yün eldivenler, ayaklarımda yün çoraplar… Lastik çizmelerimle karın dokunulmamış, düzgün yerlerine basıp ayak izimi çıkartmak, annemin kızmasına aldırmadan yere boylu boyunca yatıp küçücük bedenimin karda bıraktığı çukuru görmek, lastik çizmelerimin kara bastıkça çıkardığı gıcırtıyı dinlemek nasıl da hoşuma giderdi.

Çocukluğumun Ankara’sını bir yana bırakıp otomobilin penceresinden şimdinin Başkenti’ni seyretmeye başlıyorum. Ankara’dan ayrılalı otuz altı yıl olmuş. Hayret… Doğup büyüdüğüm bu kentten bunca yıl ayrı kalmış olmam ne tuhaf… Hiç mi özlememişim? Yüreğimi yokladığımda, derinlerde bir yerde bu kentin özlemini sakladığımı şimdi fark ediyorum. Sadece Ankara özlemi mi?

Üniversite sonrası burs kazanıp master ve doktora için İngiltere’ye gidişim, döndükten sonra iş yaşamının koşuşturması, evlilik, çocuklar, bir yandan iş yerinde, bir yandan da evde giderek artan sorumluluklar günü yaşamam için zorlamış olmalı beni... Geçmişi, çocukluğumun ve gençliğimim geçtiği bu kenti özlemeye zamanım olmamış her halde. Ankara, tümüyle çıkmış aklımdan. İlk aşkımı yaşadığım bu kenti nasıl unutabilmişim? Belki de unutmak istedim. Kim bilir?

Otomobil, Gençlik Parkı’nın önünden geçerken birden belleğimde beliren bir görüntü derinden sarsıyor beni. Yıllardır beynimin derinlerine bastırdığım, unutmak için aşırı çaba gösterdiğim anılar birbiri ardından çıkıveriyorlar ortaya… Hiç ummadığım bir anda başımdan aşağı bir kova soğuk su boşalmış gibi irkilip ürperiyorum.

1971 Eylül ayı… Henüz yirmi iki yaşında gencecik bir kızım…

Gençlik parkının kapısının önünde bekliyor beni. Dolmuştan inip hızlı adımlarla ona doğru yürüyorum. Çevredeki insanlardan utanmasam koşup boynuna sarılacağım. Okul tatile girdiğinden beri, koskoca iki buçuk ayı onsuz yaşamışım. Anlatılamaz bir özlemle doluyum. Boynuna sarılıp onu öpücüklere boğmak için büyük bir arzu duyduğum halde duygularımı bastırıp sakin bir tavırla elini sıkıyor, uzanıp yanağına ufak bir öpücük koymakla yetiniyorum.

O da benzer şekilde yanağımı öpüyor. El ele bile tutuşamadan parka giriyoruz.

Ağaçlıklı yolun iki yanında çiçekler var. Eylül başının bu sakin öğleden sonrasında sessizliği sadece kuşlar bozuyor. Konuşmadan yürüyoruz. Etrafta kimseler yok. Uzanıp elimi tutuyor. Yüzünde garip bir gülümseme… Sanki bir şeyler söyleyecek de söyleyemiyormuş gibi… Heyecanlanıyorum. Yoksa umduğum, beklediğim şeyi mi söyleyecek?

Göl kenarındaki çay bahçesine giriyor, en sakin ve uzak köşeye gidip oturuyoruz. Tam gölün kıyısındayız. Çevremizdeki masalar bomboş. Garson, gazozlarımızı getirinceye kadar konuşmuyoruz. O, gölde kayıp giden kayıkları, suları şıpırdatarak dalıp çıkan ördekleri, göğe doğru fışkırıp; sonra uslu serpintiler halinde dökülen fıskiyeyi seyrediyor; ben de onu. Ne çok özlemişim… Ya o? O da beni özledi mi? Benim kadar olmasa da, birazcık da olsa özledi mi? Yüzünde, gözlerinde bunu anlatan bir iz arıyorum umutsuzca. İlk tanıştığımız günden beri hep bu izi arıyorum yüzünde. Zaman zaman yeşil gözlerinde derin bir sevginin yeşerdiğini görsem de asla söze dökmüyor duygularını.

Sınıf arkadaşım… Okulun ilk günü kantinde tanıştık. Çokluk diğer arkadaşlarla birlikte kantinde toplaşıyor, çay içip söyleşiyorduk. Kimi zaman bakışlarını yakalıyordum. Kimseye sezdirmemeye çalıştığı, o sevgi dolu bakışlarını… Bense dolu dizgin yaşıyordum aşkımı. Gizlim, saklım yoktu. Bütün arkadaşlar bunun farkındaydı… O yılın sonunda ilk kez yalnız başına buluşup sinemaya gittik. İlk kez orada elimi tuttu. Daha sonra sık sık Kuğulu Park’a, Papazın Bağı’na ya da Gençlik Parkı’na gittik. Ağaçların arasında dolaşırken kolunu omzuma atıyor, ağaç dallarının ve çalıların sık olduğu köşelerde usulca öpüyordu beni. Kimseye görünmeden…

Duygularından hiç söz etmiyordu; ama bana öyle bir bakışı var ki; mutluluktan içim titriyordu. Konuşmalarımız havadan sudan şeylerdi… Derslerden, sınavlardan, ailemizdeki sorunlardan söz ediyorduk. Son yıllarda da ülkenin yaşadığı bunalımdan… Darbe, göz göre göre geliyordu. Hepimiz biliyor, görüyorduk bunu; ancak gelen, beklenildiği gibi bir “Sol Darbe” olmadı. İlk günler 12 Mart Muhtırası için övgüler düzen gazeteciler ilk tutuklananlardı. Ardından kitlesel tutuklamalar başladı. Artık konuşmalarımız hep bu olaylar üzerineydi.

Göl kıyısındaki çayhanede suskun sevgilimi seyrediyor, benimle konuşmasını istiyorum. Ne kadar özlediğini, ne çok sevdiğini söylesin… Okulumuz bitmek üzere… Diplomamızı aldığımızda her birimiz bir yana dağılacağız. Artık her şeyi açık açık konuşma zamanı…

O dalgın dalgın gölü seyrediyor. Suskun ve üzgün… Birden dönüp gözlerimin içine bakıyor. Çok derin ve hüzün dolu bir bakış bu… Gözlerinin yeşili kararmış gibi... İrkiliyorum. Hayır, beklediğim şeyleri söylemeyecek…

“Ne var? Ne oldu?” diye soruyorum.

Alacağım yanıtı bilmediğim halde kalbim sıkışıyor, deli gibi çarpıyor. Belli ki kötü bir haber verecek… Zaten öyle kötü günler yaşıyoruz ki…12 Mart Muhtıra’sı verileli altı ay oluyor. Ülke darbecilerin yönetiminde… Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, işçiler, öğretmen ve öğrenciler tutukevlerinde… Deniz Gezmiş ve arkadaşları Ankara, Dışkapı’daki 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkeme’sinde idam istemiyle yargılanıyorlar. Üniversite öğrencileri sağ ve sol kamplara ayrılmışlar, sürekli birbirleriyle çatışıyorlar. Güvenlik güçleri sağcıları da yanlarına alıp solcu gençlere saldırıyorlar. Her gün gençler, işçiler, öğretmenler, aydınlar öldürülüyor. Sokaklarda sürekli kan akıyor. Bu arada banka soygunları, adam kaçırmalar, fidye istemeler devam ediyor. Böylesine kötü bir ortamda biz okumaya, üniversiteyi bitirmeye çabalıyoruz. İkimizin de ders notları iyi… Eylülde başlayacak sınavlarda son birkaç dersi de verirsek diplomalarımızı alacağız.

Gözlerindeki hüzün korkutuyor beni. Konuşmasını bekliyorum sabırla. Bir yandan da “Sussun, o kötü haberi vermesin” istiyorum.

“Gidiyorum…”

“Nereye? Neden? Sınavlar başlayacak…”

Benim ardı ardına sıraladığım soruları sakince dinliyor ve “Aranıyorum” diyor.

Buna hiç şaşırmıyorum. Bunca olayın dışında kalması beklenemezdi zaten. En ufak bir haksızlıkta bile kabarıp köpüren yüreği, bir kenarda durup olaylara seyirci kalmasına izin vermezdi. Geçen yıldan beri benden saklı bir şeyler yaptığını, toplantılara katıldığını, “Gizli” diyerek bana hiçbir şey anlatmadığını biliyordum; ama yine de işin bu ölçüde olacağını düşünmüyordum. Belki de düşünmek istemiyordum.

Sormadan edemiyorum.

“Neden aranıyorsun? Ne yaptın?”

O, çevrede kimse olup olmadığına baktıktan sonra eğilip fısıldıyor.

“Banka soygunu…”

Birden geleceğinin yön değiştirdiğini, farklı bir raya girdiğini ve ayrı düşeceğimizi fark ediyorum. Yüreğim sıkışıyor. Bu, büyük bir suç... Yakalanırsa… Bunu düşünmek bile istemiyorum.

“Hangi soygun? Nasıl yaptın? Niçin?”

“Devrim için… Hem ayrıntının ne önemi var? Ayrıca hiçbir şey bilmemen gerek. Polis sürekli izliyor bizi… Sevgilim olduğunu biliyorlar. Seni de tutuklayabilirler. Bir süre ortalarda görünmesen iyi olur.”

Bana ilk kez “Sevgilim” diyor... Diğer sözcükler birden önemini kaybediyor. Sadece “Sevgilim” sözcüğü çınlayıp duruyor kulağımda… Kendimi çok ; ama çok mutlu hissediyorum. Uzanıp elini tutuyor ve sevgiyle okşuyorum.

O ise mutluluğumun farkında bile değil. Kuşku dolu gözlerle çevreye bakınıyor. Birden sararıyor yüzü. Başını öne eğip fısıldıyor.

“Tam arkanda, iki masa ileride bir adam oturuyor. Elinde gazete… Okur gibi yapıyor; ama sivil polis olabilir. Sakın bakma…”

Mutluluğum mum alevi gibi sönüyor. Buz kesiyorum birden. Dönüp de bakmamak için güç tutuyorum kendimi. O, garsonu çağırıp hesabı ödüyor. Birlikte çay bahçesinden çıkıyoruz.

El ele; ama hiç konuşmadan Sıhhiye’ye, oradan da Kızılay’a kadar yürüyoruz. O, arada bir “Sivil polis geliyor mu?” diye arkasına bakıyor. Akşam olmak üzere… Ulus ve Büyük Sinema’nın önü kalabalık… Piknik’te hiç yer yok. Kaldırımlar işten çıkan memurlar ve öğrencilerle dolu. Köşe başlarında sol kesimin çıkardığı gazete ve dergileri satmaya uğraşan gençler avaz avaz bağırıyor, bir yandan da sağcılar ya da polis geliyor mu diye çevreye bakınıyorlar. Bulvarın iki yanında sıralanan at kestanelerinin yaprakları kızarıp sararmaya başlamış. Tek tük kuru yaprak düşüyor kaldırıma… Eylül ayı; ama hava sıcak . Oysa ben üşüyorum.

Kızılay’da, otobüs durağına geldiğimizde duruyor. Birden bana sımsıkı sarılıyor. “Hoşça kal…” diyerek ilk gelen otobüse binip kalabalığa karışıyor. Otobüs hemen kalkıp gidiyor. Kaldırımda bir başıma kalakalıyorum. Gittiğine, ilişkimizin bittiğine inanamıyorum. Şaşkın ve üzgünüm. Yüreğime lapa lapa kar yağıyor.

Beni Esenboğa’dan alan jip o sırada Sıhhiye’den geçmekte. Ne Ulus, ne de Büyük Sinema kalmış. Pikniğin yerinde de kocaman, sevimsiz bir bina… Ne kadar değişmiş Ankara? Bulvarın kalabalığı içinde dura kalka Kızılay’a doğru ilerliyoruz. Kızılay binası çoktan yıkılmış, yerine cam, çelik ve betondan yapılma kocaman bir kutu oturtulmuş. Meydan küçülmüş sanki… Otobüs duraklarının yerleri değişmiş; ama onunla nerede ayrıldığımızı çok iyi biliyorum. Tam şu köşede…

Bir yandan kentteki bu değişiklikleri şaşkınlıkla izlerken bir yandan da onu ve o günleri düşünüyorum. Beni durakta bırakıp gittikten sonra ondan hiç haber alamadım. Ailesinin yaşadığı kasabaya yazdığım mektuplar “Adreste bulunamadı” diyerek geri geldi. Arkadaşları da bir şey bilmiyorlardı. Okuldan kaydı silinmişti. Tutuklananlar arasında da adı yoktu. Sanki buharlaşıp uçmuştu. Sağcılar tarafından vurulup bir yana atıldığını düşündükçe üzüntümden deli oluyordum. Kimi zaman da “Yurt dışına kaçmış olabilir” diyerek avutuyordum kendimi.

Okul bittikten sonra Ankara bana dar gelmeye başlamıştı. Burs kazanınca Londra’ya gitmek, anılardan uzaklaşmak iyi gelmişti. Onu unutmaya kararlıydım. Bu hiç kolay olmadı; ama sonunda başardım. Dönüşümde hep Ankara dışında iş aradım. Zaten son yıllarda ailem de İstanbul’a yerleşmişti. Ben de orada, bir şirkette iş bulup çalışmaya başladım. Ardından bir iş arkadaşımla evlilik, iki çocuk, sorumluluklar derken bu günlere geldim. Şimdi çalıştığım şirketin üst düzey yöneticisiyim. Kızımı yeni evlendirdim. Torunum olmak üzere… Kocamla sakin, huzurlu bir yaşantımız var.

Otomobil Çankaya yokuşunu çıkıyor. Çantamı açıp kocamın, kızımla oğlumun fotoğraflarına bakıyorum. Her şey ne kadar geride kalmış. “İş görüşmesi gereği Ankara’ya gelmeseydim onu hiç anımsamayacak, normal yaşantıma devam edecektim” diye düşünüyorum. Yine de anıların böylesine canlı kalışı, o günkü duyguları yeniden yaşayışım sarsıyor, korkutuyor beni.

Jip, sola dönüyor ve büyük bir binanın önünde duruyor. Girişteki mermer tabelayı okuyunca görüşme yapacağım bankanın genel müdürlük binasına geldiğimi anlıyorum. Çantamdan çıkarttığım küçük aynada saçımı, makyajımı düzeltiyorum. Daha sonra valizimi almadan arabadan iniyorum. Görüşmeden sonra beni otelime bırakacaklar. Yarın ve öbür gün de toplantılar devam edecek çünkü. Saatime bakıyorum. Randevuya zamanında yetişeceğim...

Çelimsiz genç adam bana yol gösterip asansöre bindirirken:

“Genel Müdürümüz sizi bekliyor.” diyor.

Dört yanı camla çevrili çelik asansörden on dördüncü kata çıkıyoruz. Halı döşeli uzun koridoru geçip büyük bir kapıdan içeri giriyoruz. Geniş odada sekreter oturuyor. Karşısında koltuklar… Sekreter beni görünce ayağa kalkıyor:

“Hoş geldiniz efendim.Buyrun, sizi bekliyorlar...” diyerek yan taraftaki büyük kapıyı açıyor ve beni iç odaya alıyor. Burası daha büyük bir salon. Geniş, rahat koltuklarla döşenmiş. Tam karşıda, pencere kenarında büyük bir masanın arkasında oturan beyaz saçlı adam önündeki dosyaya bir şeyler yazıyor. Masaya yaklaşıp önünde duruyorum. Beyaz saçlı adam başını kaldırıp bana bakıyor. Derinden ve hüzünlü bakan, o tanıdık yeşil gözlerle karşılaşıp sarsılıyorum. Bunca yıl sonra karşımda… Pencerenin dışında lapa lapa kar yağıyor. Yüreğime de…

 
Toplam blog
: 26
: 898
Kayıt tarihi
: 03.12.08
 
 

1946 yılında doğan ve tıp doktoru olarak Türkiye ve Almanya’da çalışan Gülseren Engin’in ilk öyküsü ..