Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Haziran '09

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Marakeş

Marakeş
 

Bazı şehirler doğuştan şanslıdır bilir misiniz? İsimleri o kadar egzotiktir ki adını duyduğunuzda hemen cazibesine kapılıverirsiniz. Mesela Havana, Tokyo, Roma, Paris, Barselona, Dubai, Rio de Janeiro, …Bence Marakeş’de onlardan biri!

Fas’la ilgili dökümanları okurken hep şu cümleye rastlardım. “Renklerin ülkesi Fas”

Benim ilk izlenimlerim hiç de öyle olmadı. Atlas dağlarından süzülüp Menara hava alanına alçaldığımızda ilk defa göreceğim bir Afrika ülkesi için heyecanlıydım. Çölün ortasında pembe legolardan yapılmış gibi gözüken şehri görünce açıkçası hayal kırıklığına uğradım. Çünkü bütün binalar yavruağzını andıran toprak rengindeydi. Kral Hasan’ın emrine uyularak pembe olan topraktan yapılmıştı evler. Sadece evler mi? Sokaklar da aynı renkteydi. En ufak çizgi şeklinde bile ne beyaz, ne sarı, hiçbir aksesuarı yoktu şehrin.

Uzun kuyruklarda bekleyip, vizesiz giriş olduğu halde Berberi’lerin bizi iyice incelemesinden sonra “bir dişlerimizi kontrol etmedikleri kaldı” kendimizi tur otobüsüne zor attık. Allahtan iyi bir şirket ve mükemmel bir gezi planı ile buradaydık.

Palmiyelerle kaplı tozlu yollardan geçip öğle yemeğimizi alacağımız restorana gelince Fas kadınlarının aynı nakaratla söylediği şarkı ve borazan sesini andıran enteresan müzik aletlerinin bağırtısıyla karşılandık. Uyku sersemi ne olduğumuzu anlayamadan hiç alışık olmadığımız yemekler servis ediliverdi. Fas'lı garsonlar arı gibi çalışıyordu. Haşlanmış ve sadece baharat eklenmiş ama şekerle tuzun karışımı tadlarda mercimekten tutun da, lahana, kabak, ıspanak, karnabahar, patlıcan gibi sebzelerle öğlen yemeğini geçiştirdik.

Otelimize giderken herkesin ağzı baharatlardan cayır cayır yanıyordu.

Tozlu yollar kendini geniş caddelere bırakırken rehberimizden Fas'ın her şehrinin ikiye ayrılmış olduğunu öğrendik. Bir bölümü geleneklerine bağlı, eski, salaş, diğer bölümü ise modern. Modern uygunsuz bir kelime? Öyle muhteşem ve lüks ki; Yves St. Laurent'in bile her sene golf oynamak için Marakeş’e gelip kaldığımız otelde haftalarca ikamet ettiğini öğrendiğimde hiç şaşırmadım.

77 hektar yeşil alan içinde, 18 golf sahası bulunan palmiye cennetinin ortasına kurulmuş otelimiz Palmeraie Golf Palas'tı. Ama ne palas! 4000 m2 genişliğindeki otelin lobisindeki altın kaplamaları incelerken, eşime “binbir gece masalları herhalde burada yaşanmıştır” dedirtecek cinsten. Odalar ona keza şahane.

Yerleştikten sonra rengaren çiçeklerle kaplı balkona çıktığımızda 45 derece sıcaklık canımızı yakmış olmalı kendimizi göl zannettiğimiz havuzda bulduk. Saatlerce yüzerken çevremizdeki Fransız turistler yüzünden Fas'a değil de Cannes'e geldiğimizi bile düşünmeye başlamıştık.

Marakeş'deki ilk gecemizi tavsiye üzerine Djemaa el Fnaa meydanında geçirdik. Anlamı; "fanilerin toplanma yeri, kıyamet meydanı" Amanın! Hem de ne kıyamet! Rengarenk ışıklar, kırmızı pelerinli gizemli Arap'lar, çalgıcılar, dövmeciler, kızartma, kebap, balık tava dumanları yükselen ve iğrenç yağ kokan tezgahlar, satıcılar, herkesin başına zorla fes geçiren Berberi'ler, keşmekeş, gürültü, yılan oynatıcıları, falcılar "hepsi bülbül gibi fransızca konuşuyor" ve tabi ki dilenciler ve hırsızlar..." Çünkü halkın büyük bir bölümü çok yoksul"

Taze portakal sıkan ışıklı arabaları da unutmamak lazım. Çünkü eski Yunan mitolojisinde tanrıların altın elma yetişen bahçelerinin bulunduğu yerde bugün Fas var. Altın elmanın anlamı da portakal. İçtiğim en lezzetli portakal suyuydu diyebilirim. Fas portakalları dünyanın her yerinde makbulmüş meğer.

Meydanda sersem gibi bir o yana bir bu yana bakarken binbir gece masallarının otelimizde yaşandığını düşünmekle yanıldığımızı çoktan anlamıştık ama hiç uyanmayacağımızı düşündüğümüz bu rüyadan da uyanmak istemiyorduk sanki. Kabus da denilebilir. Geç vakit elimde 35 santimlik kurutulmuş bir bukelamunla otele dönerken kafam kazan gibiydi. O gece rüyamda ben mi Şehriyar'a hikayeler anlatıyordum, yoksa Şehriyar'mı beni boğazlıyordu anlayamadım. Yorgunluktan ölü gibi uyumuşuz.

İkinci günümüz kuşkusuz tarihi eserlere ayrılmıştı. Marakeş'in sembolü kabul edilen ve 19. yüzyılda inşa edilmiş olan Kutubiye Camisini, görkemli kraliyet sarayını, Fas sanat eserleri müzesini, El Badi Sarayını ve ahşap işçiliğinin canını çıkararak "of of of!" dedirtecek güzellikte bembeyaz El Bahia Sarayını gezdik. "Bahia" güzel kadın demekmiş. Bu isim çok hoşuma gitti ve nick olarak hemen el koydum. Öğlen yemeği için rengarenk vitraylarla süslenmiş bir restorana geldiğimizde, biz "yine mi acı ve sebze" diye hayıflanırken bir gün önceki kadın şarkıcılar ve borazanlar bizi bekliyordu. Bu grup tüm gezi boyunca her restoranda karşımıza çıktı ve sonunda bu geleneksel giysili grubun özel olarak tutulduğunu öğrenip rahatladık. İstanbul'a döndüğümüzde gezide beraber olduğum arkadaşlarıma zaman zaman telefon açıp kadınların seslerini taklit ettiğimde "ayyyyy! Allahaşkına sus!" diye gülüyorlardı.

Evet, öğle yemeği; Biz "sebze mi?" derken bu kez karşımıza koca koca bakır sahanlarda acı soslu tavuk çıktı. Yediğimiz et lezzetliydi ama akbaba büyüklüğünde olduğu için ben hala kümes hayvanı değil de iri bir kuş yediğimi düşünüyorum.

Lezzeti lohusa şerbetine benzeyen ve Arapların her yemekten sonra mutlaka içtiği yeşil naneli Fas çaylarımızı yudumladıktan sonra sırada geleneksel Marakeş çarşısı vardı. Souk! Binbir gece masallarının gündüz yaşandığı labirent çarşı.

Çarşıdan çıkacağımız yolu bulmak için iki saat harcadığımız tam bir labirent. Önce şifalı otların satıldığı ve rehber programlarının en önemli kısmını içeren büyük bir aktara götürüldük. Öksürük için, böbrek taşı için, cildi güzelleştirmek için bir sürü bitki, karabiber, köri, kişniş, karanfil, kimyon ve hoş kokan amberi de almadan edemedim. Aldım almasına da üç beş naylona sarım sarım sarmaladığım halde döndüğümde tüm eşyalarımızın köri karışımı amber kokması hiç hoş olmadı. Aktar faslından sonra iyi ingilizce konuşan Fas'lı rehberimiz Mustafa, kendisinden ayrılmamamızı tenbih etse de egzotik şehirlerde kaybolmaya meraklı biz gruptan ilk ayrılan karı kocaydık. Çünkü gizli hazinelerin komik paralara satıldığını görünce kendimizi kaybetmiştik. Akik, amazonit, ametist, jasper, garnet, lapis, malakit derken çantam para yerine taşlarla dolmuştu. Bakırcıları, seramikçileri, terlikçileri, boyacıları, kerestecileri, dericileri, halıcıları ve antikacıları gezerken akşam olmuştu bile. Eşimin koltuğunun altında rengarenk bir kilim, benim elimde sıkı sıkı tuttuğum, 95 yıllık ama 75 dolara aldığım kahve değirmeni ile çarşıdan çıkabilmek için resmen can verdik. Ama yine de dar sokakların arasında yürüyerek kaybolmak büyük heyecan ve keyif verdi.

Ama esas keyif akşama saklanmıştı. Sırada çölün ortasında hazırlanan Chez Ali Show vardı. At üstünde tehlikeli akrobasiler yapan cirit ustaları "bir de dört nala oturduğumuz çardağa geldiklerinde kırıkkale misali tüfeklerini ateşlemeselerdi", köyden gelin getirme seromonisi, uçan halı gösterileri, dönsözler ve muhteşem bir havai fişek gösterisiyle bir Marakeş günü daha bitiverdi. O gece rüyamda ne mi gördüm? Sabaha kadar yüzü loş ışıklarla saklı biri labirent çarşı Souk'da beni takip etti. Sonunda yüzünü açtı ve bana pembe bir kuarz uzattı. Boşuna bütün gece korkmuşum. Meğer korktuğum kişi Kazablanka filmindeki Çek direniş örgütünün lideri Victor Lazlow'muş "Paul Henreid" :)))

Bir sonraki günümüzü Yves St. Laurent'in çok emek harcadığı botanik bahçesinde ve otelimizde geçirdik. Dev kaktüslerin arasında ve uçsuz bucaksız golf sahasında bol bol resim çektik. Gece için bizi yeni bir sürpriz bekliyordu. Odalarımıza bırakılan geleneksel Fas elbiselerini giydikten sonra "erkekler dahil" bizim için kiralanan faytonlarla şehir turu yapıp lüks bir fransız restoranına gittik ve geldiğimizden beri ilk defa adam gibi yemek yiyip şaraplarımızı yudumladık.

Tozu dumana katan jiplerle yaptığımız çöl safarisinden fazla bahsetmeyeceğim. Uçsuz bucaksız çorak çöllerde, jiplerin arkasından koşan fakir köy çocuklarına Fas Dirhemi atarak dönüp durduk saatlerce. Otele döndükten sonra iki kere yıkanmak zorunda kaldık. Burnum ve kulaklarımın içi dahi kum dolmuştu çünkü. Çölün ortasındaki bir su birikintisinin kıyısında "onlar vaha diyor" güzel pişirilmiş tandır yedik. Akşam yeni bir heyecanla bavulları toparladık. Ertesi sabah ver elini Kazablanka!

Gerçi o heyecan sonradan biraz hayal kırıklığıyla yer değiştirdi ama neyse. Kazablanka pembe Marakeş'in aksine bembeyaz bir şehir. İspanyol tüccarların kurduğu kente adını İspanyollar vermiş. İspanyolcada Casablanca beyaz demek. Neden hayal kırıklığına uğradım bilmiyorum. Bana göre sıradan bir alışveriş caddesi olan Paris bulvarı ya da Birleşmiş Milletler Meydanı mı enteresan gelmedi, şehrin beyazlığı gözümü mü aldı, yoksa denizin üzerinde ve dünyanın ikinci büyük camisi olma özelliğinden başka bir özelliği olmayan 2. Hassan camisi mi enteresan gelmedi çözemedim. Cami en büyük minareye de sahipti ama Endülüs mimarisinin güzel bir örneğiydi o kadar. Bu arada yazmadan edemiyeceğim. Dünyanın en büyük camisi Pakistan'da. Kral Faysal tarafından İslamabad'da yaptırıldı. Guiness rekorlar kitabına girmiş 5000 m2 alana sahip güzel bir cami. Neden güzel? Çünkü Türk mimar Vedat Dalokay tarafından dizayn edildi.

İşte Fas gezim böyle hüsranla sona erdi. Belki de her girdiğimiz barda Amerikan caz müziğinin unutulmaz ismi Dooley Wilson'la karşılaşacağımızı umuyorduk. Ya da, dar sokaklardan birinde İngrid Bergman veya Humphrey Bogart'la mı karşılaşacağımızı düşlemiştik bilmiyorum. Ne filmin çevrildiği barı görebildik, ne de Wilsun'un Sam karekteriyle seslendirdiği gibi "you must remember this/ a kiss is just a kiss/ a sigh is still a sigh" diye başlayan; As time goes by şarkısını duyabildik.

Bunların yerine Kazablanka bizi Atlas okyanusunun deli rüzgarı ile karşıladı. Gerçi ayaklarımı suya sokarken o deli dalgalarda ıslanmak ve cep telefonumu kullanılmaz hale getirmek de o unutulmaz film kadar anı oldu bana. Yine de egzotik, hareketli, düşündürücü ve binbir gece masallarını aratmayacak nitelikte gizemliydi Fas.

Eğer güneşi, develeri, palmiyeleri, portakal suyunu seviyorsanız, egzotik gecelerde ve dipsiz kuyu izlenimi veren sokaklarda kaybolmak ve birkaç gün 100 yıl geride yaşamak istiyorsanız gidin Fas'a! Herşeye rağmen güzeldi Fas. Özellikle Marakeş geceleri ve Atlas okyonusu kıyısındaki med cezir...

Saygılar...

 
Toplam blog
: 21
: 2586
Kayıt tarihi
: 17.06.08
 
 

Hayat benim için herkesin iyi kötü rolünü oynamaya çalıştığı kocaman bir sahne. Ben de bu sa..