Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Mart '11

 
Kategori
Tarih
 

Mehmet Âkif Ersoy ve Çanakkale Savaşları

Mehmet Âkif Ersoy ve Çanakkale Savaşları
 

resim : Google


Mehmet Âkif dendi mi; Çanakkale Şehitlerine, İstiklâl Marşı ve bu iki ölümsüz şiirin gölgede bıraktığı Safahat’ta kelimelere ruh vererek coşturup ağlatan, vatansever, inançlı, mütevazı, yufka yürekli bir şair akla gelir. 

Mehmet Âkif, hayatının nerdeyse her ânını, uçuruma doğru sürüklenen vatanın kurtuluşuna yönelik çalışmalara vakfederken; Balkan Savaşı’ndaki felâketler ve yaşanan ihanetler karşısındaki yüreğindeki acı ve feryatları Safahat’a döktü. Ancak bu feryatlar yazmakla dinecek gibi değildi. Balkan Savaşı’ndan iki yıl sonra Birinci Dünya Savaşı çıkınca, Âkif kendini bu savaşın içinde buldu. 

Çanakkale savaşın en önemli cephesiydi. Çanakkale Savaşları bazılarının iddia ettiği gibi bir göz boyama harekâtı değildi… İngiliz Bahriye Bakanı W.Churchill ile Harbiye Bakanı Lord Kitchener’in; Avusturya karşısında geçici başarı gösteren Rusya’nın, Almanya ile anlaşıp, İstanbul ve Boğazları ele geçirerek savaştan çekilme tehlikesi karşısında, hazırladıkları çok yönlü bir plandı. 

*Görünürdeki nedeni;  

Rusya’ya yardımda bulunmak, silah ve cephane sağlamak, onlardan da gıda maddesi almaktı. 

*Asıl nedenler ise; 

Boğazlar ve İstanbul’u ele geçirerek Osmanlı İmparatorluğunu savaş içinde çökertmek, böylece Süveyş ve Hindistan Yolu üzerindeki Türk baskısını kaldırarak, Balkan Devletlerini de kendi saflarına çekmekti. 

 

Durumu sezen Ruslar, İngiltere ve Fransa’ya birer nota vererek, Boğazlar’ın kendilerine ait olduğunu 12 Mart ve 10 Nisan 1915 anlaşmalarıyla onaylattılar. 

 

İngiliz kurmayları, Balkan mağlubu Türk askerlerinin, İtilaf Donanmasının görkemi karşısında kaçacağını düşünerek, harekâtı kısa sürede, başarıyla tamamlayacaklarını tasarlamışlardı. Oysa bu tasarıyı bozacak iki etken göz önünde tutulmamıştı: 

-Balkan yenilgisinin utancını silmek isteyen Türk askerinin can siperane savaşması ve Balkan Savaşı’nda Çanakkale Boğazını koruma görevi sırasında bölgenin topoğrafik haritasını çıkartan M.Kemal gibi bir dehanın başında bulunması. 

-Cephe Komutanı Liman Von Sanders’in sinsi planı; İtilaf Devletleri’nin büyük bir kuvvetini Çanakkale’de uzun süre oyalayarak, Almanya’nın yükünü azaltmaya çalışması. 

 

M.Kemal’in bütün girişimlerine karşın, İtilaf Kuvvetleriyle saldırı anında değil, karaya çıktıktan sonra savaşa girişildi. Böylece Türk askeri yaklaşık 10 ay Almanya için savaştırıldı. 

 

Millî şairimiz Birinci Dünya Savaşı’nda da cepheden cepheye koşup, vatanın kurtuluşu için elinden geleni yapmaya çalıştı. Cepheden cepheye koşan Âkif, bir savaşçı değildi. Çanakkale savaşları başladığında, o soğuk çöl gecelerinde cephedeki Mehmetçikler için yüreği yanıp durdu. Arap çöllerinde İngiliz casus Lawrence’in peşine takılan Arapları uyandırmak için çırpınırken; ardından Berlin’de müslüman esir ve askerlere Batılıların yaptığı kandırmacaları bertaraf etmeye çalıştı. 

Âkif, Çanakkale Savaşları’nın en kanlı dönemlerinde Berlin’de görevliydi, ancak savaşı çok yakından ve acıyla izledi. Çanakkale Şehitlerine adlı şiirini, sanki cephede askerlerle beraber savaşmış gibi heyecan dolu bir ruhla bu sırada kaleme aldı. Âkif bizzat cephede bulunan veya cepheyi gezen şairlerde olmayan bir ruha(empati), heyecana ve kalem gücüne sahiptir. 

Çanakkale Savaşları ile özdeşleşen millî şairimiz, Savaşı ve Zaferi edebiyat sanatıyla ebedîleştirdi. Çanakkale Şehitleri ve bütün şehitlerimiz için, Mehmetçik için, en güzel ve en büyük, en muhteşem anıtı sözlerle O dikti. Safahat’ın 6. kitabı Âsım’ın sonlarında yer alan ve bağımsız bir biçimde “Çanakkale Şehitlerine, Çanakkale Destânı, Meçhûl Asker” adlarıyla da yayınlanan bu şiir, ilk kez yayınlandığında; devrin ileri gelen şâir, yazar ve hatipleri övgülerini ölümsüz deyişlerle dile getirdiler: 

Süleyman Nazif: “Allah’ın şehitleri olduğu gibi, şâirleri de var.” 

Cenab Şehbettin: “Mehmet Âkif, bizim yalnız asrımızın değil, hattâ tarihimizin en büyük “dâsitânî şâiri… Onun kalbi, fânî hislerden çok uzak ve çok yüksek iki aşk ile yanar: Din aşkı, vatan aşkı…” 

Abdülhak Hâmid: “Âkif’in bu eseri, dünya durdukça, yaşayacaktır. Onun bir nazîrini yapmak muhaldir”. 

Âkif her yıl Mart ayında iki kez(12 ve 18) gündeme gelmektedir. Bu iki tarihî ve edebî olay arasında çok önemli benzerlikler var. I. Dünya Savaşı içinde yedi düvele karşı çarpışan Osmanlı, savaşın en önemli cephe ve safhasını oluşturan Çanakkale Savaşları’nda, denizde ve karada, düşmanlarına henüz bitmediğini, tükenmediğini gösterdi. Mağrur ve kuvvetli düşmanlarına yenilginin utancını tattırdı, savaşın gidişatını değiştirdi. İki yıl süre biçilen savaşın, dört yıl uzamasına neden oldu. Bütün dünyaya, ilk kez “hasta adam”ın ölmediğini kanıtlayarak, dimdik karşılarına dikilmesi, gelecek için umut kaynağı oldu. 

Mondros Mütarekesi ve vatanımızın bir kısmının işgaline rağmen, yeni bir silkiniş ve dirilişle Millî Mücadele mucizesinin gerçekleşmesinde ve yeni Türk Devleti’ni kurulmasında ışık oldu. 

Âkif’in yazdığı İstiklâl Marşı, Kurtuluş Savaşı’nın başlarında yazıldı. Cephede çarpışan askerlerimize ve varıyla yoğuyla onu destekleyen cephe gerisindekilere büyük bir ümit ve inanç aşılayıp, millî direnişin manevî dayanaklarından biri oldu. Çanakkale Şehitlerine şiiri de aynı içeriğe sahip olup, şehitleri yüceltmiştir. Bugün de her iki savaşın edebiyatımızdaki yankılarından olan Çanakkale Şehitlerine ile İstiklâl Marşı, millet ve devlet olarak varlığımızın, millî birlik ve beraberliğimizin iki önemli dayanağını oluşturuyor. 

Mehmet Âkif’in başta babası Tahir Efendi olmak üzere ata dedelerinin memleketi Kosova İpek kasabası Şuşisa köyüydü. Arnavut kökenli olduğu halde yüreğinden taşan vatan sevgisi, iki şiirin gölgesinde kalan Safahat eserinde de çok derin işlenmiş. 

Allah milletimize bu iki şiiri de bir daha yazdırtmasın… 

Çanakkale Şehitlerine  

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm. 

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi.
Asım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar. 

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
 

‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. 

Mehmet Âkif ERSOY 

*Kaynakça: 

http://blog.milliyet.com.tr/Canakkale_savasini_kim_kazandi__Neden_ve_sonuclari/Blog/?BlogNo=168544 

Mehmed Âkif Ersoy : SAFAHAT, Düzenleyen : Ömer Rıza Doğrul, s.425, 11.baskı, İstanbul-1977 

Ayten DİRİER- 18 Mart 2011 

 
Toplam blog
: 214
: 5488
Kayıt tarihi
: 03.08.08
 
 

Emekli eğitimci, araştırmacı yazar, şairim. Ülkemin cennet ile cehennemi bir arada yaşadığı bir zama..