Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Şubat '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Memleketim Sarıkamış

Memleketim Sarıkamış
 

Onarılıp bir minare eklenerek, camiye dönüştürülmüş tarihi kilise.(Fotoğraf: Gülçin Erşen)


Karı temiz, havası temiz, insanı temiz Sarıkamış…

İlk kez 1982’de babamın tayini nedeniyle ailecek gitmiştik Sarıkamış’a. Temmuz ayının ortaları olmasına karşın hava serin, duru ve çam kokuluydu. İki bin metrenin üzerindeki rakım, dağları suyun dibindeki yosunlar gibi kaplamış sık sarı çam ormanları, çekirgeler, Ruslardan kalma kalın duvarlı, iki ya da tek katlı “Peçli” evler belleğimde ilk yer eden ayrıntılardı… Orta son, lise birinci ve ikinci sınıfları Sarıkamış’ta aynı bahçe içerisinde yer alan okullarda okumuştum. Ortaokul ve lisede hem çoğu sınıf arkadaşımız hem de bazı hocalarımız ortaktı. Onlardan yüreğimde ve belleğimde yer edenlerle ve etmeyenlerle, yıllar sonra yine görüşeceğimi o zamanlar hesaplamıyordum.  

Yılın 7 ayı yerden kalkmayan kar,  baharda türlü kır çiçekleri ve lalelerle bezenen dağlar, okuldaki halk dansları ve spor çalışmaları, ödünç alınmış, ayağıma 3-5 numara büyük botlar ve koca kayaklarla kayak kaymaya çalışmam, yüzümdeki kar yanığı, gözlük camlarımdan tırnağımla buz kazımam, donan saç örgülerimi oynatarak buzlarını çözmeye çalışmam anımsadığım diğer ayrıntılar.

Lise üçüncü sınıfa geçtiğim yaz (1985) ayrıldığımız Sarıkamış’a ikinci gidişim, 1995 Eylül’ünde gerçekleşti. Bu kez, orada görev yapan ağabeyimi, eşini ve henüz bir yaşını doldurmuş olan yeğenimi ziyaret için gitmiştim.  Bir gün içerisinde, şehri şöyle bir dolaşmak, eski okullarıma ve tanıdıkların dükkanlarına uğramak, karşılaştığım tanıdıklarla, aile dostlarımızla ve hocalarımla söyleşip, kısa zaman zarfında özlem gidermek mümkün olmuştu… 

Yeni yaşam, eski dostlar

Ankara’dan 1998 Haziran’ında İzmir’e yerleşmek üzere ayrıldım, orada da gazetecilik mesleğimi sürdürdüm. Ardından Çin serüvenim, Çin dönüşü evlilik, annelik, boşanma derken, birçok  eş dost akraba ve tanıdıkla görüşmem, iletişimim sekteye uğradı.  Yaklaşık bir yıldır oğlumla Güllük’te (Milas) yeni bir yaşam kurmuşken, hem yeni hem eski dost ve tanıdıklar devreye girmeye başladı.  Tabii Sarıkamışlılar da!... Nasıl mı? Önce e-posta kutuma Serhat Kültür Dergisi geldi. Künyede Değerli Hocam Görsoy Solmaz’ın adını gördüm. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden ayrıldığından beri onun izini yitirmiştim. Telefon numarasını edindim. Tarih hocamla iletişime geçtikten sonra, çok sevdiğim saydığım Edebiyat Hocam Necati Demirci’yi aramamak olmazdı. Onunla en son 1990’ların başında Ankara’da görüşmüştük. Bazı ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşması beni üzmüştü. Yıllar sonra telefonda sesi daha canlı, sevinçli geliyordu. Bu görüşmeler sırasında bazı sınıf arkadaşlarım hakkında da epey bilgi edinmiş oldum. Sıra onların izin sürmeye gelmişti. İlk ulaştığım tıp fakültesinde doçent Cemşit Karakurt oldu. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Zira, çoğu Sarıkamışlı ve bazıları akraba olan sınıf arkadaşlarım birbirleriyle sık ya da seyrek görüşmeyi sürdürüyorlardı. Cemşit’in internette oluşturduğu grup, hepimizin yaşamına  ayrı bir anlam kattı, özlem duygularımızı depreştirdi, duygu yoğunlukları yaşattı bizlere…  Hepimizin gönlünde taht kurmuş Necati Demirci Hocamızı bu süreçte yitirince, hüzünle karışık, “Hiç değilse, vefatından kısa bir süre önce onunla görüştük (Keşke yüz yüze de görüşebilseydik); bizlerin yıllar sonra çağın iletişim olanaklarıyla bir araya geldiğimizi gördü” avuntusunu yaşadık.

Hangi Sarıkamış ve Türkiye?

Yıllar sona, birbirlerine hasret kalmış akrabaların, dostların, hemşerilerin kavuşmasını ve yakınlaşmasını deneyimliyorduk. Hocamızın cenazesi için Ankara’da buluşan arkadaşlarımız benzer duygular ve izlenimler içindeydi. Necati Hocamızın kardeşi  sınıf arkadaşımız Ahmet, telefonda bana “Herkes çok değişmiş, ama sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibi… Birbirimize sarıldık, sohbet ettik. O zaman da hepimiz birbirimizle çok iyi arkadaş, kardeş gibiydik, şimdi de bu hiç değişmemiş… “ diye konuştu. Ben bu durumu,“Biz birbirimizi ortaokulu bitirdiğimiz, liseye başladığımız çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda tanıdık, arkadaş olduk. Yıllar sonra birbirimizin izini bulduğumuzda, o yaşların aynı doğal ve saf duygularıyla iletişime geçtik…” diye yorumladım.

Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan elektronik mühendisi arkadaşımız Nesimi Abat, birkaç hafta önceki iletisinde şöyle demişti:

“Yazdıkların bana ilginç şeyler düşündürdü. Geri dönüp bakıyorum da Sarıkamış ortamı aslında çok ilginç bir ortamdı. Yerel halk zaten çeşitli etnik grupları barındırıyordu. Bir de bunun üstüne Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş subay ve astsubaylar. Uğraşsan böyle bir kozmopolit topluluk oluşturamazsın. Bu ortamda kimsenin kimseyi aşağıladığını, hor gördüğünü hatırlamıyorum. En azından bizim yakın çevremizde kimsenin kimseye kötü davranmasına izin vermiyorduk. Hepimiz birbirimizle arkadaş olabiliyorduk, birbirimizden çok şeyler öğreniyorduk.

Bence farkında olsak da olmasak da bu hepimizin bilincine yerleşti. “

Nesimi çok doğru ve güzel anlatmış. Aslında aynı bilinç kısa bir süre öncesine kadar Türk halkının tamamına yakınında vardı!

Geçen hafta Cemşit ve ailesi ve başka dostlarla Sarıkamış’tayken, bir akşam Necati Demirci Hocamızın annesine taziyeye gittik. Sarıkamış’ta çokça bulunan eski bir Rus evinin Türk yaşam tarzına uyarlanmış, şirin, sıcak, temiz ve kalabalık bir örneğiydi. Karlar içerisindeki bahçedeyken, Cemşit yan taraftaki başka bir evi gösterdi.  “Şurada Ermeni Fatma Teyze otururdu. Kocası yoktu, yalnız yaşardı. Odununu kömürünü falan arkadaşlarla hep biz taşırdık, bir ihtiyacı olduğunda yardımına koşardık…”

İşte bu yüzden, Sarıkamışlılar Orhan Pamuk’a ateş püskürüyorlar! “Güya romanı yazmadan Sarıkamış’a geldi, araştırdı. Ama, başka yerde yaşanmış, bambaşka olaylar var kitapta… Sarıkamış’ta hiçbir zaman öyle şeyler yaşanmadı!” diyorlar. Haklılar. Konuyu yıllardır araştırmış, türlü kaynaklardan okumuş, ama en önemlisi Sarıkamış’tayken canlı tanıklarından olayları dinlemiş bir aydın olarak, Ermeni meselesini bu yazımda irdelemek istemiyorum. Ama, benim için her türlü belgeden daha güvenilir kanıtlar ve kaynaklar; dinlediklerim, yaşadıklarım, Doç. Dr. Gürsoy Solmaz’ın (görüntü ve ses kayıtları da bulunan)  görüşmelerden oluşturduğu kitabı Tanıkların Diliyle Ermeni Vahşeti – Bir Sözlü Tarih Denemesi ve bugün Türkiye’de binlerce Ermeni’nin, Ermenistan’da da sıfır Türk’ün yaşıyor olmasıdır.

İşte ataları zulmü, vahşeti yaşamış Türkler, komşuları Ermeni Fatma Teyzelerini yardımsız, desteksiz bırakmazken; bugünün Ermeni Diasporası ve hamileri Türkleri “suçlu, cani, soykırımcı” ilan ediveriyorlar!...

Dünyadaki  en güzel “toz kar”

Ocak ayının son, şubat ayının ilk günlerinin buluştuğu hafta yine Sarıkamış’taydım. Tatili düzenleyen arkadaşım Cemşit’le, ailesi ve onların diğer dostlarıyla Ankara Esenboğa Havaalanından itibaren birlikte yolculuk ettik.

Kars’ta eski tip yapılar ve parke taş yollar yerini yeni yapılanlara bırakmıştı; kent epey büyümüş, değişmişmiş, ama özgünlüğünü de yitirmişti. Acaba Sarıkamış nasıldı? İlk izlenimlerim pek bir değişiklik olmadığı yönündeydi. Eskiden oturduğumuz lojmanı, sokakları, çarşı caddesini, yapıları, aslına uygun onarılarak ve bir minare eklenerek camiye dönüştürülmüş tarihi kiliseyi, okulumuzu hemen tanımıştım. Altı gün konaklayacağımız öğretmen evi de zaten bizim eski lisemize bakıyordu.  Oğlumun “Ama burası otele değil, okula benziyor” dediği öğretmen evi, müdürü, çalışanları ve ortamıyla bizim Sarıkamış’taki alçakgönüllü, sıcak yuvamız oldu.

Sarıkamış’a varınca, ilk işim Gürsoy Solmaz Hocam’ı aramaktı. Kendisi Erzurum’da olmasına karşın, sesi  ve eli Sarıkamış’a uzandı; bazıları benim de eski arkadaşım olan öğrencileri aracılığıyla gereksinim duyabileceğim şeylerin ivedi, kolay, ucuz ve güvenilir bir şekilde sağlanmasına aracı oldu. (Yine de 17 yıl aradan sonra kendisiyle yüz yüze de görüşmek isterdim. Bir dahaki sefere inşallah…)

Genelde kullanılmış olmakla birlikte, epey kaliteli kayak malzemesini de bu sayede çok uygun fiyata kiralayarak, dört gün boyunca kayak yapma keyfini, zevkini ve heyecanını yaşadım. İlk iki gün yoğun kar yağışı ve pisteki “bol kar”  kaymayı güçleştirmekle birlikte, bacaklarımı güçlendirmeme ve ustalaşmama katkıda bulundu. Üçüncü ve dördüncü gün ayaz,  düzleşmiş ve sertleşmiş pisti kaymaya elverişli; eldiven içindeki parmaklarımızı ve yüzümüzü acıtacak kadar havayı soğuk duruma getirmişti (Meteoroloji eksi 28 dese de, bence hissedilen eksi 35 gibiydi). Yola çıkmadan önceki gün ise ılık denilebilecek kadar güzel ve güneşli bir havayla uğurladı Sarıkamış beni ve oğlumu.

Kayakçılar ve Sarıkamış’ta kayanlar bilir; dünyada kayağa en uygun “toz kar”ı Sarıkamış’tadır. Yağan her bir tanesinin şekli mucizevi biçimde farklı olan karın, ışıltısı, aklığı, kıvamı bir başkadır Sarıkamış’ta… Ekimde yağar, nisanda kalkar. Bu çok uzun bir kış ve kayak mevsimi demektir. Eşsiz ve sık sarı çam ormanları da cabası!

Bundan 30 yıl önce kayağı Çamurlu Dağ’daki eski tesislerde öğrenmiştim. O zamanlar Sarıkamış’ı keşfetmiş birkaç yabancı kayakçı, dünyanın hiçbir yerinde bu kadar güzel kar ve uzun pist bulunmadığını söylemişlerdi. Şimdi kentin merkezine yakın, daha gelişmiş, rahat tesisler, ormanın içerisinde yer alıyor; her teleski turnikesinin bulunduğu yerde bir kafeterya, kayakçıların seviyesine ve tercihine göre değişen uzunluk ve eğimde pistler, en aşağıda ve -ne yazık ki şehir merkezine uzak,tesislere yakın- iki üç lüks otel bulunuyor.  Yazıklanmamın nedeni; çarşı içinde yıllar önce açılmış turistik otelin atıl kalması, kayak evine yakın lüks otellerde kalanların da kayak dışında çevreyi, en azından şehri keşfe çıkmayı düşünmemeleri…

Kış turizmi cenneti sahipsiz

Oldukça yoğun ve yorucu geçen ilk iki günden sonra hem kas ağrılarım, hem de lapa lapa yağan kar nedeniyle, kayağa gitmekten vazgeçtim. Oğlumla şehri gezmeyi, fotoğraf çekmeyi, esnafla söyleşmeyi, tanıdıklara uğramayı yeğledim. İyi de etmişim.

Babamın tayini nereye çıksa, biz nerede yaşasak, herkes bizi oralı sanırdı; biz de kendimizi oralı sayardık… Sarıkamış için böyleydi. Sanki, yıllar sonra memleketime dönmüş, özlem gideriyor gibiydim.

Yol kenarlarına park etmiş son model lüks araçlar, özgünlüğünü yitirmemiş eski Rus evleri, çarşıdaki eski büyük ve küçük camiler, onarılıp minare eklenerek camiye dönüştürülmüş tarihi kilise, bizim zamanımızda bulunmayan ünlü market zincirlerinin şubeleri olumlu sayılabilecek ayrıntılar… Özellikle meydandaki küçük caminin yanı başında suları gürül gürül akan çeşmenin zincirli kulplu metal bardağından su içmek, bir sokak kedisinin susuzluğunu karları yalayarak gidermesi, oğlumun ilgisini çeken hoş ayrıntılardı. Bir de sarkan sivri buz parçalarını koparıp, kılıç yapmak…

Yolda yürürken ayaklarımın altında gırç gırç eden karlar, yer yer insan boyunu bulmuş ve bazı sokakları ulaşıma kapatmıştı. Esnafın ve halkın ortak feryadı bu noktada öne çıkıyor: “Sarıkamış sahipsiz! İki gün kar yağdı, yolları açan tek bir iş makinesi yok. Belediyecilik sıfır! Belediye binası bile bakımsızlıktan dökülüyor ...”

Bundan 30 yıl önce böyle miydi? Sarıkamış’ın o zamanlar 30 bine yaklaşan nüfusu şimdi yarıya inmiş durumda. Tümen’in Tugay’a dönüştürülmesi, askeri personelin azalması, sosyal yaşamı gerilettiği gibi, alış verişi ve esnafın kazancını büyük ölçüde düşürmüş. O zamanki mağazalardan aldığımız şık ve kaliteli ürünlerden bazılarını hala kullanıyoruz…  Sarıkamış’ın yerlisi göç ederken, çevre köylerden gelenler toplumsal ve kültürel yapıyı olumsuz yönde etkilemiş. Kars ve Sarıkamış Doğu’da terörün ve terör örgütünün etkinliğinin en az düzeyde olduğu yöre olmasına karşın, birkaç esnafı tehdit edip, bazı otelleri haraca kesmeye kalkmış ve silahlı saldırılarda bulunmuşlar. “Devren Satılık” , “Sahibinden Satılık” yazılarının asılı olduğu bazı ev ve işyerlerinin terk edilmişlik havası da hüznümü depreştirdi. 

Yine de yeni açılmış yüksekokullar, öğrenci yurtları, merkezi konumdaki tek katlı şirin ve büyük bahçeli anaokulu, çarşı içinde yıllardır atıl kalan Sarıkamış’ın ilk büyük turistik otelinin sahibi Ali Aydın’ın turizm ve tanıtıma yönelik umut, heyecan dolu güzel projelerini dinlemek beni de şevklendirdi. Tam bir Sarıkamış,doğa, kayak, spor, sanat aşığı sayılabilecek Ali Aydın’ın Sarıkamış’ı kalkındıracak, şahlandıracak, yurt ve dünya çapında hak ettiği yere kavuşturabilecek fikirlerini burada uzun uzun yazmayacağım.  Bu coğrafi özellikler, doğal güzellikler, tarihsel doku, çağdaş, aydın ve konuksever insanlar kolay kolay bir arada bulunmazlar. Bunlar bir ülkenin en büyük zenginliğidir. Niye değerlendirilemedi şimdiye dek? Bundan sonra niye değerlendirilmesin! Bu  yalnızca birkaç memleket severin, vatanseverin işi değil; Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sarıkamış’ın yerel yöneticileri ne yapıyorlar Allah aşkına!

Çarşıdaki son durağım Terzi Ahmet Amca’nın dükkanıydı o gün. 27 yıl önce bizi Sarıkamış’tan eşinin yaptığı “yolluk” ketelerle uğurlayan, erkek terzisi olduğu halde bana ve anneme son derece şık takımlar, ağabeyime kayak giysisi diken aile dostumuz Ahmet Demirci’ye uğramamak olmazdı. Ahmet Amca’nın küçük dükkanında ve oğluyla ayak üstü sohbetimizde, bizleri evlerinde ağırlayamadıkları, yeterince ilgilenemedikleri için hayıflanırlarken, bana da biraz sitem ederlerken, kendimi daha da Sarıkamışlı duyumsuyordum. Tüm içtenliğimle, “Seneye inşallah” dedim.

Sarıkamış da yurdumuz ve sahipsiz değil. Nasıl ben kendimi Sarıkamışlı sayıyorsam; Sarıkamış da Türkiye gibi hepimizin yurdu. Eşsiz bir belde! Varsın başkası değerini bilmesin, sahipsiz bıraksın ya da sansın. Ben Allah’ın izniyle her yıl en az bir kez Sarıkamış’a gitmeye niyetliyim. Ne de olsa memleketim.

Gülçin Erşen - 7 Şubat 2012 / Güllük

 
Toplam blog
: 134
: 869
Kayıt tarihi
: 06.07.11
 
 

Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu (İletişim Fakültesi) Radyo ve Televizyon Bölümü mezun..